MALATYA
2011 yazı… Kırklareli İğneada’daki yazlığımıza doğru, yazlık arkadaşlarım Sanem Gençalp ve Ahmet Sarsılmaz ile turuncu bir kamyonla İstanbul’dan yola çıkıyoruz. Evet, kamyon. Ve evet turuncu bir kamyon. Bir sene önce kendi tiyatroları Tiyatro Lir’i kurmuşlardı ve oyunlarının dekor taşıma işini de bu kamyonla yapıyorlardı. Biz de Ada’ya bu kamyonla yola çıkmıştık.
Ahmet Malatyalı, Sanem Kırklarelili… O zamanlar henüz evli değillerdi ve dünya tatlısı kızları Gazel henüz yoktu. Ama hep, bir çocukları olursa ortaya çıkacak bebeğin aşağı yukarı bana benzeyecek bir çocuk olacağı konusunda şakalaşırdık. Zira benim de babam Malatyalı, annem Kırklarelili. Yani Gazel’in anne babası gibi.
Kader işte…
O gün yol boyunca CD’sini döndüre döndüre defalarca dinlediğimiz bir albüm vardı kamyonda: Kardeş Türküler’in yeni çıkan ‘Çocuk (H)aklı’ albümü. İlk defa o zaman tanışmıştım Kardeş Türküler’le.
16 parçadan oluşan şarkılar albümde yazıldığı şekliyle; Türkçe, Kurmancî, Lazca, Kırmancki / Zazaca, Çeçence, Arapça ve Ermenice dilleriyle söyleniyor.
O kadar çok sevdim ki Kardeş Türküler’i, albümü elime alıp incelerken tanıdık bir isim gözüme çarptı. ‘Güneşim Rıza’ şarkısının şiirini yazan, yıllardır Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu’nda büyük emekleri olan tiyatro eğitmeni ve çevirmen Cüneyt Yalaz’dı.
Cüneyt Hoca ile ben henüz ortaokulda okurken tanışmıştım. O zamanlar cuma günleri okulun son iki saati öğrencilerin tercih ettiği -bir nevi üniversitelerdeki seçmeli ders gibi- bir ders olurdu. Ben de tiyatroyu tercih etmiştim.
Bütün bir yıl boyunca Federico Garcia Lorca’nın ‘Don Kristobita ile Dona Rosita’nın Acıklı Güldürüsü’ne çalışıp, nihayetinde de okulda oyunu sahnelemiştik.
Yani ilk tanıştığımız günden aşağı yukarı 11 yıl sonra Cüneyt Hoca ile Malatyalı arkadaşım sayesinde tekrar karşılaşmıştım.
Kader işte…
16 Şubat 2023 Malatya… T24 ekibi olarak deprem bölgelerinden haber yapmak için çıktığımız yolda o sabah Adıyaman’dan Malatya’ya geçiyoruz. Ne benim ne de kütüğü Malatya’da olan babamın henüz bir kere bile gitmemiş olduğumuz Malatya’ya ilk gidişimin neredeyse on binlerce canın enkaz altında kaldığı bir deprem sebebiyle olacağını asla tahmin etmezdim.
Kader işte…
Karlı Malatya yollarında güneşin ilk ışıklarında ilerlerken aklıma Kardeş Türküler’in o albümü düştü yine, kulaklığımı takıp Cüneyt Yalaz’ın yazdığı ‘Güneşim Rıza’yı açtım. Pakrat Estukyan başladı şiiri okumaya…
“Güneşin ilk ışıklarıyla çık sokağa
Telaşlı gürültüsüyle yolunu kesecek bir okul bahçesi
Solmuş formaları ve boyasız kunduralarıyla selamlayacak çocuklar seni…”
Malatya’nın Yeşilyurt ilçesine bağlı Kiltepe’deki Muhsin Yazıcıoğlu Ortaokulu’nun bahçesine giriyoruz. Günlerdir gördüğüm en içimi ısıtan sahneyle karşılaşıyorum. Bahçeye kurulmuş satranç tahtası şeklinde kocaman siyah beyaz karelerin üzerinde, neredeyse kendi boyları kadar büyük olan filleri, vezirleri nereye götüreceğini tartışan bebeler ve çocukların satranç oyunlarına katılan iki çevik kuvvet polisi. Bu sefer şiirdeki gibi ‘solmuş formaları’ yok üzerlerinde, zaten okula da ders zili çaldığı için gitmemişler. Isınması olmayan okul sınıflarında masaları birleştirip gece üzerinde uyumak için oradalar. Ama bu, güneşin biraz da olsa ısıttığı güne uyandıklarında bahçede her şeye inat gülerek satranç oynamalarına engel değil. Yine de güneşli havaya aldanıp her şey yolunda sanmayın bu okulda. Detayları Candan Yıldız’ın ‘Malatya’da lağım suyuyla kirlenen battaniyeyi kurutup tekrar kullanmak zorunda kalmak!’ başlıklı yazısından okuyabilirsiniz.
Şiire devam ediyor Pakrat Estukyan:
“Kızların perçeminde bir bahar
Vitrin çatlatır oğlanların afacan sesiKavgalar, oyunlar, sefertasları..."
Dev satranç tahtasının öte tarafından bir ses geliyor. “Rokkooo, Rokkooo! Gel oğlum.”
Elindeki pet şişesiyle okulun köpeği Rokko’ya su vermeye gelen Muhammed’in afacan sesi bu. Muhammed’in gözleri kehribar rengi. “Vay be, ne kadar yakışıklısın” deyince utanıyor biraz ama gülümseyerek Golden Retriver Rokko ve yanında kulakları daha henüz kesilmiş olduğu anlaşılan kangal yavrusuna sularını içirmeye devam ediyor…
Okuldan çıkıp Malatya merkeze gidiyoruz. Tarihi Yeni Cami yıkılmış. Yeni Cami, Malatyalıların ‘Büyük Zelzele’ diye adlandırdıkları 3 Mart 1894’te meydana gelen depremde yıkılan Hacı Yusuf Camii’nin yerine yapılmaya başlanmış. Halkın yardımı ve Padişah II. Abdülhamid’in katkılarıyla devam ettirilmiş ve yapımı ancak 1913’te tamamlanmış. Yıkılan caminin hemen önüne ufak bir çadır kent kurulmuş, 50 çadır var yok...
Şiire devam ediyor Pakrat Estukyan:
“Şehirler yıkar, şehirler kurar çocukların neşesi…”
Çadırların arasında yürürken renkli bir AFAD çadırına rastlıyorum. Üzerinde rengarenk ‘Psikososyal Destek Merkezi’ yazıyor. İçeri giriyorum. Çadırın kapısı başka bir boyuta açılıyor aniden. Günlerdir duymadığım gülme sesleri. Üstelik cıvıl cıvıl çocuk sesi. Bu kadar acının kederin içinde nasıl oluyor da böyle neşeli kalmayı başarabiliyorlar.
Çadır kentlerde depremzede çocuklar için kurulan ‘Psikososyal Destek Merkezi’; çocukların okul ortamını yaşamalarını ve deprem anında yaşadıkları travmaya dair duygularını, düşüncelerini ifade etmelerini amaçlıyor.
Görev yeri Trabzon’da olan ve gönüllü olarak Malatya’ya giden rehber öğretmen Yahya Aktaş çocukların durumunu şöyle özetliyor bana:
"Yaşadıkları acıyı, kayıpları ve travmayı resimle, masalla ya da psikolojik danışmanlarımızla bireysel görüşme yaparak anlatabiliyorlar. Yetişkin bireylere destek sunan klinik psikologlarımız da var. Onlar okullarda şu an, ona ihtiyaç duyan yetişkinlerimizi de okullarımıza yönlendiriyoruz ve bireysel görüşmeler gerçekleştirebiliyorlar.
Çocuklar ne yaşadıklarının çok farkında değiller. En çok etkilendikleri şey gece vakti apar topar yataklarından kaldırılıp dışarı çıkarılmaları çünkü depreme dair bir algıları yok. Ölümün ne olduğunu bilmiyorlar… Ne olup bittiğinden habersizler ama günlük rutinlerinin bozulduğunun da farkındalar. Normalde şu an okulda olmalıydık, neden okulda değiliz diyorlar…”
Şiire devam ediyor Pakrat Estukyan:
“Her çocuk biraz eşkıya, biraz umuttur yakından baktığında…”
Gaziantep’in Şahinbey ilçesindeki GASMEK (Gaziantep Büyükşehir Belediyesi Sanat ve Meslek Eğitim Kursları) binasındaki taziye evine yerleştirilen Suriyeli Sidra ve ailesi geliyor aklıma. Kendisi ve kardeşleri de bir depremzede olan bu aile de böyle bir destek merkezinden yardım alabilse keşke diyorum içimden. Sidra Türkiye’de doğmuş, o yüzden Türkçe konuşabiliyor. 8. sınıfa kadar okumuş ama sonra okulu bırakmış. Sebebini sorduğumda ise hiçbir Türk çocuğun kendisiyle oynamadığını, konuşmadığını ve kendini çok yalnız hissettiği için artık okula gitmek istemediğini söyledi. Yani bizim çocuklarımız -elbette çocuklar evde ne konuşuluyorsa dışarıda onu yapıyor ve söylüyor, dolayısıyla burada sözüm çocuklara değil ailelerine- Sidra’ya biraz eşkıya muamelesi yapmış.
Sidra isminin anlamına internetten baktığımda iki güzel şey çıktı karşıma. Birinci anlamı: Cennetteki son ağaç.İkincisi: İnsanoğlunun bilim ve sanatta ulaşabileceği son nokta.
İşte bu. Yani ‘bizim eşkıya Sidra’ya yakından baktığımızda isminin ikinci anlamıyla nasıl da umut oluyor hepimize.
Ev sahipleri şu anda yaşadıkları evden kendilerini çıkarmak istiyormuş; “Bize yardım edemez misin?” diye soruyor bana. “İstanbul’a teyzemin yanına gitmek istiyoruz ama nasıl gideceğimizi bilmiyoruz” diyor. Telefon numarasını alıyorum. Vedalaşırken, “Ben sana haber vereceğim” diyorum. “Tamam ama olmazsa da haber olur mu” diyor… (Sidra ve ailesinin ihtiyaçları için temaslar kurduk.)
Sonra başka bir ‘eşkıya’ geliyor aklıma. Bu seferki Adıyaman’da. Adıyaman Üniversitesi’nin bahçesi yurt dışından gelen kurtarma ekiplerinin çadırlarıyla dolu. Murat Sabuncu Ermenistan kurtarma ekiplerinin yanına gidip sohbet ederken ekiplerinden biri beni yanına çağırıyor. İki küçük Suriyeli kız kendisine bir şeyler anlatıyor ama tabii ki anlaşamıyorlar. Çevirmemi istiyor. Kızlara ne istediklerini soruyorum. “Onların çadırlarından bize de veremezler mi?” diyor. Maalesef diyorum. “O zaman biz onların yanına, bu çadıra taşınabilir miyiz?” diye soruyor. Ona da maalesef demek zorunda kalıyoruz. Ermenistan arama kurtarma ekibi çadır veremese de kendini küçük kızlara affettirmek için kocaman bir koli erzak veriyor.
Erzağın gelmesini beklerken biz de sohbet ediyoruz. Klasik bir yetişkinin soracağı hiç de sürpriz olmayan “Okul nasıl gidiyor?” sorusunu sorup, “Türk arkadaşların var mı?” diye de ekliyorum. Yok diyor. Çünkü Türkler ve Suriyeliler ayrı sınıflarda okuyormuş hatta teneffüs zamanları bile farklıymış. Eğer Suriye sınıfından çok çalışkan biri olursa onu Türk sınıfına alıyorlarmış. “Ben de çok çalışkanım ama beni almıyorlar” diyor. İşte benim küçük çalışkan eşkıyam! İnsan umut doluyor bu çalışkanlıkla.
Murat Sabuncu’nun Ermenistan çadırındaki sohbetini merak edenler buradan okuyabilir.
Geleceğe umut olacak çocukları düşünüyorum. Bilim yolunda ilerleyecek, bu düzeni yıkıp yerle bir ederek işini kadere bırakmayıp temelleri sapasağlam bir dünya kuracak çocukları.
O sırada aklıma Hatay’daki enkazdan 60 saat sonra sağ çıkmayı başaran 20 günlük Kerem bebek geliyor aklıma. Avucunda annesinin saçlarını sıkı sıkı tutan bebek.
Bu kader değil işte…
Pakrat Estukyan, Hovhannes Tumanyan’ın ‘Hin Orhnutyun / Eski Dua’ şiirinden alınan son dizeleri fısıldıyor kulağıma:
“Çok yaşayın çocuklar
Ama yaşamayın bizim gibi
Siz, çok yaşayın çocuklar…”
Gazel’i
Muhammed’i
Sidra’yı
Ve umut dolu tüm eşkıya çocukları Süreyya Berfe’nin o unutulmaz dizesiyle selamlayarak:
Çocuklar, hayatın ölüme verdiği gözdağıdır…
Berna Abik kimdir? 1988 yılında İstanbul'da doğdu. Editörlük hayatına dünyanın önemli şehir dergilerinden biri olan Time Out'ta başladı. Daha sonra Doğan Burda dergi grubu bünyesindeki İstanbul Life dergisinde çalıştı. Son olarak T24 ekibine katıldı; burada editörlük ve video röportajlar yapıyor. |