İstanbul Boğaz hattının Kuzey'e doğru olan son semtleri Karadeniz'e dökülür ve deniz orada köpükleşmeye, azgınlaşmaya başlar. Bu semtlerden biri olan Sarıyer'de doğup büyüyen biri Boğaz'da ve Kilyos'ta en az bir kere denize girmediyse ayıplanır, kabile dışı bırakılır. Çok şükür, ikisini de defalarca yapmış biri olarak denizci nişanımı çok küçük yaşlarda hak etmiştim.
Gerçek bir Sarıyerliyseniz, bu sularda yüzdükten sonra yapmanız gereken bir şey daha vardır; o da balık tutmak. Bu sınavdan da yine küçük yaşlarımda geçmiştim. Pazarbaşı Orduevi'nin biraz aşağısındaki küçük iskeleye bağlı pancar motor balıkçı teknesine gece karanlığında atlanır, lüks lambası titreye tireye yanar ve yola çıkılır. Teknenin önünde bir yeşil bir de kırmızı ışık göz kırpa kırpa süzülür Boğaz'da. O küçücük teknenin gece karanlığında ilerlerken yanından geçen dev gemiler, o yaşta daha da dev görünüyordu. Yanlarından geçene kadar hafif bir heyecan çöker, sonra yine süzülürdük denizde.
Babamın anlattığına göre iki dev palamut yakalamışım. Babam bazen tek başına çıkardı balığa. Benim iki palamutun aksine onun birkaç defa martı yakalamışlığı vardır. Bir de hiç balık çıkmazsa, eve dönüşte meydandaki balık pazarından balık tedariki yapardı.
Babam bunu hobi olarak yaptığı için eve dönerken pazardan balık almasında bir sorun yok elbette. Ama bir balıkçının oltasına o gün balık takılmazsa eve ekmek de gitmez. Çünkü pazara götürüp satacağı bir balık yoktur.
Bir balığın ölümü, bir balıkçının yaşayabilmesinin sebebi. Bunun farkında olup balığa saygı duyanlar da küçük tekne balıkçılarıdır. Büyük tekneler balığa saygı duymaz; küçük büyük, çoluk çocuk demeden avlar onları. Küçük tekne balıkçısının onlara duyduğu saygıyı belki de en güzel Sait Faik Abasıyanık'ın 'Dülger Balığının Ölümü' öyküsündeki şu sözler anlatır:
"Hepsinin gözleri güzeldir. Hepsinin canlıyken pulları kadın elbiselerine, kadın kulaklarına, kadın göğüslerine takılmağa değer. Nedir o elmaslar, yakutlar, akikler, zümrütler, şunlar bunlar?...Mümkün olsaydı da balolara canlı balık sırtlarının yanar döner renkleriyle gidebilselerdi bayanlar; balıkçılar milyon, balıklar şan ü şeref kazanırdı."
Öykünün tamamını merak edenler yazının sonunda 'dülger balığı'yla tanışabilir.
Bu meseleye hayranlık duyan başka biri daha var; fotoğraf sanatçısı Hasan Cem Araptarlı. Araptarlı, objektifinin odağına İstanbul balıkçılarının gündelik yaşamını alıyor ve beş yıl süren fotoğraf çekimlerini bir sergide topluyor.
Dün (3 Aralık Cumartesi), açılışı yapılan ve 18 Aralık'a kadar Bomontiada'da görülebilecek serginin detaylarını Hasan Cem Araptarlı'nın kendisinden dinleyin…
- Bu sergide izleyiciler neler görecek?
Diasec baskılar, ışıklı baskılar ve NFT olmak üzere üç farklı teknikte ve çok büyük boylarda 55 fotoğraf olacak sergide. Serginin küratörlüğünü fotoğraf sanatçısı Ali Kabaş yaptı. Ayrıca ziyaretçilere bir sürprizimiz daha olacak. Yazar Figen Şakacı; balıkçıların, martıların, bulutların, denizin ağzından şahane metinler yazdı. Sergiyi gezenler fotoğrafları seyrederken bu metinleri de okuyacak.
- Serginin çıkış noktası ne oldu, neden İstanbul'un balıkçıları?
Bu aslında balıkçılıkla ilgili bir proje değil. İstanbul Balıkçıları, bu karmaşık dünya sistemi içerisinde ayakta kalmaya çabalayan modern insanın, sistemle mücadelesinin sembolü. Arkadan üzerinde milyonlarca Euro'luk konteynerler bulunan uluslararası bir yük gemisi, yani sistem geçerken, hemen 50 metre açığında onun dalgasından devrilmeden birkaç yüz liralık rızkını çıkarmaya çalışan bir balıkçı, yani biz duruyoruz… Arka planına İstanbul'un büyüleyici güzelliğini alarak bu hikâyenin peşine düşmek heyecanlandırdı beni.
- Denizde ve karada balıkçılarla beş yıl boyunca toplamda kaç saat geçirdiniz, hangi rotalarda fotoğrafları çektiniz?
Proje dağınık olarak beş yıla yayıldı. Pandemiden önce üç yıl ve pandemiyle beraber de iki yıllık bir çekim süreci oldu. Saatlerle sayamayacağım kadar çok süreyi denizde geçirdim. Sabahları gün doğmadan 05:00 civarında denizde olup akşama kadar Boğaz'da fotoğraf peşinde koştuğum onlarca gün hatırlıyorum. Balat'tan Karadeniz açıklarına kadar her yerde çekim yaptım.
-Proje için ağ atan büyük tekneler değil küçük balıkçı tekneleri ile çalıştığınızı görüyorum. Onları neden katmadınız bu projeye? Dediğim gibi bu aslında balıkçılıkla ilgili olan bir proje değil. Sıradan insanın bu vahşi kapitalist dünya düzeni içerisindeki ayakta kalma mücadelesini sudan yansıyan görüntülerle anlatmak istedim. Hâliyle tek seferde 50 ton balık çeken tekneler bunu pek sembolize etmiyor.
- Şu an her şey gibi balık fiyatları da el yakıyor. Balıkçılar ne düşünüyor bu konu hakkında?
Tüm bu olumsuzluklar uzun yıllardır süren plansızlıkların neticesi. Sen boğazda balık türlerine zarar veren her türlü avlanma yöntemine izin verirsen balık malık kalmaz tabii. Bu da fiyatları uçurur. Bundan mutlu olacak kimse yok.
- Bir balıkçının günlük rutini nedir? Kaçta kalkar, kaç saatini denizde geçirir…
Olta balıkçıları gün doğmadan denize çıkar. Sabahın erken saatleri balıkların beslenme zamanıdır ve en bereketli balık bu saatlerde olur. İş, balığı tutmakla bitmez tabii. Bir de bunların restoranlara satılması telaşı vardır. İlk giden en pahalıya satar balığını. Mekânlar limitlerini doldurdukça balığa verecekleri fiyat da düşer haliyle. Öğlene kadar bu yarış sürer, sonrasında genelde eve gidilir.
- Marmara Denizi'nde nesli tükenmekte olan balıklar var mı?
İstanbul Boğazı deniz ticaret trafiğinin çok yoğun olduğu bir yer. Bu durum hâliyle denizdeki canlı türlerini rahatsız ediyor. Bir de buna denizin dibini kazıyan trolleri, tek seferde ufak büyük demeden tonlarca balığı çeken gırgırları ekleyince bundan her balık türü zarar görüyor tabii. On yirmi yıl önceyle kıyasladığınızda boğazdaki balık çeşidi ve adeti çok daha az ne yazık ki!
- Balıkçılarla geçirdiğiniz bu vakitte sizi etkileyen insan hikâyesi ne oldu?
40 yıllık emektar bir balıkçıyla teknesinde sohbet ediyorduk bir gün. "Bu külüstür iki çocuk okuttu" diye başlamıştı hikâyesine. Çocuklardan birinin ruhsal sıkıntıları olmuş. Bir gün Galata Köprüsü'nden atmış kendini! Ve çocuğu gene balıkçılar kurtarmış. Şimdi daha iyiymiş. Bu hikâyeyi hiçbir zaman unutmayacağım.
- İstanbullular en taze balığı nerede bulabilir?
Günlük balığın satıldığı balık pazarlarında.
- Sizin favori balığınız hangisi?
Benim favori balığım lüfer ve çıtır çıtır yiyeceğiniz istavrit, tekir gibi küçük balıklardır.
Dülger Balığının Ölümü Hepsinin gözleri güzeldir. Hepsinin canlıyken pulları kadın elbiselerine, kadın kulaklarına, kadın göğüslerine takılmağa değer. Nedir o elmaslar, yakutlar, akikler, zümrütler, şunlar bunlar?... Mümkün olsaydı da balolara canlı balık sırtlarının yanar döner renkleriyle gidebilselerdi bayanlar; balıkçılar milyon, balıklar şan ü şeref kazanırdı. Ne yazık ki soluverir ölür ölmez, öyle ki, büzülmüş böceklere döner balık sırtının pırıltıları. Benim, size ölümünü hikâye edeceğim balığın öyle parıltılı, yanar döner pulları yoktur. Pulu da yoktur ya zavallının. Hafifçe, belirsiz bir yeşil renkle esmerdir. Balıkların en çirkinidir. Kocaman, dişsiz, ak ve şeffaf naylondan bir ağzı vardır: Sudan çıkar çıkmaz bir karış açılır. Açılır da bir daha kapanmaz.Vücudu kirlice, esmer renkte demiş miydim?Rum balıkçıların hrisopsaros -Hristos balığı- dedikleri bu balık, vaktiyle korkunç bir deniz canavarı imiş. İsa doğmadan evvel, Akdeniz'de dehşet salmış. Bir Finikeli denize düşmeye görsün! Devirdiği Kartacalı çektirmesinin, Beni İsrail balıkçı kayığının sayısı sayılamamış. Keser, biçer; doğrar, mahmuzlar; takar, yırtar; kopararır atar; çeker, parçalarmış. Akdeniz'in en gözü pek; insandan, hayvandan, fırtınadan, yıldırımdan, belâdan, işkenceden yılmaz korsanı, dülger balığının adından bembeyaz kesilirmiş.İsa, günlerden bir gün, deniz kenarında gezinirken sandallarını büyük bir korkuyla bırakıp kaçan balıkçılar görmüş. "Ne oluyorsunuz?" diye sorunca balıkçılara; "Aman" demişler balıkçılar, "elâman! Elâman bu canavardan! Sandalımızı kırdı, arkadaşlarımızı parçaladı. Hepsinden kötüsü, balık tutamaz olduk, açlıktan kırılırız."İsa, yalınayak, başı kabak, dülger balıklarının yüzlercesinin kaynaştığı denize doğru yürümüş. En kocamanını, uzun parmaklı elleriyle tutup sudan çıkarmış. İki elinin başparmağı arasında sımsıkı tutmuş, eğilmiş, kulağına bir şeyler söylemiş...O gün bu gündür dülger balığı, denizlerin görünüşü pek dehşetli, fakat huyu pek uysal, pek zavallı bir yaratığıdır. Birçok yerlerinde çiviye, kesere, eğriye, kerpetene, destereye, eğeye benzer çıkıntıları, kemikle kılçık arası dikenleri vardır. Dülger balığı adı ona bunlardan ötürü takılmış olmalı.Bütün bu alat ü edavatın dört yanını, şeffaf naylondan diyebileceğimiz işlemeli bir zar çevirmiştir. Kuyruğa doğru bu incecik zar azıcık kalınlaşır, rengi koyulaşır, bir balık kuyruğunun biçimini alır.Oltaya tutuldu muydu dünyasına, sulara küsüverir. Nasıl bir korku içine düşer kimbilir? Onun için dünya bomboştur artık. Oltadan kurtulsa da fayda yoktur. Suyun yüzüne yamyassı serilir. Kocaman gözleriyle insana mahzun mahzun bakar durur. Sandala aldığınız zaman dakikalarca onun sesini işitirsiniz. Ya, sesini! Bir o, bir de kırlangıç balığı sandalda ölünceye kadar ikide bir feryada benzer, soluğa benzer acı bir ses çıkarır. İnce zardan ağzını bir kere ağlara vurmasın, küstüğünün resmidir dülger balığının.Bir gün, balıkçı kahvesinin önündeki; yarısı kırmızı, yarısı beyaz çiçek açan akasyanın dalına asılmış bir dülger balığı gördüm. Rengi denizden çıktığı zamandı. Yalnız aletlerinin etrafını çeviren incecik, ipekten bile yumuşak zarları titreyip duruyordu. Böyle bir oynama hiç görmemiştim. Evet, bu bir oyundu. Bir görünmez iç rüzgârının oyunuydu. Vücutta, görünüşte hiçbir titreme yoktu. Yalnız bu zarlar zevkli bir ürperişle tatlı tatlı titriyorlardı. İlk bakışta insana zevkli, eğlenceli bir şeymiş gibi gelen bu titreme, hakikatte bir ölüm dansıydı. Sanki dülger balığının ruhu, rüzgâr rüzgâr, bu incecik zarlardan çıkıp gidiyordu; bir dirhem kalmamışcasına.Hani bazı yaz günleri hiç rüzgâr yokken, deniz üstünde bir meneviş peydahlanır. İşte böyle bir cazip titremeydi bu. İnsanın içini zevkle, saadetle dolduruyordu. Ancak, balığın ölmek üzere olduğu düşünülürse, bu titremenin anlamı hafifçe acıya yorulabilirdi. Ama insan, yine de bu anlama almamağa çalışıyordu. Belki de bu, harikulâde tatlı bir ölümdür. Belki de balık, hâlâ suda, derinliklerde bulunduğunu sanıyordur. Karnı tok, sırtı pektir. Akşam olmuştur. Denizin dibinin kumları gıdıklayıcıdır. Altta, dişi yumurtaları, üstte erkek tohumları sallanıyor, sallanıyor, sallanıyordu. Vücudunu bir şehvet anı sarmıştır. Birdenbire dehşetli bir şey gördüm: Balık tuhaf bir şekilde, ağır ağır ağarmağa, rengini atmağa, hem de beyaz kesilmeğe giden bir hal almağa başlamıştı. Acaba bana mı öyle geliyor? Sahiden rengini mi atıyor? Demeğe, dikkatli bakmağa lüzum kalmadan, yanılmadığımı anladım.Kenarları süsleyen zarların oyunu çabuklaşmağa, balık da, git gide, saniyeden saniyeye pek belli bir halde beyazlaşmağa başladı. İçimde dülger balığının yüreğini dolduran korkuyu duydum. Bu, hepimizin bildiği bir korku idi: Ölüm korkusu.Artık her seyi anlamıştı. Denizlerin dibi âlemi bitmişti.. Ne akıntılara yassı vücudunu bırakmak, ne karanlık sulara, koyu yeşil yosunlara gömülmek. Ne sabahları birdenbire, yukarılardan derinlere inen, serin aydınlıkta uyanıvermek, günün mavi ve yeşil oyunları içinde kuyruk oynatmak, habbeler çıkarmak, yüze doğru fırlamak. Ne yosunlara, canlı yosunlara yatmak, ne akıntılarla âletlerini yakamozlara takarak yıkanmak, yıkanmak vardı. Her şey bitmişti:Dülger balığının ölüm hali uzun sürüyor. Sanki balık su hava dediğimiz gaz suya alışmağa çalışmaktadır. Hani biraz dişini sıksa, alışması mümkündür gibime geldi.Bu iki saat süren ölüm halini, dört saate, dört saati sekiz saate, sekiz saati yirmi dörde çıkardık mıydı; dülger balığını aramızda bir işle uğraşırken görüvereceğiz sanıyorum.Onu atmosferimize, suyumuza alıştırdığımız gün, bayramlar edeceğiz. Elimize görünüsü dehşetli, korkunç, çirkin ama, aslında küser huylu, pek sakin, pek korkak, pek hassas, iyi yürekli, tatlı ve korkak bakışlı bir yaratık geçirdiğimizden böbürlenerek onu üzmek için elimizden geleni yapacağız. Şaşıracak, önce katlanacak. Onu şair, küskün, anlaşılmayan biri yapacağız. Bir gün hassaslığını, ertesi gün sevgisini, üçüncü gün korkaklığını, sükûnunu kötüleyecek, canından bezdireceğiz. İçinde ne kadar güzel şey varsa hepsini, birer birer söküp atacak. Acı acı sırıtarak İsa'nın tuttuğu belinin ortasındaki parmak izi yerlerini, mahmuzları, kerpeteni, eğesi, testeresi ve baltasıyla kazıyacak. İlk çağlardaki canavar halini bulacak.Bir kere suyumuza alışmağa görsün. Onu canavar haline getirmek için hiç bir firsatı kaçırmayacağız. Sait Faik Abasıyanık |
Berna Abik kimdir? 1988 yılında İstanbul'da doğdu. Editörlük hayatına dünyanın önemli şehir dergilerinden biri olan Time Out'ta başladı. Daha sonra Doğan Burda dergi grubu bünyesindeki İstanbul Life dergisinde çalıştı. Son olarak T24 ekibine katıldı; burada editörlük ve video röportajlar yapıyor. |