Seçim stratejisine ve muhalefetin ne yapması gerektiğine dair tartışmalara, yorumlara bakarsanız iki ana görüş var. Birincisi, ne olursa olsun iktidarın durdurulması gerektiği ve diğer tartışmaların ikinci planda kaldığı. Diğeri ise iktidarın değiştirilmesi kadar anayasa değişikliği için gerekli siyasal desteği sağlamanın hedeflenmesi gerektiği.
Seçmene ne söyleneceği, nasıl yaklaşılacağı konusunda da iki ana akım var. Birisi vatandaşın ekonomik taleplerden düşündüğü ve hareket ettiği, vaat ve söylemlerin de ekonomi ağırlıklı ve bireysel kazanımlara dair olması gerektiği. İkinci görüş siyasi taleplerin de en az ekonomik talepler kadar önemli olduğu.
Seçim sonrasına dair beklenti ya da tezler de iki türlü. Bu kadar yoğunlaştırılmış ve merkezileştirilmiş sistemin mutlaka demokratikleştirilmesi ya da hazır böylesi bir gücü ele geçirmişken toplumsal mühendisliğe dayalı bir yönetimle tepeden sistemin düzeltilmesi.
Bu ikilikler başlangıçta farklı süreçlerin, boyutların öngörülerine dayanıyor gibi görünse de hemen hepsinin altında aynı varsayım ya da kabul var: Bu memlekette demokrasi gerekli mi, mümkün mü ya da vatandaş demokrasi istiyor mu?
Bir bakıma ayrımların özü, tartışanların, yorumlayanların ve özellikle siyasi aktörlerin kendilerinin gerçekten demokrat olup olmadıkları noktasında düğümleniyor.
Halbuki ülke çok kritik bir kavşakta. Siyasal sorunlar kadar ekonomik ve toplumsal sorunlar, iç sorunlar kadar küresel sorunların ürettiği risk ve fırsatlarla karşı karşıyayız. Geldiğimiz noktada sorunları önceliklendirmek mümkün değil. Her bir sorun aynı zamanda karşılıklı olarak diğer sorunları da etkiliyor, çoğaltıyor. O nedenle bütünleşik çözümlere ihtiyaç var. Seçimi yalnızca cumhurbaşkanlığına seçilecek isim meselesine sıkıştırmak da vatandaşı bireysel vaatlere bağlamak da yalnızca gidişata itirazdan beslenen bir siyaset de doğru, yeterli değil.
Kanaatim ekonomik talepler kadar siyasal sistemin de gündemde olması. Hatta yalnızca ikisi de değil, yargının ve eğitimin de baştan aşağı yeniden yapılandırılması dahil dört meselenin de vatandaşın gündeminde olduğunu sanıyorum. Ancak böylesi kapsamlı ve bütünleşik bir inşa projesi ile hem toplumsal mutabakatın ve barışın hem de toplumla devletin mutabakatının oluşturulmasının mümkün olabileceğini, bu yeni mutabakatlardan güç alan sistemi yeniden yapılandırmanın gerekli olduğunu düşünüyorum.
Bu hedefi sağlamanın yolunun ise tepeden ve yeniden devletin, rejimin tasarımının değil vatandaşın katılımının kaçınılmaz olduğunu yani koşulsuz demokrasi olduğuna inanıyorum.
Diğer bütün savlar, siyasi projeler kısa, eksik kalacak, iktidar değişse bile ülke huzura, vatandaş da onurlu yaşama ulaşamayacak.
Tartışma bu noktaya geldiğinde hep aynı soru gündeme geliyor: Vatandaş demokrasi istiyor mu?
Demokrasi elbette kurumlar ve kurallar üzerinden işliyor. Fakat vatandaşın demokrasi algısı ve oluşturduğu siyasal kültür de demokrasinin en önemli unsurlarından biri.
Demokrasinin literatürde çokça tanımı olsa da Denge ve Denetleme Ağı için KONDA tarafından hazırlanan “Toplumda demokrasi talebi, denge denetleme mekanizmaları algısı ve farkındalığı hakkında ölçüm” isimli rapor demokrasi için gerekli belli unsurlara odaklanarak, dokuz yıllık bir zaman aralığındaki KONDA araştırma bulgularına odaklanıyor.
Denge ve Denetleme Ağı (DDA) ise, toplumun çeşitli kesimleri ile farklı siyasi görüşlerden ulusal ve yerel 300’e yakın sivil toplum örgütünün, yanı sıra on binlerce destekçiyle takipçinin, katılımcı ve çoğulcu demokrasinin güçlenmesi için bir arada mücadele ettiği bir hareket.
DDA’nın raporu öncelikli olarak demokrasi için gerekli temel kriterler üzerinden bir okuma yapıyor. Rapora göre demokrasi adil ve özgür süreçlerle düzenli seçimlerin olduğu ve seçimle iktidarın değişebildiği sistem. Seçimlerin demokratik olmasını sağlamak için birden fazla kriteri karşılaması gerek. Bu kriterlerin ilki cinsiyet, etnik köken, din, dil, sınıf, varlık ayırt etmeden tüm vatandaşların seçme ve seçilme hakkının olması, yani eşit vatandaşlık. İkincisi siyasi katılım özgürlüğü yani siyasi parti kurma hakkı, örgütlenme özgürlüğü, ifade özgürlüğü, toplanma özgürlüğü. Hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlığı keza insan hakları, bağımsız medya ve haber alma özgürlüğü hepsinin temelinde olmazsa olmaz koşullar.
“Sizce Anayasa’nın temel esasları, ilkeleri arasında hangisine daha çok vurgu yapılmalıdır?” sorusuna toplumun yüzde 37’si “haksızlığa karşı adalet”, yüzde 33’ü “Türk, Kürt, Sünni, Alevi gibi her türden farklılıklar arasında eşitlik”, yüzde 13’ü “herkesin kendini kısıtlamadan yaşayabilmesi için özgürlük” ve yüzde 17’si “her türlü bölünme ve yıkıcılığa karşı devletin bekası” yanıtlarını tercih etmiş. Adalet, eşitlik ve özgürlük vurguları (yüzde 83) devletin bekası vurgusundan oldukça önde görülüyor.
Yine anayasaya dair bir soruda görüştüğümüz kişilerin yüzde 57’si “Anayasal hak ve özgürlükler Terörle Mücadele Kanunu ve benzeri hiçbir özel kanunla sınırlandırılamaz” cümlesine, yüzde 76’sı da “Yargı devleti değil, bireyi korumakla yükümlüdür ve bu anayasaya konmalıdır” cümlesine “doğru” veya “kesinlikle doğru” yanıtlarını veriyor.
Toplumun önceliği devletten önce birey. Genlerinde devlet geleneği olan bir toplumda devlet artık ortak hayatın kurum ve kurallarını oluşturmalı beklentisi yüksek. Öte yandan Türk kimliğinin en güçlü unsurlarından olan güvenlik arayışı da dikkat çekiyor. “Devletin güvenliği kişilerin haklarından önce gelir” diyenler yüzde 56 oranıyla da oldukça yüksek görünüyor.
Güvenlik söz konusu olduğunda yasaklamaya nasıl bakılıyor? Toplumun yüzde 43’ü “Ülkemizde terör ve suçla mücadele için vatandaşların temel hak ve özgürlüklerini ellerinden alınıyor” ifadesine katılırken, “Terör ve suçla mücadele için gerekiyorsa vatandaşların temel hak ve özgürlükleri kısıtlanabilmelidir” ifadesine ise yüzde 50’si katılıyorum yanıtını veriyor. Güvenlik için gerekirse özgürlüklerin kısıtlanabileceği fikri toplumun yarısının benimsediği bir fikir olarak ortaya çıkıyor.
Görüştüğümüz kişilere “Cumhurbaşkanının hukuk dışına çıkıp çıkamayacağına dair düşüncelerini sorduğumuzda yüzde 29’u “Cumhurbaşkanı hukukun dışına çıkabilir” fikrine “doğru” veya “kesinlikle doğru” yanıtını verirken yüzde 58’i de “yanlış” ve “kesinlikle yanlış” cevabı veriyor. Bu oranlar bize toplumda her 10 kişiden 3’ünün gerektiğinde hukukun geri plana atılabileceği yönünde fikir beyan ettiğini ve dolayısıyla hukukun üstünlüğü prensibinin yerleşmesinde hala ciddi sorunların olduğunu gösteriyor.
Nitekim “Türkiye’nin sorunlarını çözmek için kanun ve kuralların dışına çıkılabilir” yargısına da yüzde 31 oranındaki insan onay verirken yüzde 51 oranındaki insan da karşı çıkıyor.
Diğer yandan hangi durumlarda hukuktan sapılabileceği konusu bizi güvenlikle ilgili bir risk olduğunda ne yapılması gerektiği sorusuna getiriyor. Örneğin, “bir toplumda can ve mal güvenliğini daha kolay neyin sağlayabileceği” sorusu bununla ilişkili. Toplumda can ve mal güvenliğini en kolay “işleyen hukuk sisteminin” sağlayacağını düşünenlerin oranı yüzde 50, “kalkınmış ekonomi” diyenlerin oranı yüzde 31 ve “özgürlükçü siyasi ortam” diyenlerin oranı ise yüzde 19. Yani, toplumun büyük çoğunluğunun hukuk sistemi ve özgürlüklerin toplumda can ve mal güvenliğini sağlayabileceğini düşündüğü görülüyor.
Olması gereken konusunda toplumun beşte dördünün beklentisi çok açık. Ama var olan durumu değerlendirdiklerinde de beklentilerinden öte sorunların farkında oldukları görülüyor. “Devlet istediği kişiyi sebepsizce, keyfi gerekçeyle tutukladığı için fikrimi kendime saklıyorum” ifadesine katılanların oranı, katılmayanlara göre düşük (yüzde 44). Yine de devletten çekindiği için fikrini ifade etmeyen kesim çok küçük değil. “Benden farklı siyasi görüşü olan biriyle tartışmamak için sessiz kalıyorum” ifadesine katılanlar da yüzde 51 oranında. Fakat farklı görüşü olanlarla tartışmak ifade özgürlüğünün işleyebilmesi ve sindirilmesi için oldukça önemli. Bu kadar büyük bir kesimin bu konuda kendini rahat hissetmemesi, konunun toplumdaki yansıması üzerine fikir veriyor.
Yine var olan durumu değerlendirmeye dair bir başka bulgu, “kendini özgürce ifade edebildiğini” belirtenlerin oranı yüzde 61. Buna katılmayan yüzde 25 de önemli bir kesim. “Ülkede ifade özgürlüğü için gerekli ortamın bulunduğunu” düşünenler ise yüzde 43 oranında.
15 Temmuz 2016 darbe girişiminin hemen ardından yapılan araştırmada “yeni darbe girişimlerinin olmasının nasıl engellenebileceğine” dair soruda da yüzde 43 ile en yüksek oranda “demokrasiyi güçlendirmek”, yüzde 41 ile ikinci sırada “orduyu yeniden yapılandırmak” seçenekleri öne çıkmıştı. Diğer bir deyişle demokrasiye engel oluşturan bir olay karşısından en fazla verilen yanıtın, en güçlü refleksin demokrasiyi güçlendirmek olması ve yeni anayasayı güçlendirmek cevaplarının verilmesi toplumun darbe girişimi karşısında demokratik kurumlara işaret ettiğini gösteriyor.
“Gazetelerin siyasi iktidarın yanlışlarını yazmaları, halkı bu konularda bilgilendirmeleri demokrasinin gereğidir” diyenler yüzde 80 oranındayken, “Bazı gazeteler, televizyonlar kendi menfaatleri için halka yanlış bilgi veriyorlar” kanaatinde olanlar da yüzde 74.
Bu bulgular toplumun olması gerekenler hakkında demokrat ve özgürlükçü tutumlar aldığını ama gerçekte olanların bunların dışında olduğu konusunda da farkındalığının yüksek olduğunu gösteriyor.
Olması gerekenle olan arasındaki yarılma ise gündelik hayatta bir savunma mekanizması geliştirilmesine yol açıyor. Doğrusunun ne olduğunu bilen insanlar “ama durum öyle değil” kanaatiyle bazen farklı bazen sinik bazen hukuk dışı davranabiliyor.
Her şeyden önce yalnızca hukukun üstünlüğüne inanç değil hemen her kuruma güven düşüyor. Örneğin siyasi partilere güvenenler yalnızca yüzde 17, medyaya güvenenler yüzde 16. Buna bağlı olarak “Siyasi taleplerinizi dile getirmek için hangisini tercih edersiniz?” sorusuna toplumun yarısından çoğu (yüzde 53) “Siyasete etki yapabileceğimi düşünmüyorum” yanıtı vermeyi tercih ediyor.
Toplumun yarısından fazlasının siyasete etkisi olmayacağı fikrine sahip olması, onları siyasi zeminde aktif olmaktan uzak tutuyor. Hem de taleplerini oluşturmak, bir araya getirmek ve ifade etmek konusunda ikircikli davranışı tetikliyor. Tarihsel olayların da yığıldığı toplumsal bellek siyasete etkisi olamayacağı fikrini de örgütlenmeye karşı temkinli duruşu da gerekçe oluyor.
Tüm veriler, birey olmak konusunda gayretli, ülkedeki genel nizamın nasıl olması gerektiği hakkında daha özgürlükçü ve çoğulcu düşünen toplumun (kabaca dörtte üçü), var olan somut koşulların da farkında olduğunu gösteriyor. Bu da birey olmak konusunda arzulu ve gayretli olan toplumun yurttaş olmak konusunda arzulu ama ikircikli davranması sonucunu getiriyor.
Bu ikircikli davranışa bakarak toplumun demokrasi talebinin olmadığını sanmak ve savunmak bu topluma haksızlık. Demokrasinin inşası için toplum partilerin, okumuş yazmışların yol göstermesini bekliyor. O yolu, yöntemi ve iddiayı duymadığı, söylenen genel geçer demokrasi laflarına da inanmadığı için tepkisiz kalıyor.
Cem Yılmaz’ın son dizisinin bir sahnesinde şöyle bir diyalog var. Erman: “Orada güce taparlar dediler, sana taparlar dediler”. Orhan’ın cevabı: “Payım olmayan gücü napayım abi affedersin, ne tapcam güce yahu”. Belki de bunca araştırma bulgusundan daha kısa ve net bir durum tespiti bu galiba.
Bekir Ağırdır'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı