Geçen Perşembe Ottawa Üniversitesi’nden (Kanada) Dr. Peter Jones ile bir yuvarlak masa toplantısında bir araya gelme imkânı bulduk. Jones, İstanbul Kültür Üniversitesi bünyesinde etkinlik gösteren Küresel Siyasal Eğilimler Merkezi’nin (Global PoliticalTrends Center – GPOT) davetlisi olarak geldi ve katılımcılara İran’ın “Arap Baharı” sürecini nasıl değerlendirdiği konusunda sunum yaptı, ardından soruları yanıtladı.
Peter Jones, ilgi alanları arasında Ortadoğu bulunan bir akademisyen. Böylesi bir konu başlığında onu bilhassa yetkin kılan ise İran’ın güvenlik politikaları konusunda uzman olması.
Jones sözlerine Arap Baharı’nın İran’ın lehine bir durum yaratmadığını, bu devletin Arap Baharı’nın “kaybedenleri” arasında yer aldığını söyleyerek başladı. Siyasal İslam’ın Ortadoğu’da yükseldiği bir sürecin, mevcut rejimi İslam devrimiyle kurulmuş bir devletin aleyhine oluşunu ise özetle şöyle açıklıyor Jones:
İran’ın 25-30 yıldır Arap ülkelerinin sokaklarında hissedilen nüfuzu azalıyor, bu ülkelerin halkları için bir rejim modeli olma özelliği zayıflıyor, buna karşılık Mısır ve Tunus yükselen modeller olarak beliriyor. Türkiye de bir olası model olarak sahneye çıkıyor.
Arap Baharı ile ilgili İran’da üç değişik kesimin farklı değerlendirmelerde bulunduğunu belirtiyor Jones. Ülkedeki dini liderlik, yani mollalar, en azından retorik düzeyde halk ayaklanmalarını selamlıyor ve bunları uzun süredir bastırılan İslami kimliğin silkinişi olarak, bir diğer deyişle İslami bir uyanış olarak tanımlıyor.
Ulemadan olmayan siyasal elitler, yaniJones’un deyişiyle “teknokratlar”(söz gelimi Cumhurbaşkanı Ahmedinejad) Arap Baharı’nın Batı tarafından manipüle edildiğini savunuyor ve bunun Ortadoğu’da daha fazla bölünmüşlük ve artan Amerikan nüfuzunu beraberinde getireceğiuyarısında bulunuyor. İranlı aydınlar ise süreci basitçe, popüler olmayan rejimlere karşı halkların ayaklanması olarak niteliyor.
Peter Jones ayrıca İran devletini yönetenlerin şu anda bölgede Mısır, Türkiye ve Suudi Arabistan arasında bir ittifak olduğu tespitini yaptıklarını belirtiyor. Yaklaşık 25-30 yıldır Arap sokaklarında İran’a yönelik bir gıpta olduğunu ancak bunun azalmaya başladığını belirten Jones, İran’ın, bu yumuşak gücünün (“softpower”) azalıyor olmasından dolayı kaygılandığını dile getiriyor. Jones’a göre yeni Arap rejimleri ABD’yle ilişkilerini yeniden tanımlıyorlar ve bu da İran için bir rahatsızlık kaynağı.
Tabii bu yeniden tanımlama meselesi tartışmaya açık. Bin Ali ve Mübarek, Batı’nın fevkalade sadık müttefikleriydi ve şimdi Mısır’da İslamcılar iktidarda, Tunus’ta ise koalisyonun büyük ortağı konumundalar. Doğal olarak İsrail karşıtı, buna bağlı olarak da ABD karşıtı siyasetlerin Arap ülkelerinde iktidara gelmesi, yıllarca işbirlikçi rejimler tarafından yönetilmiş bu ülke hakları nezdinde İran’ı eskisi kadar çekici kılmayabilir. Anlaşıldığı kadarıyla Jones bundan bahsediyor.
Lakin işin bir de diğer boyutu var. Ortadoğu’da Müslüman Kardeşler geleneğinden gelen siyasi gruplar Arap Baharı sürecinde, taç giyen baş akıllanır hesabı, uluslararası sisteme eklemleniyor ve “sistem içi”aktörlere dönüşüyorlar. Sistem dışı aktörleri sisteme bağlama işlevini yerine getirmede Türkiye’deki AKP iktidarı baştan beri çok hevesliydiişin aslı, 2011’e kadar Suriye rejimine gösterilen yakın muhabbet, bu ülkeyi İran’ın nüfuzundan kopartma amacını da taşıyordu.
Daha Arap Baharı başlamadan çok önce de AKP, Jones’un deyişiyle “Müslüman Kardeşlerin felsefi çocuğu” olan Filistinli Hamas örgütünü sistem içine çekme çabasına girişmişti (2006’dan beri Türkiye’nin bu çabası sürüyor ve şu anda Hamas’ın fiilen İsrail’le savaşmıyor olmasında ve karargâhını Suriye’den taşımasında Türkiye’nin de etkisi olduğunu düşünmememiz için sebep yok).
Uzun lafın kısası, Jones’un ifade ettiği ABD’yle ilişkilerin yeniden tanımlanması mevzuu, devrilen işbirlikçi rejimlerin yerini alan İslamcı iktidarların, halklarının yüreğini soğutacak bir ABD politikası benimsemesi anlamında, hiç de söz konusu olmayabilir. Ki yeni rejimlerden şu ana kadar o yönde bir işaret de gelmedi. Aslına bakarsanız Libya örneğinde, devrilen rejimin değil yeni rejimin ABD işbirlikçisi olduğunu söylemek daha bile doğru olur. Elbette bu genel manzarada da İran’ı memnun edecek bir şey yoktur.
GPOT tarafından düzenlenen toplantıda Peter Jones, Batı’nın hiçbir zaman İran’ın Arap sokaklarındaki yumuşak gücünü anlayamadığını da söyledi. Batı’daki bir diğer hatalı yaygın kanının ise İran ile Lübnan Hizbullahı arasındaki ilişki olduğunu belirten Jones, Hizbullah’ın İran’ın kuklası ya da vekili olmadığını, İran için intihar etmeyeceğini, İran’ın düğmeye basmasıyla otomatik olarak harekete geçen bir güç olmadığını dile getirdi.
Suriye’nin Yugoslavyalaşması durumunda İran’ın, Suriye’de oluşacak bir Alevi devleti veya devletimsisi üzerinden bölgeye yönelik politikalarını hayata geçirmeye çalışabileceği gibi bir öngörüsü de var Jones’un. Bunu bir olasılık olarak ortaya koyuyor. Ancak bu olasılığın gerçekçiliği tartışmaya açık.
Olası bir Alevi devletçiğinin merkezi olarak düşünülen Lazkiye(ki gerçekten de 1. Dünya Savaşı’ndan sonra Lazkiye merkezli bir Alevi devletçiği Fransızlar tarafından kurulmuştu) nüfusunun yüzde 80’inden fazlasının Sünni olduğuna dikkat çeken yazar Fehim Taştekin, mezhepler üzerinden bir bölünmenin söz konusu olamayacağını belirtiyor.
Türkiye’de Ortadoğu uzmanı olarak bilinenlerin arasında Arapça bilen az sayıdaki insandan biri olan Taştekin, Suriye’de rejimin temel dayanağının Sünni orta sınıflar olduğunu, Alevi azınlığın yönetimindeki rejime isyan eden Sünni çoğunluk gibi bir imgenin gerçeği yansıtmadığını vurguluyor.
Taştekin’e katılmamak zor. Suriye’de Baas rejiminde pek çok Sünni, Başbakanlık ve Genelkurmay Başkanlığı gibi mevkilere kadar yükseldi. Baba Esad’ın en yakın adamlarından Abdülhalim Haddam, Mustafa Talas ve Abdullah el Ahmar gibi isimler de Sünnidir. Rejimi destekleyen köylerden gelen Hıristiyanlar sürekli istihbarat birimlerinde üst düzey pozisyonlara getirilmiş, Baas partisi üyeleri arasında da çok sayıda Sünni, Hıristiyan, Dürzi ve İsmaili yer almıştır.
Suriye’de Baas rejimini konsolide eden lider olan Hafız Esad, iktidarını sağlamlaştırmak için hep kendi aşiretinden ve memleketinden olanları kayırdı. Bunun ötesinde mezhepsel bir azınlık diktasından söz etmek isabetli olmuyor. Bunu söylemek baskıcı, eline geçmişte ve günümüzde kan bulaşmış, meşruiyeti tartışmalı bir rejimi meşrulaştırmaz. Ama rejimin olası çöküşü halinde İran’ın Suriye’de kendine müttefik olarak dört başı mamur, homojen bir siyasal “parça” bulma şansının düşüklüğünü gösterir.