Roman seviyor, polisiye seviyor, sinemaya hayran, denebilir ki edebiyatın tamamını seviyor, eskiden piyesler yazmış, opera biliyor, müzikle ilgileniyor, Victor Hugo üstüne beş biyografi okuyor da yetmiyor, yeni bir şey bulabilirim umuduyla altıncısına -Graham Robb- başlıyor.
Anna Karenina'da bayıldığım bir söz söyletir Tolstoy, "Zevk" der, "bilinmezi çözmekte değil, onu araştırmaktadır."
Yedincisi Kara Afrika'da ister Fransızca isterse İngilizce -ya da İspanyolca, Yunanca- basılsa, eminim onu da ne yapıp edip getirtecek ve günlerce evden çıkmadan kitaba gömülecek.
Yazıya ara verdim, gecenin bir vakti, biraz Reggiani çalıyorum, "ce soir, je bois"…
Geçen gün, gece prensesi çiçeğini gördüm ilk kez hayatımda, sene boyunca bakılırmış da sadece birkaç saatliğine açarmış, onu beklemeden uyuyakalırsan, sabah uyandığında, yerde çürümeye hazır ölgün yapraklar.
Kokusu kalır mı toprakta, benim içime çektiğim, geceyarısını çoktan devirmiştik, bir evin küçük bahçesinde, gece prensesi çiçeği.
Kadehi iki parmak dolduran akik rengi viskiyi, içindeki büyücek top buzu, gece prensesini, şehrin ışıklarından göremediğim yıldızları yazmak istiyordum.
Saatlerce Hugo konuşsa herkesin hayranlıkla dinleyeceği adam kalkıp ülkeyi savaşa sürükleyen yazılar yazıyor.
Basit analojiler içinde her zamanki kıvrak dili.
"Herkes kırmızı ışıkta geçerken siz de kırmızı ışıkta geçmek zorundasınız, durursanız arkadan çarparlar. Önce geçersiniz, bunun doğru bir davranış olup olmadığını sonra tartışırsınız."
Biri milliyetçiliğe yüklenirse, kaza olmasın diye, mecburen, bizim de milliyetçiliğe gaz vermemiz gerekiyormuş.
Barış diyenler, kazanmak üzere olan "Türk ordusunun yenilgiyi kabul etmesini" istiyorlar, anladığım kadarıyla, beşinci kol faaliyeti yürütüyorlarmış.
Milliyetçilik yarışları, dünyaya kötülükten, kandan, ölümden, nefretten başka bir şey getirmemiş gibi şunları yazıyor: "Sana karşı milliyetçilik yapılıyorsa sen de yapmak zorundasın. Üstüne geliniyorsa cevap vermek zorundasın. Onlar kırmızı ışıkta geçiyorlarsa sen de geçmek zorundasın."
Ateşkes, arabuluculuk, diyalog, diplomasi, konuşma gibi terimlere yer yok artık, varsa yoksa kırmızı ışık analojisi, yeter ki arkadan çarpmasınlar…
Şu analojiyi manalı bir yere konumlandırmaya çalışıyorum ama nasıl olacağını bir türlü bulamıyorum.
Bir dört yol ağzında olabiliriz ama herkes kırmızıda geçmeye çalışıyorsa, yeşilde de geçiyor olduklarını kabul ediyoruz, aslında kimse bir yere gidemiyordur.
Kazadan, ambulans sirenlerinden başka bir şey görülmez, işitilmez olur o kavşakta.
Herkesin kırmızıda geçmeyi kafasına koyduğu kavşak, Çılgınlar Kavşağı olabilir ancak, oradan da uzak durmak gerekir.
Ya da, becerebiliyorsan şayet, herkesin yolu "adaletli" paylaştığı bir düzeni, tarafları ikna ederek oluşturman.
O kavşakta barış olmasın isteyenler de bir tek tabut üreticileri ile mezar taşı yapanlar olabilir.
Bir tek onlar zarar görür barıştan, o yüzden, gidip o kavşağı paylaşan köylere, ikisinin de daha haklı olduğunu söylersin, kılıç hakkıdır orası, anavatandır, vaat edilmiş topraktır, şudur budur…
Galeyana getirdiğin kalabalığı sürersin kavşağa, onlar çarpışadururken sen kendi ticaretine bakarsın.
Ne kadar çok kan akarsa o kadar kârlı olur senin için.
O kadar çok alkış alırsın gittiğinde köylere, diyalog kuralım da şu kavşakta başka kaza olmasın, diyenlere saldırtırsın kalabalığı, "tam kazanmak üzereyken!" dersin gözlerini titreterek, "bu kavşak bizimdir, daha da hızlı geçeceğiz."
Bu köylere gidip Hugo anlatamazsın, ilgilenmezler çünkü, daha büyük dertleri vardır, kavşaktan kim geçecek, kimin otomobili daha süratli, kaza yapmadan geçen köyde muzaffer bir komutan gibi karşılanacak.
Gece prenseslerini de göremezler, yabancı dilde bir roman okumaya çalışmaz, hayatın tadını çıkararak tiyatroya gidemez, şöyle gönlünce bir şarkı dinleyemez olursun.
Hamaset kutsallaştırırken ölümü, perdeler hayatı.
"Size Sayın BaşkanımYazdığım bu mektupBelki de okursunuzBirazcık vakit bulup"
Reggiani, Cezayir'e sürüklüyor beni bu gece, kokulu çiçeklerin güzelliğini yazmayı isterken kalakaldım milliyetçiliğin berbat kavşağında, kadehi fırlatmak isteği duvara, Hugo biyografileri rafta yan yana, klavye başında gitmeyeceği savaşın nutuklarını atmakla meşgul.
Koklayabilecek miyim bir kez daha yeni açmış gece prensesi çiçeğini de oturmuş savaş çığırtkanlığını yazıyorum…
Ama viranelerde açmıyor, yıkıntılar arasında yeri yok gece prenseslerinin, narin bir çiçek, yılda sadece birkaç saat, güneşi görmeden.
Patent sayısıyla, Nobel'le, sanatla ölçmekten vazgeçip "öteki" hamasetiyle yoğurduğunda, milliyetçilik, demanstan beter bir hastalıktır, savaşa gönderdiği toplumun kaynakları israf olurken izler öylece çürüyüşünü.
Sahte analojiler, hamasi savaş nutukları arasında Reggiani.
Hepsini susturmak, bitsin bu gece, ne Reggiani ne milliyetçilik.
Sadece Frollo, hepimiz adına.
"Tu vas me détruire… beni mahvedeceksin…"