İran’da kadınların başlattığı başkaldırı sürüyor. Dünya nefesini tuttu olacakları bekliyor. İslamcı ve otoriter rejimin yasak ve şiddetine karşı kadınların başlattığı eylemler son derece anlamlı. Buna cılız da olsa Afganistan’da kadınların Taliban rejimine direnişlerini de ekleyebiliriz. Ama temel bir sorun var. Korkarım ki on yıl önce benzeri Arap Baharı olarak adlandırılan halkların ayaklanmalarında yaşadığımız süreçler tekrarlanacak. Hatta Turuncu Devrimler olarak adlandırılan kuzeyimizdeki ülkelerde yaşananlar da benzer şekilde sonlanmıştı.
Artık günümüzde toplumların eşitlik adalet taleplerinin, ülkelerindeki otoriter rejimlere başkaldırıların önünde durmak mümkün değil. Sosyal medya ve internet üzerinden haber ve bilgi akışı sayesinde hemen her yerde mağdurların, yoksulların, kadınların, gençlerin özgürlük ve ekonomiden pay alma talepleri yükseliyor, otoriter ve keyfi yönetimlere itirazları sokaklara taşıyor. Ama sorun hemen tüm bu başkaldırıların bir “itiraz hareketi” olmalarından başlıyor. “İtirazın” yanına “yeninin” ne olacağını koyan bir hikâye ve iddia yoksa, bu hikâye ve iddiayı taşıyan, önderlik eden bir parti ve kadrolar yoksa, kısaca itiraz bir iddiaya dayanan örgütlülük önderliğinde gelişmiyorsa sonuç hüsran ve kıyım oluyor. Arap Baharı’nda da Turuncu Devrimlerde de aynısı oldu. Sonunda “Hamamcı değişti ama tellaklar aynı” denebilecek şekilde sistem, kendi içinden, “sözde reformcu” görünen önceki aktörlerin arasından birileri ile kendini yeniden üretti. Bu başkaldırıları organize ettiği iddia edilen, komplo teorilerinin öznesi olan Batı da bu “sözde yenileri” kabul etti. Bu ülkelerin tümünde bugün de toplumların özgürlük, eşitlik, adalet ihtiyaç ve talepleri güçlü ve geçerli ama siyasal örgütleri hâlâ eksik.
Bir başka ülkede, İtalya’da geçen hafta genel seçimler yapıldı ve Mussolini’nin fikri takipçisi Meloni liderliğindeki aşırı sağcı ittifak seçimleri kazandı. Halbuki 2021 yılı ekim ayında yapılan yerel seçimlerde sol partilerin ve ittifakların adayları Milano, Napoli, Bologna gibi büyük şehirlerde birinci turda, Roma ve Torino’da ikinci turda belediye başkanlıklarını kazanmışlardı. İtalyan basınının yerel seçim yorumlarına göre “sol büyük şehirlerde zafer kazanmış, sağ nakavt olmuş, popülistler düşmüştü”. Ben de bu köşede “Bu tanımlama için erken” diye yazmıştım.
Bu arada hatırlayalım, İtalya’da seçimlere katılım oranı yüzde 64 olmuş. Le Pen’in güçlenerek çıktığı Fransa seçimlerinde de yüzde 47.5 oranında gerçekleşmişti.
Macaristan’da 2019 yerel seçimlerinde başkent Budapeşte’yi muhalefet partilerinin ortak adayı kazanmıştı. Geniş muhalefet ittifakının bu rüzgarla 2022 genel seçimlerinde de kazanacağı, keyfiyetçi, otoriter ve popülist lider Orban’ın kaybedeceği beklenirken tersi oldu ve Orban tekrar kazandı.
Şili’de yaşananlar bir başka örnek. Şili’de Aralık 2021’de yapılan devlet başkanlığı seçimlerini 35 yaşındaki, solcu, eski öğrenci lideri Gabriel Boric kazanmıştı. Kurucu Meclis tarafından hazırlanan “dünyanın en ilerici anayasası” olarak görülen yeni anayasa teklifi halk oylamasında beklenenin tersine ezici bir çoğunlukla reddedildi.
Tüm bu küresel ve siyasi med- cezir hareketlerinin bir anlamı var. Geleceğin hikâyesi, iddiası ve bu iddiayı taşıyan örgütlülük yok ise yalnızca sayısal gereklilik için ittifak yaparak, yaşanan küresel ve yerel ara buzul dönemden çıkış mümkün değil. Popülizmi sağdan ya da soldan yeni popülizmle yenmek de mümkün değil.
Mesele yeni bir lider meselesi değil, yeniyi nasıl tanımladığınız, toplumları o yeniyi inşaya ne kadar ve nasıl dahil ettiğiniz, yani yeni bir siyaseti nasıl oluşturduğunuz meselesi.
22 Ekim 2021 tarihinde bu köşede dünyadaki son siyasi gelişmeleri ve İtalya, Macaristan, İsrail seçimlerini değerlendirerek şöyle yazmışım:
“Bu gidişata, popülizme karşı yalnızca itirazdan beslenen bazı siyasi hareketler bazı ülkelerde saman alevi gibi parlayıp sönseler de henüz insanlığın elinde gelen çağa dair yeni bir ütopya, bir hikâye yok.
Bir bakıma gelecek hikâyesini ve o hikâyeyi hayata geçirecek yeni siyasetleri arıyor.
Yine de hemen her ülkede popülist iktidarlara karşı sağ-sol ayrımına takılmadan geniş ittifaklar oluşturulmaya, popülizmin ve otoriterleşme eğilimlerinin güçlenmesi en azından durdurulmasına çalışılıyor. Çünkü popülist iktidarların, tüm handikaplarına karşın varolan geleneksel devlet aygıtını bile bozan, dağıtan keyfilikleri, kendi toplumları içinde bile kutuplaştırıcı siyasetleri, tüm düzeni denetleme hayallerinin ürettiği hasar o denli büyük ki hemen her ülkede geniş koalisyonlar oluşturarak önce bir denge oluşturma çabası gözleniyor. Yeni iktidarlar yeniyi inşa edecek bir ütopyadan değil popülizmi durdurma ihtiyacından besleniyorlar şimdilik.
Pandemi ve eşlik eden ekonomik ritim bozukluğu dünyada aynı anda çalan alarm etkisi üretti. Bu iki yıllık süreç bile kendi başına adaletsizliğin ve yoksulluğun küresel ölçekte de ulusal ölçeklerde de ne denli yoğun ve kalıcılaşmakta olduğunu, bunun sürdürülemez olduğunu da gösterdi.
Yazının başında özetlediğimiz seçimler, kimliklere, ötekileştirmelere, kutuplaşmalara sıkışmış toplumlarda hâlâ popülist hareketlere olan toplumsal desteğin de ne denli yüksek olduğunu gösterdi.
Görüyoruz ki popülizmi daha kaba popülizmle ve onun silahlarıyla yenmek mümkün değil. Çünkü sorun yalnızca popülizmden kurtulmak değil gelen çağa, yeryüzünün ritmine, sosyolojik değişimlere uygun yeniyi, katılımcı demokrasiyi, toplumsal barışları, eşitliği, adaleti, özgürlükleri inşa etmek.”
Bir bakıma ülke siyasetinde yaşadıklarımız da yukarıda not ettiğim başka ülkelerin yaşadıklarının birinci, ikinci perdelerine benzer. Üçüncü ve son perdeyi de bu yaşananlardan ders almamakta ısrar ederek yaşarsak korkarım sonucun benzer derin hayal kırıklığı olma ihtimali yok değil.
Örneğin genel olarak siyasete ve özel olarak seçime güven inşa edilemez ise önümüzdeki seçimlerde katılım oranı bizde de düşebilir ve bu durum iktidarın lehine çalışır.
Öte yandan son haftalarda siyasette önemli gelişmeler oluyor ve seçim yaklaşırken bazı noktalar, aktörler belirginleşiyor. Önemli bir belirsizlik kaynağı olan muhalefetin cumhurbaşkanı adayının kim olacağı sorusunda cevaba çok yaklaşıldığını görüyoruz. Kemal Kılıçdaroğlu artık adaylığa çok yakın. Altılı Masa’daki lider ve partilerin bazı çekince ya da kaygıları olsa da Kılıçdaroğlu’nun adaylığa karşı çıkacaklarını beklemek gerçekçi değil. Muhtemelen çekince ve kaygılarını Kılıçdaroğlu’na bizzat söyleyecekler ama sonunda da onaylayacakları öngörülebilir.
Kamuoyuna açıklanır ya da açıklanmaz ama adaylık meselesi hallediliyorsa ve iki yılın aday tartışmaları bitiyorsa artık Altılı Masa, gecikerek de olsa, 12 Şubat ve 28 Şubat mutabakat metinlerindeki ilke ve hedefleri toplumsallaştırmak, seçmenin siyasete güvenini, ekonomik ve siyasal reformları nasıl hayata geçireceklerini, kaos ve karmaşaya neden olmadan yeniyi nasıl kuracaklarını anlatmayı esas alabilirler. Birbirleriyle olan, olması gereken siyasi rekabet ile ülkenin yıkımdan çıkışına dair olan bir arada duruşlarının anlam ve önemini topluma anlatma aşamasına geçebilirler.
Hâlâ Altılı Masa’nın siyasal stratejisi, bunun gereği olan iletişim stratejisi ve savunma stratejisi belirgin değil. Bugüne kadar adayın kim olacağı akılları da örgütsel enerjileri de esir almıştı. Üstelik savunma stratejisinin de olmadığını son HDP’ye bakanlık gibi masada olmayan bir tartışmanın ürettiği krizde gördük bir kez daha. Bir başka savunma stratejisi eksikliği Altılı Masa hâlâ birbirleriyle konuşmaları gerekenleri ve doğal siyasi rekabetin başlıklarını medya üzerinden, sözcüler aracılığıyla yapmaya devam etmelerinden anlaşılıyor. İktidar da o savunma zaafını sonuna kadar kullanıyor.
Siyasi alanda Altılı Masa yanı sıra iki yeni ittifak daha oluştu ve kamuoyuna açıklandı. İki hafta önce sol, sosyalist, komünist partilerin bir araya gelerek oluşturduğu Sosyalist Güç Birliği kuruldu. Geçen hafta HDP’nin öncülük ettiği yine sol partilerin dahil olduğu Emek ve Özgürlük İttifakı (EÖİ) kuruluşunu ilan etti. Hâlâ da ilan edilen ittifakların dışında kalan Zafer Partisi, Memleket Partisi, Yeniden Refah Partisi gibi diğer partilerin içlerinde olacağı yeni ittifaklar mümkün görünüyor.
Başkanlık sistemi ve yüzde 50+1 oy gerekliliği, yüzde 7 seçim barajı gibi nedenlerle seçimler için sistem değişmediği sürece bu türden ittifaklar kaçınılmaz hale gelecek. Belki sistem değişmez ise siyaset bu ittifaklar üzerinden yeni bir konsolidasyon süreci yaşayacak.
Ama oy potansiyelini de dikkate alarak Emek ve Özgürlük İttifakı’nın (EÖİ) seçimlerin sonucunu ve sonrasındaki yaşanacakları belirleme potansiyeli en yüksek oluşum olduğu da dikkat çekiyor. Demokratikleşme, laiklik, adil ekonomi gibi itirazlardan öte kapsamlı bir hedefler bildirgesi de yayınlayan ittifak HDP’nin yüzde 13’lük oy potansiyeli nedeniyle başlarken bile yeniyi kurma sürecinin bir aktörü olmaya aday olarak başlıyor.
Altılı Masa’nın en önemli handikaplarından birisi ideolojik olarak beşi geleneksel sağ biri sosyal demokrat olduklarını söyleseler de devlet-yurttaş ikileminde devletçi oluşları. Yurttaş öncelikli bakmadıkları için de Kürtler, emek-kadın-yeşil hareketlerine karşı kapsayıcı bir siyaset üretememiş olmaları, sivil topluma mesafeli oluşları ve sivil toplumun bilgi, maharet ve enerjisinden beslenme damarlarının tıkanıklığı da bir başka handikaplarıydı.
Bu kapsayıcılık eksikliği ve beslenme tıkanıklığı yalnızca seçimi kazanma sürecinde değil, asıl seçimin ardından yeniyi kurma sürecinde toplumun ihtiyaç ve taleplerini anlamak, kapsamak konusunda da önemli bir eksikliğe işaret ediyordu.
Halbuki pandemi, ardından gelen ve hâlâ süren büyük ekonomik tufan, rejimin keyfiliği, otoriterliği, hoyratlığı gibi bir dizi nedenle toplumsal bir dip dalga yaşanıyor. Ülkenin uzun süredir akli ve ruhi esaretine kapıldığı kutuplaşma ve kimliklere sıkışmanın harareti düşerken sınıfsal gerilim tekrar yükseliyor.
Ekonomik buhran karşısındaki çaresizliği deneyimledikçe toplum meselenin inanç farklılığı, etnik aidiyet ya da hayat tarzı meselesi olmaktan da öte yoksulluk meselesi olduğunu kavrıyor her gün. Yalnızca gelir adaletinin olmadığını değil, yanı sıra eğitimde ya da istihdamda fırsat adaletinin de olmadığını görüyor gençler. Hayatlarına dair kararlara katılamadıklarını görüyor her gün kadınlar ve gençler. Kendi seçtikleri siyasetçiler, belediye başkanları görevden alınır, tutuklanırlarken tanınma adaletinin olmadığını bir kez daha deneyimliyor Kürtler.
Terse dönen, dipte kabaran bir şey var. Büyük bir rahatsızlık var ve insanlar ilk kez o rahatsızlığın sadece kimlik farklılıklarından kaynaklanmadığını, ekonomik bir mesele olduğunu hissediyorlar artık. Kültürel kimlik eksenli kutuplaşmanın da siyasal kutuplaşmanın da yanı sıra yeniden sınıfsal kutuplaşma yükseliyor ve bunun siyasette önemli yansımaları olacak.
Altılı Masa henüz bu dinamiği kavramış ve buna uygun siyaseti üretiyor gibi görünmüyor. EİÖ’nin fırsatı hatta sol ittifakın da fırsatı bu dip dalgadan besleniyor. Bu toplumsal dinamik diğer yandan HDP’nin Türkiyelileşme fırsatını da güçlendirebilir.
Eğer bu ittifakların tümü cumhurbaşkanlığı seçiminde tek adayda uzlaşabilirler ve milletvekili seçimleri için siyasi rekabeti doğru kurgulayabilirlerse ülke bir tarihi fırsat yakalayabilir. Bu fırsat cumhurbaşkanının kim olacağından öte, yeni anayasanın tartışılacağı, biçimleneceği Meclis’te ülkenin tüm kültürel ve sınıfsal kesimlerinin en yüksek biçimde temsil edilebilmesinin zemini oluşabilir.
Eğer seçim süreci yeni dönemin, yeni sistemin tartışılması, bu tartışma süreçleriyle büyük toplumsal uzlaşmanın üretilebilmesi yönünde her parti ve ittifakın yeni bir siyaset tarzı, dili oluşturması süreci şeklinde yaşanabilirse ülke yıkımı yeniyi kurma sürecine çevirebilmek yönünde çok olumlu bir fırsat yakalayabilir.
Siyasi aktörler, liderler ve cumhurbaşkanı adayı bu sorumluluğu yerine getirebilecek mahareti geliştirebilecekler, yeni bir siyaset tarzı, stratejisi üretebilecekler mi yoksa Fransa ve İtalya’daki gibi çok yüksek seçimlere katılmama ya da Macaristan ve Şili gibi geri dönüşler mi yaşanacak göreceğiz.
Bekir Ağırdır'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı