Geçen hafta katıldığım yeni anayasaya dair bir toplantıda, yeni anayasa için uzlaşma arayışları konuşuldu. Hukuk platformlarından birinin lideri olan avukat şöyle bir şey söyledi: “Uzlaşma pısırık bir deyim. Ne uzlaşması? Mücadele edeceğiz.”
Anladım ki işe önce uzlaşma kavramını tanımlamaktan başlamalıyız. Yaşanan siyasal ve toplumsal kutuplaşma nedeniyle içini boşalttığımız, kirlettiğimiz kavramlardan birisi de uzlaşma kavramı. Kürt meselesine dair müzakere-mücadele ikilemi üzerine çokça yazılıp, söylenenlerde de aynı zihni hatayı gözlüyoruz. Uzlaşma müzakere-ikna-uzlaşma süreci olarak siyaset üzerinden anlaşılmıyor. Onun kastettiği koyun pazarlığı gibi bir pazarlık. Gücünüze bağlı olarak aldım-verdim basitliği içinde varılacak bir nokta.
Bir an durup düşünelim, alt alta not edelim, nedir uzlaşma? Ya da ne değildir uzlaşma? Yine T24’de yazdığım 16.09.2009 tarihli yazıdan tekrarlayayım.
Uzlaşma, zora başvurularak gerçekleştirilen anlaşma değildir.
Uzlaşma, psikolojik zorlamalarla ve o anın koşullarından yararlanarak diğerini ikna olmuş gibi davranmasını ve size uymasını sağlamak değildir.
Uzlaşma hiyerarşik pozisyonunuzun ima ettiği gücü kullanarak karşı tarafa istediklerinizi kabul ettirmek değildir.
Uzlaşma bir tarafın taleplerinin dışlanması, yok sayılması değildir.
Uzlaşma birbirine çok benzeyen tarafların ittifakı, işbirliği, ortaklığı değildir.
Uzlaşma aramanın birinci ön koşulu tarafların birbirini taşıdıkları değer bakımından eş düzeyde olduğunu kabul etmektir.
Uzlaşma arayışında önerilerin karşılıklı olarak iç içe geçmesinin olanaklı olduğu kabul edilmeli ve hatta bu amaçlanmalıdır.
Taraflar hem etkili, hem esnek olmalıdır.
Her biri hem diğerini değişime uğratmaya, hem de diğerince değişime uğratılmaya hazır olmalıdır.
Taraflardan her biri kendisi kadar diğerinin de haklı ve doğru talep ve fikirleri olabileceğini kabul etmelidir.
Tarafların her biri diğerine karşı empati duymaya çalışmalı, onun talep ve arzularını anlamaya çalışmalıdır.
Tarafların her biri diğerinin koşullarına, taleplerine aklı kadar vicdanını da kullanarak yaklaşmalı, kendi taleplerini de vicdanının süzgecinden de geçirmelidir.
Taraflar uzlaşma sürecinde, yapıcı, olumlu, diğerinin duyarlılıklarına, değerlerine, kutsallarına saygılı bir dil kullanmalıdır.
Kırmızı çizgiler, “olmazlar”, “kesinlikle imkânsızlar” sürecin başlangıcında ilan edilip, tarafların her biri kendinin değişme ve dönüşme olasılığını baştan ret etmemelidir.
Uzlaşmanın, beraberlik, bir arada olma, beraber yaşama arzusunu gerçekleştirmenin ön koşulu olduğunu kabul edilmelidir.
Eğer bu tanımlama çabasında not ettiklerim doğruysa uzlaşma sürecinin başında tarafların ne istediklerini bildikleri varsayılır. Kendilerine ve ülkeye dair fikirleri ve hatta bir iddiaları olduğu varsayılır. Yine tarafların kendileriyle yüzleşmeye hazır oldukları, aynı zamanda duygusal ve fikri bagajlarından kurtulmaya razı oldukları da.
Tüm bunların ima ettiği öz ise tarafların ortak yaşam arzusu ve iradesine sahip olduklarıdır.
Bizim sorunumuz ise tam bu noktada başlamaktadır. Bu ülkenin siyasetçilerinin, aydınlarının ve kanaat önderlerinin önemli bir kısmı için diğerleri, farklı kimlik ve fikirler değil, can sıkıcı varlıklardır. Can sıkıcı varlıklarla ortak yaşam düşünülmez, onlar yok edilmeli, onlardan kurtulunmalıdır.
Kimsenin bu fikrini açıkça söylemeye ve hatta kendine bile itiraf etmeye cesareti olmadığı için şehvetli siyasi nutuklarla saatler, günler, yıllar geçirilir. Hayat da önlerinden akar, gider.