Bütün dünyada tarımsal faaliyetler ve gıda üretimi, çok uluslu, hemen her alanda faaliyet gösteren devasa büyüklükteki birkaç şirket tarafından kontrol edilir hale geldi. Aslında “gıda ve tarım”, neoliberal politikaların en saldırganca uygulandığı alanların başında geliyor. Dolayısıyla, hem ekolojik ve hem de toplumsal değişimlerin en yıkıcı şekilde ortaya çıktığı yerde burası. Toplumsal hayatımızı ağ gibi sarmış ve aslında hayat dediğimiz dokuyu aşındıran bir yapıdan söz ediyoruz. Tarım ve gıda üretiminde endüstriyel tekniklere ağırlık veren, kendine yeterlilik değil ihracatı hedefleyen, girdisi bol çıktısı kıt olan bir yapı. Bütün dünyaya yayılmış öyle bir yapı ki bu, Dünya Ticaret Örgütü ile uluslar arası varlığı ve çıkarları koruma; IMF ve Dünya Bankası tarafından önerilen yapısal uyum programlarını uygulamaya hevesli pek çok ülke tarafından da sürekliliği garanti altına alınmış durumda. Rekabetin değil işbirliğinin -ne yazık ki- varlık koşullarını oluşturduğu çokuluslu şirketlerden oluşan bu yapının tamamen görünmez olduğu bile söylenebilir. Örneğin, Mc Donalds’ı, Starbucks’ı bilir ama Monsanto’yu, Tyson’ı, BASF’yi bilmeyiz. Günümüzde küreselleşme karşıtı hareketin en faal ve dişe dokunur unsurlarından biri olan “Gıda Egemenliği” hareketinin karşısında durduğu ve hedef aldığı şey tam da bu yapı.
“Gıda Egemenliği” hareketinin öncüsü olan “La Via Campesina” (kırsal yol veya köylü yolu) örgütü, 1993 yılında Belçika’nın Mons kasabasında, küçük çiftçi ve üreticileri Dünya Ticaret Örgütü’nün dayattığı tarım ürünleri ticaretindeki liberalleşmeye karşı korumak amacıyla kurulmuştur. Şu an, 70 ülkeden yaklaşık 150 yerel örgütün katılımcı olduğu hareketin üyelerinin büyük kısmını “topraksız çiftçiler” oluşturuyor. Amaç, neoliberal politikaların yarattığı ekolojik tahribatı durdurmak, yerel tarımsal faaliyetler ve gıda üretimi süreçlerini tekrar kurmak veya canlandırmak ve “yerelde kendine yeterliliği sağlamak” olarak özetlenebilir. Hareket bu amacı gerçekleştirmek için mevcut sisteme net karşı duruşlar içeren bir faaliyet planına ve olumlu bir politik bakış açısına sahip. Bu nedenle, daha önce tarım ve gıda üretim süreçlerine yön veren ancak bir hak beyanı olmaktan öteye gitmeyen “Gıda Güvencesi” yaklaşımından ayrılıyor.
Gıda Egemenliği hareketinin odak noktasında küçük çiftçi var ve bu yönü ile de yavaş gıda hareketi ile bir ortak paydaya sahip olduğu söylenebilir. Yavaş Gıda hareketi toplumsal hayattaki daha hızlı, daha büyük ve daha kısa sürede anlayışı ile paslaşan ideal sistemler olarak kurgulanmış fast food kültürüne ve hızın en temel belirleyici olduğu bir dünyada yemek için harcanacak zaman olmamasına geliştirilen bir itiraz. Henüz yabancısı değiliz aslında; Annelerimizin mutfağının ne kadar kıymetli olduğundan söz eden bir hareket bu.
Yavaş Gıda veya İngilizce'deki ifadesiyle “Slow Food1” yerel üreticileri, ekosistemi ve lezzeti öne çıkaran bir yemek yapma anlayışını korumak amacıyla 1986'da bir grup İtalyan tarafından kurulan “ArciGola”derneğinin zaman içinde küresel ölçekte destek bulduğu uluslararası bir hareket. İtalya’da yirmi bin nüfuslu küçük bir kasaba olan Piedmont hareketin merkezi. Ancak kısa sürede İtalya dışına taşarak Batı ülkelerinin damak tadına düşkün elit tüketicilerinden, Afrika ve Uzak Asya’nın çok fakir çiftçilerine uzanan geniş bir yelpazede kendine yer bulan küresel ölçekte bir hareket haline geldi. Şu an 150’den fazla ülkede 100 bin civarında üyesi var. Hareketin temel esprisi obezite ile açlık veya yetersiz beslenmenin aynı nedenlerden kaynaklandığını öne sürmesi. Hareket üretici tüketici ayrımını ortadan kaldırarak tüketicileri yapacakları tercihler ile üretim sürecinin bir parçası kılmaya çalışıyor. Hem tarımsal tekniklerde ve hem de yiyeceklerin hazırlanmasında geleneksel olarak adlandırılabilecek yöntemlere ağırlık verilmesini öneriyor. Aslında yöntem demek de yetersiz veya yanlış olacak; çünkü Yavaş Gıda hareketi yaşam tarzında bir değişiklik öneriyor. Küçük üreticilerin ve biyolojik çeşitliliğin korunması; doğal hayatı tahrip eden endüstriyel tarımsal tekniklerin reddi; beslenme alışkanlıklarımızda ve mutfak kültürümüzde bir anlamda eskiye dönüş ya da fast food olarak adlandırılan (ülkemizde anlaşıldığı gibi sadece fast food zincirlerinden beslenme değil bütün bir endüstriyel gıda üretimi süreçlerinden kaçış) yemeğin değil tıkınmanın ön planda olduğu beslenme tarzının değiştirilmesi yavaş gıda hareketinin temel hedefleri arasında yer alıyor. Özetle söylemek gerekirse, Yavaş Gıda hareketine göre, mutfak bir iş değil kültürdür ve her yerde ve her zaman geçerli ‘standart’ bir damak tadı yoktur.
Hangi ülkeye bakarsak bakalım sonuç değişmiyor; hiçbir şey bir toplumun gıda ve tarımsal faaliyetlerindeki değişim kadar toplumsal hayatı derinden etkileme gücüne sahip değil. Gıda ile olan ilişkimiz optimal çözümü araştırılan bir mühendislik problemi gibi ele alınamaz. Alınmamalı. Bir coğrafya ve değişken olsa da, o coğrafyada sürekliliği olan bir iklim sistemi içinde bir şeyleri eker, biçer, toplar, saklar, dağıtır ve paylaşırız. Yiyeceklerimizi nasıl ürettiğimiz ve nasıl beslendiğimiz bir toplumun ortak hafızasını oluşturan en güçlü unsurlardan biri. Muhafazakâr olmamız, işi ağırdan almamız, ancak kılı kırk yararak bir şeyleri değiştirmemiz gereken en önemli şeylerden biri.
Ölüm oruçlarında her geçen günle birlikte kaygılar artıyor; ancak görünen o ki mevcut hükümetin hiçbir kaygısı yok. Bu durumun nereye kadar gidebileceğini görmek için sanki bir oyundaymış gibi sürekli el yükseltiyor; ölüm üzerine pazarlık yapmak ölecekler bu kadar gözden ırak ve görünmez olunca çok daha kolay oluyor kuşkusuz.
Bir yanda ölüm oruçları sürerken gıda, tarım ve beslenme konularından söz etmek anlamsız geliyor. Ama her sorun bir şekilde birbirine değiyor aslında. Çözüm yolları da çeşit çeşit değil. Sorun bir şeylerin umursanmaması veya görmezden gelinmesi değil; bunun da payı vardır kuşkusuz, ama asıl sorun, bir araya gelme, kolektif eyleme geçme yetimizin felç olmuş olması. Konuşuyor, öfkeleniyor, üç beş kişi bir araya gelip yürüyor, yazıyor… ama nihayetinde hiçbir şey yapamamış oluyoruz. Azınlığız, güçsüzüz, çare olmuyor. Apolitik bir çağda yaşıyoruz. Hâlâ bir umut var mı bilmiyorum. Kanımca insanlık bu yüzyılın sonuna ulaşmadan son derece kapsamlı bir çöküş yaşayacak. Bunun engellenebilir bir şey olduğuna pek inanmıyorum. Politikanın imkânlarını geliştirmek için en baştan başlamak, kolektif bir eylemi mümkün kılan ne ise onu hatırlamak gerekiyor. Dostluk. Her tür politik hareketin yegâne başarısı dostane ilişkiler kurmaya bağlı artık. Sıkı dostluklar kurmaya. Bunu başaramazsak hiçbir şey için umut kalmayacak.
1 Yavaş Gıda hareketi üzerine, SinekSekiz yayınevi tarafından Çağrı Ekiz’in güzel Türkçesi ile dilimize kazandırılan “Slow Food Devrimi” isimli kitap konu ile ilgilenenlere güzel bir kaynak teşkil ediyor.