8 Haziran tarihinde T24'te "Rekabetçi Otoriterlik Safsatası" başlıklı bir yazı yayımlandı. Yazıyı kaleme alan Taha Parla, Türkiye'deki rejimin totaliter olduğunu ve bu rejimi rekabetçi otoriter olarak göstermenin "safsata" olduğunu iddia etti. Rekabetçi otoriterlik kavramı ve özellikle bu kavramın Türkiye'ye uyarlanması bazı akademik çevrelerde uzun süredir tepki çekiyor. Akademik literatürde ciddi bir ağırlığı olmamasına karşın bu eleştiriler köşe yazılarında ve sosyal medyada ses getirebiliyor.
Rekabetçi otoriterlik kavramını Türkiye'ye ilk uyarlayan akademisyenlerden biri olarak Parla'nın yazısının T24 sitesinde başlattığı tartışmaya yönelik dört somut noktada katkı sunmak istiyorum. İlk olarak, rekabetçi otoriterlik kavramına yönelik akademik eleştiriler bu alanda yapılan çalışmaları gözardı ettiği için ciddi eksiklikler içeriyor. İkinci olarak, akademik bir tartışmaya akademik yayınlardan ziyade köşe yazıları üzerinden getirilen eleştirilerde, Parla'nın yazısında çok net görüldüğü üzere, ciddi bir üslup sorunu var. Bu üslubun akademik etiğe sığmadığını, tartışma kanallarını kapattığını niyet okuma üzerinden kurgulandığını düşünüyorum. Rekabetçi otoriterlik kavramına getirilen yöntem eleştirilerini ise üçüncü bir başlık altında değerlendirmeye çalıştım. Son olarak, rekabetçi otoriterlik kavramının akademik tartışmaların ötesinde siyaset pratiğine olan katkısını değerlendirdim.
Parla'nın köşe yazısında şaşkınlıkla karşıladığım çok ciddi maddi hatalar var. Örneğin, Parla'ya göre Türkiye'deki rejim "düpedüz totaliter". Halbuki Siyaset Bilimine Giriş dersi alan öğrencilerin bile rahatlıkla bileceği üzere, totaliter rejimler hiçbir koşulda muhalif grupların varlığını izin vermez ve bunu sağlamak için de sistematik olarak güvenlik aparatını vatandaşları terörize etmek için kullanırlar. Totaliter rejimlerde seçim yoluyla iktidarı bırakmak şöyle dursun, muhalif grupların kamusal alanda bir araya gelmesine bile izin verilmez.
Türkiye'de rejimin hayli otoriter yapısına karşın, totaliter noktaya geldiğini ve ileride de gelebileceğini düşünmüyorum. Evet, polis kuvvetleri son on senede çok net şekilde iktidarın güdümüne girdi. Fakat partizan kolluk kuvvetlerinin bütün muhalif unsurları tasfiye edebilecek bir kapasitesi ve meşruiyeti yok. SADAT gibi paramiliter yapıların varlığı son derece kaygı verici olmakla birlikte, muhalefeti totaliter bir rejimde görüldüğü şekilde sindirebilecek güce ve kaynaklara sahip değil.
Basın, eğitim kurumları ve sivil toplumda iktidarın tüm baskılarına karşın bir türlü geriletilemeyen muhalif bir damar var. 2019 yerel seçimlerinin gösterdiği üzere Türkiye'de muhalefet partileri birlikte hareket edebildikleri zaman farklı bölgelerde ve büyükşehirlerde seçim kazanma imkanına sahipler. Totaliter bir rejimde ülkenin en büyük şehirlerinin muhalif belediye başkanları tarafından yönetilmesi şöyle dursun, muhalefet partilerinin varlığına ve kampanya yapmalarına bile olanak sağlanmaz. Muhalif belediyelerin sistematik olarak iktidar baskısı altında olmaları rejimin otoriter içeriğinin bir sonucu ama totaliter bir yapıya vardığımızı göstermiyor.
Parla, devlet imkanlarını suistimal eden parti-devleti niteliğindeki iktidarın muhalefet ile eşit rekabet koşulları sayılabilecek hakları kısıtladığı, yargı eliyle muhalifleri cezalandırdığı ve siyasi saldırılarda bulunduğu için rejimin rekabetçi olamayacağını belirtmiş. Halbuki yazıda atıf yapılan Levitsky ve Way'in 2002 tarihli makalelerinde çok net şekilde belirttikleri üzere Türkiye gibi ülkeler sadece düzenli seçim yapılması kriterini karşıladığı için demokrasi olarak nitelendirilmemelidir. Çünkü demokrasinin olmazsa olmaz koşulu sadece düzenli seçim yapmak değil, aynı zamanda seçimleri serbest ve adil bir şekilde yapmaktır. Bunun gerçekleşmediği ve partiler arasındaki rekabetin son derece eşitsiz koşullarda cereyan ettiği ülkeler aslında demokrasinin temel kriterlerini karşılamamaktadır. Ancak adil ve eşit olmasa da seçimlerin olması, seçim yoluyla iktidarın değişme imkanının olması bu rejimleri totaliter rejimlerden de ayırmaktadır.
Başka bir deyişle, rekabetçi otoriterlik kavramı Parla'nın şikayet ettiği konuları gündeme getirmek ve bu rejimleri demokratik ülkelerden ayırarak seçimler üzerinden meşruiyet kazanmalarını engellemek için ortaya çıkmıştır. Rekabetçi otoriter kavramının rejime saygınlık ve meşruiyet kazandırdığı eleştirisini ilk defa Parla'nın yazısında gördüm. 2000'li yıllarda rekabetçi otoriterlik kavramı o zamana kadar demokratik olarak görülen birçok rejimin otoriter diye kategorize edilmesini sağlayarak demokratikleşme literatüründe önemli bir işlev gördü; tartışmanın yönünü bu ülkelerdeki otoriterleşme üzerine çevirdi.
Bu kavramı Türkiye vakasını tasvir etmek için kullanan siyaset bilimcilerden hiçbirisi Erdoğan yönetimine meşruiyet kazandırma veya mazeret bulma amacı taşımıyorlar. Bilakis seçimlerin Türkiye'de düzenli şekilde yapılmasının rejime demokratik bir nitelik kazandırmadığını ve Türkiye'deki hükümet sisteminin otoriter boyutlarının vurgulanması gerektiğini anlatıyorlar. Örneğin meslektaşım Şebnem Gümüşçü ile bu kavramı Türkiye'ye uyarlayan araştırmamıza başladığımız zaman AKP yönetimi bir çok akademik çevre tarafından seçimlerin düzenli yapılması nedeniyle demokratik olarak görülüyordu. Hatta Haziran 2015 seçimlerinde AKP'nin parlamento çoğunluğunu kaybetmesinin bunun göstergesi olduğu düşünülüyordu.
Artık tartışma Türkiye'deki rejimin otoriter olup olmaması değil, otoriterliğin seviyesi konusunda oluyor. Son dönemde yaşanan gelişmeler nedeniyle "seçimli otoriter" olarak adlandırılan daha geniş bir kategoriye yaklaştığımız doğrudur. Fakat bu kavram Parla'nın yazısında iddia ettiği gibi rekabetçi otoriterliğin alternatif ismi değildir. Andreas Schedler tarafından ilk defa kullanılan seçimli otoriterlik bir şemsiye kavram. Seçimli otoriterlik kategorisi altında rekabetçi otoriter rejimlere ek olarak ağır hak ihlalleri nedeniyle artık rekabetin dahi mümkün veya gerçekçi olmadığı hegemonik seçimli otoriter rejimleri de tasvir etmek için kullanılmıştır. Türkiye, Macaristan ve Polonya gibi seçim yoluyla iktidarı değiştirmenin mümkün olduğu vakalar ilk gruba girerken, Rusya ve Venezuela gibi düzenli seçim yapılmasına karşın muhalefet partilerine iktidara gelme şansı tanınmayan vakalar ikinci gruba girer.
2019 yerel seçimlerinin tekrar gösterdiği üzere Türkiye'de sandık aracılığıyla sonuç almak mümkün. Fakat son dönemde artan baskı politikaları, medya ve sivil topluma getirilen yeni kısıtlamalar ve HDP'ye yönelik sistematik baskı nedeniyle rejimin "rekabetçi" olarak görülen son noktaları aşınmaya başladı. Seçimli otoriterlik kavramının sıklıkla kullanılmaya başlanması Türkiye'yi takip eden akademisyenlerin güncel gelişmelere bakarak kavram ve önermelerini revize ettiklerini göstermektedir.
Nitekim bu tartışmanın bir benzeri 2019 yerel seçimlerinden sonra yaşanmıştı. İstanbul Büyükşehir Belediyesini kaybeden iktidarın seçimleri tekrar etmesi bazı akademisyenlere göre sandık yoluyla değişimin mümkün olmadığını göstermişti. Fakat YSK'nın iptal kararı sonrasındaki gelişmeler İstanbul'da tekrar edilen seçimlerin boykot edilmesini savunan "eleştirel" analizlerden ziyade, bu tarz rejimlerde sandığı ciddiye almak gerektiğini söyleyen rekabetçi otoriter ekolünün öngörülerini doğruladı. Türkiye'de sandığın ne kadar önemli olduğunu iktidarın çaresiz şekilde polemik çıkışlarından, seçim yasasını değiştirmesinden, sosyal medyaya getirilen kısıtlamalardan ve muhalefet cephesini bölmeye çalışmasından anlıyoruz.
Parla'nın yazısında gördüğüm diğer önemli sorun kavram ile teori/kuram arasındaki ilişkisellik ve farkı ortadan kaldırıyor olması. Yazıda rekabetçi otoriterlik kuramı/teorisi diye nitelenen şey aslında kusurlu demokrasilerle kapalı otoriter rejimler arasında yer alan rejim tipini tanımlamak için üretilmiş kavram. Rekabetçi otoriter kavramının kendisi bir teori oluşturmuyor ama bu kavrama dayanarak çok sayıda akademisyen bu tarz rejimlerin nasıl ve neden oluştuğu, nasıl ayakta kaldığı ve ne tip politikalar takip ettiği sorularına yanıt verecek hipotezler geliştirdiler. Parla'nın yazısında bu kuramsal çalışmalara yönelik bir analiz yok.
Son olarak Parla'ya göre "emperyalist metropollerdeki akademisyenler" rekabetçi otoriterlik kavramını ülkelerinin otoriter rejimlerle işbirliği yapmasını meşrulaştırmak amacıyla kullanırken, çevre ülkelerin akademyaları ise otoriter rejimleriyle ipleri tam kopartmadan rejimi eleştirme amacı güdüyorlar. Parla'nın böyle özcü ve genel niyet okumaya hangi veriler üzerinden ulaştığını bilmiyoruz. Bu iddialarını somut örnek ve olgularla maalesef desteklemeyerek, bu alanda çalışan yüzlerce akademisyeni töhmet altında bırakmayı tercih etmiş.
Metropollerdeki akademi Parla'nın iddia ettiği gibi homojen tek tip yerler değil. Özellikle de rekabetçi otoriterlik üzerine çalışan akademisyenler Parla'nın iddiasının tam aksine çalışmalar üretiyorlar. Örneğin bu kavramını ortaya atan Steve Levistky son dönemde kendi ülkesi ABD'de yaşanan otoriterleşme hakkında yazıyor. Suudi Arabistan, Mısır veya Katar gibi ABD'nin Orta Doğu'da en yakın müttefikleri hakkında "metropol ülke" akademisyenleri rekabetçi otoriterlik tabirini kullanmıyor; bu kavramı kullandıkları Latin Amerika ve Doğu Avrupa ülkeleriyle de ülkelerinin işbirliği yapmasını değil, bu ülkelerin demokratikleşmesi için "baskı" yapması gerektiğini savunuyorlar. Çevre ülkelerdeki akademisyenlerin bu kavram aracılığıyla rejimleriyle ipleri tam koparmadıkları eleştirisini yazının bir sonraki bölümünde daha somut şekilde çürüteceğim.
Parla'nın yazısında asıl rahatsız edici olan konu ise rekabetçi otoriter kavramını kullanan çalışmalar yapan çoğunluğu genç akademisyenlere yönelttiği eleştirilerindeki üslup. Parla gibi emekli bir akademisyenin neden kendisinden daha genç ve üretken meslektaşlarıyla anlamlı bir kuramsal veya ampirik tartışma yapmak yerine, onları tırnak içinde kullandığı akademisyen ifadesiyle ve rejimle ipleri tam kopartmadan eleştirme imasıyla itibarsızlaştırmaya ve kendince alay konusu yapmaya çalıştığını bilemiyorum. Türkiye eğer Parla'nın iddia ettiği gibi "totaliter" bir ülkeyse çoğu meslektaşı susarken Erdoğan ve rejimini doğrudan eleştirerek büyük risk alan isimleri hedef almak yerine takdir etmesi ve hatta onlardan bir şeyler öğrenmeye çalışması gerektiğine inanıyorum.
Zira Parla ve onun ekolünden gelen birçok isim Kemalizmin zayıfladığı dönemlerde onu özcü bir açıdan eleştirirken, AKP'nin en otoriter döneminde çok uzun süre sessizliğe gömüldüler. Hiçbir özeleştiri yapmayan bazı post-Kemalist isimlerin artık Erdoğan'ın zayıfladığını fark ettikçe uzun süren sessizliklerini bozduklarını görüyorum. Geldiğimiz noktada açıkça yanlışlanan pek çok kuramsal analizlerine dair özeleştirel bir yaklaşım benimsememeleri, bunun yerine kendileri sessizken büyük riskler alarak açıktan AKP rejimini eleştiren kişileri hedef almaları kendilerine tekrardan alan açmaları için yeterli olmayacak.
Parla'ya göre "eleştiri eksikliği kadar eleştiri zayıflığı da aslında rekabet ve seçim tanımayan bir iktidarın eline oynamak" oluyor. Burada eleştiri zayıflığı ile yanlış eleştiriyi karıştırmamak gerekiyor. Türkiye'yi rekabetçi otoriter yerine "düz otoriter" olarak nitelendirmek mücadele birikimizi gerçekten arttırdığını düşünmüyorum. Güncel siyaset bilimi otoriter rejimlerin çok farklı kurumlara dayandıklarını, farklı politikalarla ayakta kaldıklarını, tabanlarının birbirinden farklı özellikler taşıdıklarını göstermektedir. Bütün otoriter rejimlere "düz otoriter" demek akademik çalışmaların sağladığı bu bilgi birikimini çöpe atmaya yol açacaktır.
Halbuki farklı tip otoriter rejimlere karşı farklı mücadele yöntemleri vardır. Kurumları zayıf kişisel otoriter rejimle, bütün devlet mekanizmasını elinde tutan tek parti rejimine karşı aynı yöntemle başarı kazanamazsınız. Büyük oranda baskıyla ayakta duran bir otoriter rejimle, seçim yapan ve rıza üretmeye çalışan rejimleri de aynı görmek mümkün değildir.
Gördüğüm kadarıyla bu kavrama yapılan eleştiriler alternatif bir kavram seti oluşturamadığı gibi Türkiye'yi "düz otoriter" veya "totaliter" görenlerin de Parla'nın ifadesiyle "zamane siyaset bilimcilerinden" daha etkili önerileri yok. Düzenli seçim yapan, önemli büyükşehirlerin çoğunu sandıkta kaybeden, anketlerde gerileyen bir iktidar için "totaliter" dediğimizde daha etkili bir muhalefet yapmış mı oluyoruz? Parla mesela seçimleri boykot etmemizi mi savunuyor? Böyle bir boykot kararı sonrası Meclis'te Anayasayı değiştirecek çoğunluk ve Cumhurbaşkanlığı iktidara armağan edilince bu rejime karşı daha iyi mücadele edileceğini düşünmüyorum.
Parla T24'te yazdığı bir başka yazıda "muhalefet partilerinin meclisi terk etmek gibi sistemin meşruiyetini radikal biçimde sorgulatacak parlamento-içi eylemli muhalefet türlerine" geçmeleri zamanının yaklaştığını belirttmiş. Bu önerme Parla'nın rekabetçi otoriterlik üzerine kaleme aldığı yazıyla çelişiyor. Yani iktidar seçimleri tanımayacak kadar totaliter fakat Meclis'i terk etmek bir anda o sistemin meşruiyetini sorgulatmaya yeterli olacak. Bu tarz analizler tutarlı olmamasının yanında muhalefetin iktidara daha fazla alan açması ve güç bırakması sonuçlarını doğurur.
Bu eleştirilere çare sokaktır şeklinde cevap verenler çıkabilir. Gerçekten de önümüzdeki dönemde iktidarın atacağı hukuk dışı adımların ve hak ihlallerinin önünü kesmek için muhalefetin protesto kanallarını açık tutması gerekiyor. Nitekim protesto eylemlerinin rejim tarafından baskılanmasına rağmen Türkiye'nin farklı bölgelerinde çevre aktivistleri, kadın hareketi temsilcileri, Kürtler, üniversite öğrencileri, işçiler, avukatlar, doktorlar başta olmak üzere farklı gruplar toplumsal tepkilerini sokakta gösterdiler. İktidarın baskı politikalarını geriletmek açısından bu eylemleri çok kıymetli görüyorum.
Fakat sokak ile sandık arasında bir zıtlık kuran bir radikalizm Türkiye'de demokratikleşme sağlayamaz. Meclis'ten çekilen, seçim yoluyla iktidar değişikliği olabileceğine inanmayan bir radikal bakış açısı üzerinden kurulan sokak denklemi Erdoğan'ı zayıflatmaz. Bilakis bu tarz eylemleri Erdoğan OHAL ilan etmek, muhalif siyasetçileri kriminalize etmek ve çok daha sert bir otoriter rejim inşa etmek için fırsata çevirebilir.
Parla'nın kaleme aldığı tarz "eleştirel" yazılar Erdoğan rejimiyle daha iyi mücadele imkanı sağlamak yerine tam tersi etki yaratıyor. Parla'nın çizdiği her şeye hakim rejim önermesi tabanı daralmış, elit desteği bile azalmış, kendi içinde ciddi kavgalar ve bölünmeler yaşayan ve fahiş hatalar yapan bir iktidara sahip olmadığı bir güç atfediyor.
"Ana akım siyaset bilimi" dışında kalmanın böyle avantajları var. Sizden daha ikna edici argümanlar karşısında ne yeni bir kavram ne de daha başarılı bir siyasi program koymanız beklenmiyor. Zira retorik düzeyde ve nasıl olsa uygulanmayacak sert çıkışlar yaparak kendinizi herkesten daha muhalif olarak gösterebiliyorsunuz. Zaten kendi ekolünüz dışındaki kimseyi ikna edemediğinizi ve edemeyeceğinizi bildiğiniz için kısa alanda paslaşmalarla yetiniyorsunuz.
Rekabetçi otoriterlik kavramına yönelik yöntem üzerinden eleştiri getiren analizler de var. Geçtiğimiz hafta Can Cemgil'in T24'te çıkan yazısı bu eleştirilere güzel bir örnek teşkil ediyor. Aslında yazı rekabetçi otoriterlik hakkından doğrudan analiz yapmak yerine, "eleştirel" sosyal bilimler ekolünün Karşılaştırmalı Siyaset Bilimi alanına yönelttiği eleştirileri bu kavrama uyarlamış. Bu yazıya göre rekabetçi otoriterlik kavramını kullanan çalışmalar birbirlerinden çok farklı özellikler taşıyan vakaları aynı kategoriye sokarak genellemeler yapıyor. Bu çalışmalarda kullanılan "ideal tipler" Batı ülkelerinin tarihine dayanarak belirleniyor ve dünyayı ampirik açıdan betimlerken yeterince derinlikli analizler sunmuyor. Daha da kötüsü liberal demokrasiyi tarihin sonu olarak görüyor ve demokratik rejimi de sadece seçimlerin serbest ve adil şekilde yapılmasına indirgiyor. Bu eleştiriler aslında daha kapsamlı bir analize layık fakat kısaca cevaplandırmaya çalışacağım.
Cemgil'in "Karşılaştırmalı Siyaset alanında artık bu eleştirilere kısmen yer veriliyor olsa da" yapılan çoğu çalışmanın modernleşme teorisini merkeze aldığı kanısına nasıl vardığını bilmiyorum. Fakat özellikle 1980'li yıllardan başlayarak Karşılaştırmalı Siyaset alanında özellikle Batı dünyası dışında kalan ülkelerin kendi özgül tarihsel koşullarından doğan sanayileşme/kalkınma sorunları, hızlı şehirleşmenin tetiklediği sosyo-ekonomik ve siyasi zorluklar, Washington Konsensus'unun getirdiği neoliberal politikaların yolaçtığı derin eşitsizliğin siyasi etkileri, siyasi kurumların tüm bu gelişmelere bağlı olarak değişimi, siyasi parti ve sosyal hareketlerin kitleleri mobilize etme yöntemleri ve demokratik ve otoriter rejimlerin kendi aralarındaki farklar, nasıl inşa edildikleri ve iktidarda kaldıkları gibi birçok güncel sorunu inceleyen çalışmalar yapılıyor.
Geçen hafta yayınlanan yazısında Hasret Dikici Bilgin'in belirttiği gibi rekabetçi otoriterlik üzerine düşünmek bu rejimlerde sermayenin rolünü ve alt sınıflar için seçim mekanizmasının nasıl çalıştığını gözardı etmek anlamına gelmiyor. Türkiye'de alt sınıflar AKP döneminde de 12 Eylül askeri rejimi altında da siyasi baskı altına girdi ve kazanımlarını kaybetti. Fakat 12 Eylül rejimi bu programı büyük oranda şiddet ve baskı politikalarına dayanarak, siyasi parti ve sendikalara yaparak başarırken, AKP rejimi baskı politikalarının yanına rıza mekanizmalarını da güçlü şekilde oturttu. Erdoğan, Kenan Evren'in hayal bile edemeyeceği bir popülariteye ulaşırken, AKP seçimleri kazanma zorunluluğu nedeniyle ülke genelinde müthiş bir örgütlenme kapasitesi geliştirdi. Aradaki büyük farkların üstü iki rejimin de emekçi kesimlere düşman olması üzerinden kapatılamaz. Otoriter rejimler arasındaki farkları hafife alarak ve onları farklı kategorilere yerleştirmekten kaçınmak tam da Cemgil'in eleştirdiği farklı vakaları genelleştirme sorununa bizi götürür.
"Vakaların ve araştırma nesnelerinin özgül niteliğine ve yeganeliğine vurgu" yapan çalışmalara ana akım siyaset biliminde yer olmadığı iddiasının da hayli mübalağalı olduğunu düşünüyorum. Sadece Türkiye'de değil, birçok ülke ana akım siyaset biliminde tek veya iki farklı vaka analizine dayalı çalışmaların sayısı hayli yüksek. İstatistiki yöntemlere dayalı çalışmaları bir kenara bırakırsak, son dönemde sayısı artan çoklu vaka analizleri vakaların özgül niteliğini reddetmeden vakalar arasındaki benzerlikleri sistematik olarak analiz ederek ortak bazı faktörlerin siyasi olaylara nasıl etki ettiklerini incelemeye çalışıyor. Cemgil'in eleştirileri ciddiye alınırsa sadece farklı ülkeleri değil, o ülkelerde farklı dönemleri bile aynı anda analiz etmek mümkün olmayacak. Sonuçta AKP ilk dönemiyle son dönemi arasında bile özgül nitelik ve yeganelik açısından farklar olduğu söylenebilir.
Cemgil'in rekabetçi otoriterlik kavramının kullanımını "kategorilerin emperyalizmi" olarak görmesi oldukça ilginç. Zira bu kavram Batı ülkelerindeki örneklerden yola çıkarak analiz yapmak yerine, bu coğrafya dışında kalan ülkelerin kimisinde görülen farklı rejim tiplerini daha nesnel şekilde tanımlamak için ortaya çıktı. Dolayısıyla, bilakis bu vakaların daha özgün koşullarını değerlendirme amacıyla rekabetçi otoriter vakaların kusurlu demokrasilerden farklı yönlerini göstermeyi hedefliyor. Ne ırkçı ne de Oryantalist bir taraf içermediği gibi bu rejimlere sahip ülkelerdeki ciddi hak ihlallerini kültürel açıklamalarla mazur görmeye çalışanlara da gerekli cevabı vermiş oluyor. Açıkçası kategorilerin emperyalizmi eleştirisinin her gördüğü yere neoliberalizm kavramını koyarak analiz yapanlar için daha uygun olduğunu düşünüyorum. Araştırma nesnelerinin özgül niteliğinden dem vuran "eleştirel" çalışmaların her vakaya tek bir ana teori üzerinden ve hep aynı kavramlarla incelemeleri belki bu eleştiri için daha doğru bir adres olabilir.
Son olarak rekabetçi otoriterlik kavramının dünyayı açıklamak yerine sadece betimlediği önermesini bu alanda yapılan çalışmaları takip eden biri tarafından kolaylıkla çürütülebilir. Herhangi bir siyasi rejimin nasıl işlediğini anlamak için onu öncelikle kategorize etmek ilk adım oluyor. Meslektaşım Şebnem Gümüşçü ile kaleme aldığım ve Third World Quarterly dergisinde 2016'da yayımlanan çalışmamızda bunu yapmıştık. Bu kavramı kullanarak yapılan çalışmalar AKP'nin inşa ettiği otoriter rejimi açıklama açısından son yıllarda çok ciddi bir mesafe kaydetti.
Örneğin tek başıma ve Şebnem Gümüşçü ile birlikte yaptığım çalışmalar Türkiye'deki rekabetçi otoriter rejimin seçimlerde nasıl işlediğini, 2016 darbesinin bastırılmasında oynadığı rolü, 2019 seçimlerini iktidarın neden kaybettiğini ve ahbap çavuş kapitalizmine dayalı kayırmacı kaynak dağıtımı üzerinden nasıl kurulduğunu incelemektedir. Yunus Sözen ve Hakan Yavuzyılmaz hem genel hem de yerel düzeyde seçimlerin nasıl gerçekleştiğini irdelediler. Ergun Özbudun ve Şule Özsoy Boyunsuz hukuk sisteminde yaşanan kapsamlı değişimleri detaylı şekilde analiz ettiler. Murat Somer bu tarz rejimlerin neden kutuplaşma yarattığını, siyasi kutuplaşmanın toplum üzerindeki olumsuz etkilerini ve nasıl aşılabileceğini değerlendirdi. Ayrıca Murat Somer, Kerem Öktem ve Karabekir Akkoyunlu başta olmak üzere birçok akademisyen Türkiye'de ortaya çıkan bu yeni tip otoriter rejiminin eski dönemlerden nasıl farklı olduğunu ve bu farklılıklara hangi faktörlerin yol açtığını tartıştılar.
Bilge Yabancı'nın çalışmaları bu rejimin sivil toplum üzerindeki etkisini; Kerem Yıldırım, Ali Çarkoğlu, Servet Yanatma, ve Murat Akser ise basını nasıl şekillendirdiğini analiz etti. Mert Arslanalp ve Deniz Erkmen Türkiye örnek vakası üzerinden bu tarz rejimlerin protesto eylemlerini nasıl idare ettiğini, toplumsal hareketleri nasıl baskıladığını incelediler. Burak Bilgehan Özpek ve Erdi Öztürk bu rejimin dış politikasını çözümlediler. Şebnem Yardımcı Geyikçi, Hakan Yavuzyılmaz, Toygar Sinan Baykan ve Pelin Ayan Musil'in çalışmaları başta AKP olmak üzere son dönemde Türkiye'de siyasi partilerin ve parti sisteminin nasıl değiştiğini anlamaya çalıştı. Son olarak, Orçun Selçuk, Dilara Hekimci, Evren Balta ve Seda Demiralp Türkiye'de iktidarın muhalefet tarafından hangi stratejiler takip ederek sandıkta yenilgiye uğratıldığını değerlendirdiler.
Eminim ki, bu kavramı kullanan çalışmalardan unuttuğum daha birçokları vardır. Ama şu liste bile bu alandaki literatürün kütüphane dolduracak noktaya geldiğini gösteriyor. Çoğu Türkiye'de yaşayan ve Erdoğan rejimine eleştirel yaklaştıkları için çok fazla riski göze alarak bu yayınları yapan akademisyenlerin oldukça kısa sürede ortaya çıkardığı bu külliyattan bihaber şekilde yapılan bu tür genellemeci ve hakkaniyetsiz eleştirilerin, akademik tartışmalara en ufak bir katkısı olmayacağı gibi okurları da ikna edeceğini sanmıyorum. Bu zengin külliyatı gözardı edenlerin "ana akım siyaset bilimi" dışında kalmalarına da çok şaşırmamak gerektiği kanısındayım. Günümüz akademisinde ideolojik kalelerimizin arkasına saklanarak, farklı ekolden çalışmaları küçük görerek ve çarpıtarak başarı kazanmak mümkün değil.
Rekabetçi otoriterlik kavramının aslında "safsata" olduğunu göstermek için bu özelliğe sahip rejimlerin diğer otoriter rejimlerden farklı olmadığını gösterebilmek gerekir. Gördüğüm kadarıyla bu tarz "eleştirel" yazılarda ideolojik tutuculuğu ve polemik hevesini aşan bir analiz ortaya konulmuyor. Türkiye'de siyasi rejimin giderek otoriterleştiği konusunda iki farklı ekol arasında bir görüş birliği var. Fakat Erdoğan iktidarı meşruiyetini düzenli olarak seçimlere gitmekten alıyor ve muhalefet partileri karşısında ciddi avantajlara sahip olmasına karşın o seçimleri kazanması da yüzde yüz garanti değil. Tabii ki, seçimlerin yapılıyor olması böyle otoriter bir rejimi meşrulaştırmaz ve olumsuz etkilerini azaltmaz. Ama bu seçimlerin hiçbir etkisi olmadığını, Türkiye'deki otoriterliğin seçim düzenlemeyen totaliter rejimlerden farkı olmadığını düşünmek sadece ampirik olarak yanlış değil, daha da vahimi, siyaseten de iktidar muhaliflerinin elini son derece zayıflatıyor.
Rekabetçi otoriterlik üzerine yapılan çalışmalar hızla gelişiyor. Fakat "zamane siyaset bilimciler" olarak araştırmamız gereken önemli konular var. Örneğin, Türkiye'deki rekabetçi otoriter rejimin politik ekonomisinin zaman içinde nasıl değiştiği, Latin Amerika ve Doğu Avrupa'daki muadillerinden farkları ve ne kadar sürdürülebilir olduğu önemli bir araştırma konusu olarak öne çıkıyor. Rekabetçi otoriter rejimlerin iktidarlarını nasıl sağlamlaştırdıklarını biliyoruz fakat muhalefetin iktidarı sandık yoluyla nasıl değiştirebileceği, ne tip stratejiler takip etmesi gerektiği hususlarında yeni çalışmalara ihtiyacımız var. Bu tarz rejimlerde iktidarların muhalif grupların en radikal unsurlarını öne çıkararak muhalefetin bir araya gelmesini nasıl engelleyebileceği hakkında daha fazla düşünmeliyiz. Önemli olarak gördüğüm diğer bir araştırma alanı da otoriterleşmenin muhalif kampta yarattığı olumsuz etkilerin nasıl aşılabileceği ve muhalefetin seçimleri kazanması durumunda demokratikleşmeyi nasıl başarabileceği sorusu. Bu sorulardan görüldüğü gibi daha yapacak çok işimiz var.
Berk Esen kimdir? Halen Sabanci Universitesi Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi'nde öğretim üyesi olan Berk Esen, siyaset bilimi alanında doktorasını 2015 yılında Cornell Üniversitesi'nden aldı. Ayrıca, Sabancı Üniversitesi’nde çalışmaya başlamadan önce Eylül 2015 ile Ağustos 2020 arasında Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünde öğretim üyeliği yapmıştır. Araştırmalarını Türk siyaseti, otoriterleşme ve siyasi partiler alanlarında yürüten Dr Esen’in güncel çalışmaları Party Politics, Journal of Democracy, Third World Quarterly, Armed Forces & Society, PS: Political Science & Politics, South East European Society and Politics, Journal of Near East and Balkan Studies, Mediterranean Politics, Turkish Studies ve Birikim gibi akademik dergilerde yayınlanmıştır. Dr. Esen 2020 yılında Bilim Akademisi tarafından her sene sadece iki siyaset bilimciye verilen Genç Bilim İnsanları ödülüne ve 2018 yılında Sakıp Sabancı Uluslarası Araştırma ödülüne layık görülmüştür. |