Sanayi toplumu ve ulus devlet modellerine dayanan dünyanın kurulu sistemi değişiyor artık. Bu değişim yalnızca toplumun ve devletlerin kendilerinin değişmesi kadar diğer toplumlar ve diğer devletlerle olan ilişkilerini de değiştiriyor. Küresel boyutta yaşanan ekonomik ve siyasi krizlerin altında da bu değişen, gelmekte olan yeni hayatın, yeni dünya hukukunun, kural ve kurumlarının oluşturulamamış olması yatıyor. Ama hayatın içinde gelişen yeni roller, yeni aktörler ve yeni ilişkiler eskinin rol dağılımını ve ilişkilerini zorladığı için gerilimler, krizler ve hatta yeni savaşlar yaşanıyor. Eski dönemin uluslar arası ilişkilerini belirleyen aktör “ulus devlet”, politikalarını belirleyen temel dürtü ise “ulusal çıkar” tanımıydı. Şimdi bu iki kavram değişiyor ve hatta yok oluyor. Çok aktörlü, çok ölçekli dış politika Birinci olarak, temel aktör değişikti. Artık dış ilişkiler ve dış politika denildiği zaman tek başına ulus devletten konuşmuyoruz. Ulus devletin yanı sıra yerel yönetimler, sivil toplum örgütleri, yeni üretim ve sermaye biçimleri ve hatta bireyler de artık birer aktör. Diyarbakır veya Konya belediyesi doğrudan bir başka ülke yerel yönetimi ile ilişki kurabiliyor, özel işbirlikleri geliştirebiliyor. Evinden yazılım geliştiren, reklam müziği üreten, doğal besinler üreten insanlar, firmalar doğrudan işbirlikleri geliştirebiliyor. Bu işbirliği yalnızca üretileni satmayı, almayı kapsamıyor, giderek beraber üretim yapmayı, başka bir örgütlenme geliştirmeyi de içeriyor. Ha keza sivil toplum örgütleri birbirleriyle iş yapmayı öğreniyor ve geliştiriyor. Bu yeni işbirliği alanı hem kendilerini, hem kendi ülkeleri karar vericilerini ve siyasetini etkilediği kadar, küresel karar vericileri ve siyasetleri de etkilemeye başlıyor. Ve her bir birey iletişim olanaklarını kullanma ve niyetliliği ölçüsünde doğrudan diğer ülke bireyleriyle ilişkiler, örgütlenmeler ve siyaset üretebiliyor. Böylesi bir ilişki, üretim ve örgütlenme dünyasında ulus devletin her bir ilişkiyi yönlendirebilmesi de olanaksız hale geliyor. Yalnızca ilişkinin ulus devletin yönlendirmesinden kurtulması değil, ilişkinin ölçeği ve içeriği de ulus devletin kontrol ve yönlendirmesinden kurtuluyor. Bu nedenle de ikinci temel değişiklik olarak, dış ilişki ve politikanın baş aktörü ulusal devletten çok aktörlülüğe kayarken ölçeği de ulusal olandan çıkıp bölgesel ve küresel hale dönüştü. Ulusal çıkar tanımı değişiyor Ve üçüncü olarak da dış politika ve dış ilişkilerin içeriği değişiyor. Önceki dönemin ulusal çıkar tanımına dayalı dış politikasında çıkar tanımı değişiyor. Ulusal çıkar tanımı “güvenlik” esaslı idi. Bu nedenle ekonomik işbirliklerinden daha çok askeri esaslı işbirliklerine dayanıyordu.. Devletler arasında ekonomik işbirlikleri geliştikçe, güvenlik ve ulusal ordu kavramları zorlanmaya başladı. Yeni aktörler ve yeni işbirliği modelleriyle güvenlik tanımı sınırlar ve egemenlik alanının korumak üzerine kurulu iken, bu ölçek önce bölgesel olana ve giderek küresel alana kaymaya başladı. Şimdi şu sorunun cevabı eskiden olduğu kadar net değil: Bir ülkeyle sınırımız örneğin Suriye ile olan sınırımız yalnızca kendi güvenliğimiz açısından mı, yoksa Avrupa Birliği’nin de güvenliği açısından mı önemli? Bu sınır yalnızca güvenlik için mi gerekli, yoksa Avrupa Birliği’nin güvenliği için de gerekli mi? Ulusal çıkarımızın yalnızca bizim ulusal çıkarımız mı, yoksa Avrupa Birliği’nin mi çıkarı da önemli? Bu iki çıkar tanımı çeliştiğinde ne yönde ve nasıl politika düzeltmesi yapılacak? Soruları çoğaltabiliriz de... Daha da önemli değişiklik çıkar tanımının içine ahlaki, vicdani ve ilkesel bazı tanımlamaların da girmeye başlamış olması. Komşu bir ülkede evrensel insan haklarına dayalı demokratik bir düzen mi, yoksa bir diktatörlük mü ulusal veya bölgesel veya küresel çıkarımıza uygundur? Eski mantıkla bile baksak hangisi kendi güvenliğimiz açısından daha az risklidir? Ulusal çıkar ve ulusal güvenlik nereden başlar? Yine eski mantıkla önce güvenliğinizi sağlayan sonra da küresel etki alanınızı genişletmeye hedefleyen dış politika niteliği ve ihtiyaçları itibariyle daha güçlü bir ordunuz olmasına, silah gücünüze bağlıydı. Bugün eski bildik savaş kavramı yanı sıra siber savaş veya uzay savaşı türü başka çatışma türlerini geleneksel ordu ve silahlarla yürütemeyeceğiniz açık. Eğer küresel rollere adaysanız ve buna yalnızca emperyal hedeflerle yapmıyorsanız o zaman küresel etkinlik yalnızca ordunuza bağlı değil artık. Kaç uluslararası sanatçı veya sanatsal ürün çıkarabildiğinizden, 20 tonluk bir tır kasasındaki karpuzunuzun veya bilgisayar disketlerinin küresel ticari değerinin kaç para olduğundan, yoksulunuzun azlığından veya çokluğundan, ürettiğiniz bilimsel makale sayısından, küresel düşünmeyi becerebilen yeni dünyayı anlayabilen ve yeni dünyaya sözü olan siyasetçilere ve benzeri o kadar çok şeye ihtiyacınız var ki artık. Bu değişikliklerin hemen tümü doğrudan bizim ülkemizi de etkiliyor. Ve hatta Orta Doğu, Kafkaslar ve Balkanlar gibi siyasi, sosyal ve ekonomik düzenlerin henüz tam olarak oturmadığı, gerilimlere gebe üç bölgenin ortasında olarak Türkiye daha da çok doğrudan muhatap bu değişimlerle. Üstelik kimlik taleplerinin, etnik ve inanç farklılıklarının ürettiği gerilimleri bizatihi de yaşayan bir ülke. Tüm bu çok aktörlü, çok boyutlu dış ilişki ve politikalar için ne yazık ki sağlıklı bir tartışma ortamımız yok. Henüz ne kayda değer bir sivil toplum örgütü veya düşünce kuruluşu var bu meselelerde etkin fikri ve politik üretim yapan ne de böylesi çalışmalara ihtiyaç duyan siyaset dünyası. Ve olup biten her şeyi de her konuda olduğu gibi Ak Parti yandaşlığı ve karşıtlığı üzerinden damgalıyor, yanında veya karşısında oluyoruz.