Birçok çözemediğimiz toplumsal ve siyasal meseleyi analiz ederken çok açıklayıcı bulduğum bir psikoloji teorisine başvuruyorum. Psikiyatrist Elisabeth Kübler-Ross ve David Kessler’in geliştirdiği “yasın beş evresi” kavramı, öleceğini bilen kişinin psikolojik olarak geçirdiği beş aşamayı anlatıyor. Çıkış noktası ölüm olan beş aşama aslında, ebeveyni boşanan bir çocuk, acılı ayrılık yaşayan bir aşık veya kanser olduğunu öğrenen bir hasta gibi aşırı üzüntü ve keder yaşayan insanların geçirdiği süreçler için de açıklayıcıdır. Benzer şekilde toplumsal sorunlar, yaşanan felaketler ve hayatın dayattığı değişim zorunluluğuna karşı toplumsal psikolojinin evreleri için de.
İlk aşama olan “inkâr evresi”nde sorunu veya gerçekliği görmezden gelmeye, onun varlığını inkâr etmeye çalışırız. Kendi kendimize, “İyiyim, bir problem yok, böyle bir şey bana (bize) olamaz” diye sayıklarız adeta.
“Kızgınlık/öfke” evresi olan ikinci aşamada, duruma, başımıza gelene kızarız, öfkeleniriz. “Neden ben? Bu haksızlık! Bu nasıl benim başıma gelir?” diye sormaya başlarız. Üçüncü aşamada acıyla, felaketle “pazarlık” ederiz. Durumu kendimizce dayanılabilir, katlanılabilir bir doza, düzeye çekmeye çalışırız. “Neyi feda edebilirim?” diye sorarak süreci en az kayıpla aşmanın yollarını ararız. Terk eden aşkının gönlünü çiçekle almaya çalışır aşık, sigarayı bıraksam der kanser hastası.
Dördüncü evre olan “depresyon” aşamasında nihayet hüzünlenmeye başlarız. Bu evrede bizim için ne o problemin ne de hayatın bir anlamı kalmıştır. Gayret etmenin, herhangi bir şey yapmanın manası ve lüzumu yokmuş gibidir. Derin bir yeis, çaresizlik, başa gelene teslimiyet başlar.
Beşinci ve son aşama olan “kabullenme” evresinde, artık durumu kabullenmeye, sindirmeye ve bundan sonrası için ne yapabileceğimize kafa yormaya, mücadele yolları bulmaya, çözüm için gayret göstermeye başlarız.
Her ülke ve toplum karşı karşıya kaldıkları meselelere kendi geçmişleri, kültürel dokuları, toplumsal bellekleri ve kurumsal yapılarının geldiği seviyeye göre farklı tepkiler veriyor. Benzer biçimde her ülkenin ve toplumun farklı kümeleri ve aktörleri de bu süreçleri kendi deneyimleri, bellekleri, kapasiteleri bakımından aynı zaman aralığında da olsa farklı aşamalarında yaşıyorlar. Yıllardır çözülmeden yaşanan kadim sorunlarımız, son yıllarda ruhlarımızı ve zihinlerimizi rehin verdiğimiz kimlikler ve kutuplaşmalar, gerçekliğin giderek dışına düşen siyasi kutuplaşmalar ve siyasi zemin ve son yıllarda yaşadığımız dizi felaketler karşısında afalladık, dağıldık. Meselelerimizi çözmesi gereken, felaketleri yönetmesi gereken kurum ve kuralların ne denli yıkıldığını hatta aslında olmadıklarını gördük. Her yeni felakette, krizde çözüm beklediğimiz aktörlerin, kurumların, kuralların bizatihi kendilerinin krizlerin kaynağı ya da çoğaltan hallerini yaşadık.
Topyekûn baktığımızda toplumsal durum, henüz pazarlık aşamasıyla depresyon arasında gidip geldiğimizi ama iktidarın ve yönetim mekanizmasının aktörlerinin pazarlık aşamasında takılı kaldıklarını gösteriyor.
Ama mesele bizlerin yaşadıklarımızı, dizi felaketleri ve krizleri nasıl kavradığımıza göre şekillenmiyor yalnızca. Verdiğimiz ya da vermediğimiz tepkilerden, yaptıklarımızla ve yapamadıklarımızla ürettiğimiz yüzeyin bir adım ötesinde, daha karmaşık görünen yeni meseleler ve o meselelerin ürettiği psikolojik sonuçlarla karşı karşıyayız.
Öte yandan karşı karşıya olduğumuz durum, üst üste binen felaketlerin ürettiği kayıpları ve o kayıp sonrası kurulmayı bekleyen hayatı yok sayan iktidar ile yaşananlara itiraz eden muhalif partiler arasına sıkışıyor. Üstelik seçim yılında olunduğu için felaketin yası, duaları, feryadı ve öfkesi bile seçim tarihine endeksleniyor. Halbuki biliyoruz ki geleneksel yöntemlerimizle meseleleri çözmeye devam ettiğimizde ne kadim meselelerimizi çözebilir ne felaketlerin ürettiği göçükleri onarabilir ne de yeni krizlerin risklerini yönetebiliriz.
Bugünden önümüzdeki yazın kuraklığını, içme suyu ve gıda krizini düşünen var mı emin değilim. Cumhurbaşkanı değiştirerek küresel risk ve fırsatları yönetebileceğimizden de kaynak bulup, ekonomiyi düzlüğe çıkarabileceğimizden de emin değilim. İktidar ve siyaset pazarlık aşamasında tıkanmış olsa da toplum yasını tutup artık son aşamaya, kabullenmeye ve çözüm aşamasına geçmeye hazır. Sivil toplum ise tekrar silkindi ve kabullenme, çözüm arama aşamasına geçti.
Toplum dizi felaketler karşısında çaresizlik, öfke içinde. Boğuluyor gibiyiz. Kafamızı sudan çıkarıp derin bir nefes almaya ihtiyacımız var. Ülkenin, toplumun bir nefes almaya ihtiyacı var. Seçim o nefesi sağlayacak ama toplumsal uzlaşmayı, kurum ve kuralları demokratikleştirerek yeniden kurmayı sağlayacak mı, ondan da emin değilim.
Bu nedenle yalnızca seçimi, partileri, ruhunu ve zihnini kederin üçüncü aşaması olan pazarlık aşamasına göre şekillendirmiş siyasetçileri bekleyemeyiz. Geleceği merkezi otoriteyi güçlendirerek, tektipli toplum hayaline yaslanan, tüm sorunları aynı yöntemlerle tektipli araçlarla çözemeyeceğimize dair yeterince deneyim biriktirdik. Çok yol geldik, çok felaket yaşadık. Şimdi aktif yurttaş, aktif kurumsal yurttaş olmak, yeniyi inşa sürecinin aktif katılımcıları olmak zorundayız.
Deprem felaketinin neden olduğu can kayıplarımız, şehirlerimiz, kültürel mirasımız, bozulan doğamıza, göçük altında kalan hayatımıza karşın ortak geleceğimiz için gayreti tetikledi. Empatiyi, dayanışmayı yükseltti. Yıllardır iktidarın kısıtlama, ayrıştırma, baskı altında tutma çaba ve politikalarına karşın, siyasal kutuplaşmaların ruhi ve zihni ambargolarına karşın sivil toplumun reflekslerinin, duyarlılıklarının yok olmadığına tanıklık ettik bir kez daha.
Hayatı beton üzerinden anlamlandıran, felaketi bile algılar üzerinden yönetmeye çalışan, merkeziyetçi ve ayrımcı dilin tutsağı olmuş iktidara, şimdiden kaç ihaleyi kaç paradan alacağı hırsına kapılmış iktidar yandaşı şirketlere karşın birçok ekonomik aktör ve kurumsal yapının ne denli ortak çabalara katılma arzusu taşıdığını gördük.
Şimdi bu enerjiyi yeniyi kurma sürecine yönlendirebiliriz. Yapabileceğimiz üç ayrı katmanda önemli işler var. Birincisi yapılabilir projeler geliştirmek ve gerçekleştirmeyi hedeflemek. İkincisi bu yeni kent ve yeni hayat tasarımları üzerinden siyasi aktörler üzerinde baskı oluşturmak. Üçüncüsü de böyle bir felaketin ardından yeni bilgi, tez, teori, model geliştirmek ve dünya literatürüne, siyasetini hedefleyen bilimsel çalışmalar yapmak.
İktidarın en iyi bildiği ve yine tercih edeceği anlaşılan yeni konutlar inşa etmeye yöneleceği, bu konutları yapacak yüklenicilerin şeffaf olmayan süreçlerle seçileceği anlaşılıyor. Elbette bu ülkenin inşaat sektörü bir yılda yüz bin ya da üç yüz bin konut yapacak kapasiteye sahip. Ama sorun şurada ki o inşaat alanlarının seçiminden, konut tipleri ve tasarımlarına kadar hemen her unsurunun bilimden, yerellikten, kültürden bağımsız, te ktip beton binalar ve kimliksiz apartman tarlaları üreteceği açık.
Bu coğrafyada meselemiz yalnızca bina yapmak değil hayatı yeniden geliştirerek, felaketten ders alarak kurmak. Her bir yerleşim yeri için, yerel aktörlerin dahil olacağı, doğayı esas alan, iklim, enerji, su ve gıda krizlerini dikkate alan, yerel halkın ihtiyaç ve talepleri verilerine dayalı, katılımcılığa yaslanan projelere ihtiyaç var. Yıkılan her şeyi bire bir kopyasını yapamayacağımıza göre yerelin doğasıyla, tarihiyle, kültürüyle uyumlu ama yeni bilimi, yeni teknolojiyi ve geleceğin ihtiyaçlarını da risklerini de dikkate alan yeni kent, mahalle, bina projeleri geliştirmek zorundayız. Daha önemlisi hedefi binalar dikmek değil bir arada yeni bir hayat olan projeler tasarlamalıyız. Bu projelerin tasarımını başından itibaren yerel yönetimler ve yereller başta sivil toplum aktörleri, akademik dünya, gönüllü meslek erbabıyla gerçekleştirebiliriz.
Yerel yönetimlerin, yerel siyasetçilerin ve sivil toplumun ön alması, inisiyatif geliştirmesi gerekiyor. Şu anda telaşlı ve dağınık görünen çabaların yerel yönetimler ve sivil toplum üzerinden ve öncülükleriyle bir an önce iş birliği ve koordinasyon modeli, yöntemi geliştirmek ve uygulamak gerekiyor. Yalnızca felaketin yıkımını tamir etmeyi değil yeni bir kent, mahalle inşa etmeyi hedefleyebiliriz. Gelen çağın, bilgi toplumunun yeni sosyal devletinin, katılımcı demokrasinin ve yeni ekonomisinin kuluçka merkezleri yeni metropoller, yeni kentler olacak. Şimdi yıkılan kentleri geleceğin hayatına göre tarihinden, kültüründen, kendi insanlarının ihtiyaç ve taleplerinden beslenerek tasarlayabilir, kurabiliriz.
İktidar istese de istemese de organize olmuş yerel ve sivil inisiyatiflerin, girişimlerin ulusal ve küresel iş birlikleriyle böylesi bir modeli tasarlamak ve gerçekleştirmelerinin mümkün olduğuna inanıyorum. İkinci yapabileceğimiz iş, geliştirilecek bu tasarım ve modeller üzerinden yakın zamandaki seçim sürecinde siyasi aktörler üzerinde ve sonrasındaki yeni iktidarın aktörleri üzerinde baskı ve basınç üretmek olabilir. Beslenme damarları kapalı ve sivil topluma güveni çok düşük siyasi aktörlerle bilgi ve çoğulculuk temelli somut projeler üzerinden yeni bir ilişki üretebilir. Siyasi aktörler ve sivil toplum arasında yeni bir güven ve karşılıklı beslenme ilişkisi toplumsal uzlaşmanın üretilmesi sürecine de katkı üretecektir.
Üçüncü yapabileceğimiz ise hem felakete müdahale hem de sonrasının ve yeninin tasarımı sürecinde yaşadıklarımızın dünya için de bir vaka analizi olacağının farkında olmakla ilgili. Akademik dünya ve sivil toplum yaşanan olumlu veya olumsuz tüm deneyimi kullanarak, özgün bilimsel modeller, tezler, bilgiler geliştirebilir. Akademik üretkenliği yalnızca iktidarın baskılarına sıkıştırmadan, tercüme teorilere yaslanmadan yeniden ve güçlü biçimde yükseltmenin mümkün olduğu zamanlardayız. Sıkça yazdığım gibi çaresizliğe, yılgınlığa inat umudu ve iddiayı inşa etme vaktidir. Bireysel gayretleri birleştirmek vaktidir. Çoban ateşlerinden büyük bir gelecek umudu taşıyan büyük ateşi oluşturmak vaktidir.
Bekir Ağırdır'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı.