Nedense sorunları konuşmaya ve tartışmaya tersten başlıyoruz.
Nedense sorunları konuşmaya ve tartışmaya tersten başlıyoruz. Bu tartışma tarzı nedeniyle de politikaları ve kavramları hak ettiği biçimde konuşamadığımız için içlerini boşaltıyor, anlamları dışına götürüyoruz. Üstüne kutuplaşma nedeniyle, bu tersinden tartışılmakta olan mesele ve kavramlara dair pozisyon alışlar ve pozisyonuna aşık oluşlar başlıyor. Kürt meselesi bağlamında özerklik kavramı etrafındaki tartışma da böyle başladı. Hele bu sözü bir BDP’li ve Kürt politikacı söyleyince de başka duyarlılıklar, bölünme paranoyaları devreye girdi. Hele bir de tartışma bayraktan başlatılınca hak ettiği derinlikte konuşulmaması kaçınılmaz oldu.Hâlbuki konuşmamız gereken mesele Kürt meselesi çerçevesinde özerk yönetim alanları meselesi değil. Günümüz gündelik hayatı ve dünyası ve de Türkiye’sinin yönetim sorunudur. Eski idare mekanizmaları, kurumları, makamları, yetki dağılımları, yasaları, yönetmelikleri, hâsılı her şeyiyle bu ülke ve sorunlarımız yönetilemiyor. Bu Diyarbakır’da da Denizli’de de İstanbul’da da böyledir. O nedenle bu meseleyi yalnızca Kürtler’e dair bir mesele olarak değil, hepimizi ve tüm ülkeyi kapsayan ve ilgilendiren bir mesele olarak tartışmak ve çözüm üretmek zorundayız. Üstelik bugün Ak Parti yandaşlığı ve karşıtlığına sıkıştırdığımız meselelerin önemli bir kısmı da böylesi zamanın ruhuna aykırı bir düzenin, bazılarınca korkulan bir zihniyetçe yönetiliyor olmasından kaynaklanmakta. Ve sorun yönetenlerden daha çok sistemin, düzenin kendisinden kaynaklanmakta. Vatandaş gazoza gider mi? Yönetim dünyamızın en önemli sorunu öncelikle zihniyet değişikliği gereksinmesi. Bu zihniyet dünyasının birinci belirgin unsuru vatandaşa güvenmemenin esas olması. Bu topraklarda hala ve ciddi oranda vatandaşa ve vatandaşın seçtiklerine değil, bürokratlara, atanmışlara ve okumuş yazmışların bir kısmına güven esastır. Sanılır ki, vatandaş bir gazozla kandırılır. Vatandaş seçerken hata yapar. Vatandaşın seçtikleri zaten hata yapmaya teşnedir, çünkü politikacı dediğin kötü adamlardır. Hata yapma kapasitesi açısından bakılınca seçilmişler ve atanmışlar arasında belki fark yoktur da. Seçilmişlerin yaptıkları hatalar hepimizin gözü önünde. Ama bürokratların, atanmışların hata yapmadığını kim söylüyor? Generallerin, yüksek yargıçların, yüksek bürokratların hatalarının seçilmişlerden daha az olduğunu kim söylüyor? Son üç yıldır bile ülkede olan bitene bakın, hangisinin hatası diğerininkinden daha az diyebiliriz ki. Yönetim problematikinde ikinci aşmamız gereken mesele, aslında asgari demokratik kurum, kural ve zihniyet iklimi konusunda bile oldukça eksik olan, temsili demokrasi denilen ve yerel yönetimler düzeninin katılımcı demokrasiye uygun yeniden yapılandırılması. İlke çok basit, herkes, kendi oturduğu alanda (ister sokakta, ister mahallede ister kentte ister bölgede olsun), yalnızca kendisini ilgilendiren meselelerde kendi kararını verebileceği bir yönetim düzenini oluşturmak. Bölge kavramı Güneydoğudan mı ibaret? Hatırlayın İstanbul’un su sorunu için bir kolu Melen Çayından bir kolu da Istranca’lardan borular döşendi. Melen Çayından suyu İstanbul’a taşırlarken, Bolululara Adapazarılılara soruldu mu? O suyun hayat verdiği insanlara soruldu, fikirleri alındı mı? Taşınan suyun eksikliğinin üreteceği sorunlardan birebir etkilenecek insanlara danışıldı mı? Şimdi boğaza üçüncü köprü yapımıyla tüm hayat dengeleri değişecek insanların bu kararın her hangi bir nokrasında, karara katılmaları, fikirlerini beyan edebilmeleri, denetleyebilmeleri, detayları bilebilmeleri olanaklı mı? Konya ovasının kuraklık sorununu Konyalılarla, onların yanı sıra Karamanlı, Niğdeli Nevşehirliler dâhil edilmeden çözebilmek mümkün mü? Artık İstanbul’un yerleşme, konut ve ulaşım sorununu Kocaeli’ndekilerle Tekirdağ’dakilerle beraber düşünmeden, konuşmadan, ortak karar almadan çözebilir miyiz? Örnekleri günlerce konuşabiliriz. Hepsinde aynı noktaya geleceğimizden eminim. Bu yönetim düzeni sürdürülemez. Bunu herkes de biliyor devlet de biliyor. Benim kanaatim odur ki, Kürtlere de Kürt yerel yöneticilere de bu yetkileri vermemek arzusu ya da bölünme paranoyası nedeniyle yönetim reformu bilerek isteyerek ihmal ediliyor. Bu kaygı ve paranoya yalnızca Diyarbakır’ı ya da Kürtleri mengene içine alan bir yönetim sistemine can vermiyor, aynı zamanda hepimizi hem mengenelere mahkûm ediyor, hem de kendimizi ilgilendiren meselelerde söz hakkı talebimizi elimizden alıyor.