Güneşin ara ara kendini göstereceğini evden çıkarken fark etmiştim. Havada sinsi bir rüzgâr vardı ama, sıcağı dalga dalga savuran bir rüzgâr. Ağır aksak, yorucu bir hava. Ağaç dalları uzun zaman susmak zorunda kalmış da bu hava sayesinde birbirine kavuşur gibiydi. Birbirlerine dokundukça hışırtılar yükseliyordu. Aklıma hemen şu söz düşüveriyor; dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur.
Ama bu sözü artık şöyle okuyabiliyorum; dağ dağa kavuşur, insan insana kavuşmaz. Neden mi?
İçim öyle birikmiş bir hâlde ki… Deprem bölgelerine gittim. 35 gün geçmişti depremin üzerinden. Elimden bir şeyler gelir diye gittim. Belki birine sarılırım, kaynayan kazanlarda çorba karıştırırım, yardım merkezine gidip ihtiyacını alamayan kişiye bir şeyler götürebilirim diye.
Akşam saatlerinde gazeteci arkadaşım Serhat Uçak'la Gaziantep'e vardık. 6 bin yıl önce yapılmış Gaziantep Kalesi'nin yıkılan surlarını gördük. Yerden neredeyse 30 metre yükseğe inşa edilmiş kaleden dökülen taşların bir kısmı içeriye itilmiş bir kısmı da hâlâ etrafta duruyordu.
Depremden altı saat sonra bölgeye ulaşan televizyon habercisi bir arkadaşımla buluştuk. Anlattıklarını dinlerken inanamıyordum. Gördükleri sahneler gözünden, zihninden silinmesi mümkün olmayan şeylerdi. Yardım için kimsenin orada olmadığını o da söylüyordu. Üç gün kimse gelmedi dedi. Yalan söyleyecek hâli yoktu. Üstelik insanlar neden yalan söylesin ki! Yoksa yok varsa vardır.
Gaziantep'ten Hatay'a gitmek için kiraladığımız araçla yola çıktık. Navigasyon bizi tam olarak dağların tepesinden götürüyordu. Ne ışık var ne tabela. Etrafta ara ara köylerden yükselen yaşam belirtileri, o kadar. Yaşam belirtisi dediysem uzakta kısık ışıklar. Bir de uzun mesafelerden sonra gördüğümüz, sanki yolcusu hiç olmamış ve olmayacakmış gibi görünen küçücük otobüs durakları.
Hatay'a yaklaşmıştık. Şehrin girişine yakın çadırlar gördüm önce, ardından yıkılmış ve yarı yıkılmış binalar. Her yer karanlık. Sokak lambaları etrafı aydınlatmaya utanıyor gibiydi. İlerledikçe çadırkentler ve insanların kendi kendine kartondan, poşetten yaptıkları derme çatma çadırlar.
Tekerlek döndükçe tablo kötüleşiyordu. Bir sağa bir sola bakıyordum. Hiçbir yere tam bakamıyordum. Zaten tam, tek parça bir yer de kalmamış. Korku tünelinden geçiyorduk sanki. Antakya'ya girmiştik ve Defne'ye gidiyorduk. Önce düşündüm, hakikaten 35 gün geçmesine rağmen hâlâ bu şekilde mi buralar diye. Ama evet hâlâ böyleydi. Antakya'ya ne olduğunu gün aydınlandığında görecektim. Ekranlarda görünenler neredeyse yarısı ya da bir kısmı. Adını siz koyun.
Sabaha karşı Defne'ye vardığımızda 'Dayanışma Gönüllüleri Koordinasyon Merkezi'ne gittik. Aslında spor salonu olan bu yer, şimdi depremde zarar görmüş, her şeyini kaybetmiş insanlara ihtiyaçların dağıtılması için bir merkeze dönüştürülmüş. Kocaman bir alan. İçinde aklınıza gelebilecek her çeşit yardım malzemesi var.
Burada görev yapan 65 kişi var. Kendi aralarında organize olmuşlar ve her hafta bir ekip çalışıyor. Başta Antakya olmak üzere İstanbul, Ankara ve İzmir'den gelen kimi avukat, kimi mühendis, kimi öğrenci, eğitimci, sağlıkçı ve kimi demir dökümcü.
Avukat olan çadırlara gidip hukuki konularda bilgi veriyor, normalde bir kafede çalışan 20 yaşındaki Berkay ise depremzedeler için her akşam "Yarın ne pişirsem?" diye düşünüp, elindeki malzemeye göre planlarını yapıp koca kazanlarda yemek pişiriyordu. Herkesin görevi var. Özenle yapıyorlar, incitmeden, içten. Gencecik, sorumluluk bilinci oturmuş, mücadelenin yaşatacağının farkında olan insanlar. İçindeki kalbin hakkını veren herkes burada elini taşın altına koymuş.
Merkezin önünde çadırlardan oluşan bir alan da var. Bir çadır kent değil ama yine de üzeri kapalı bir yerin altında kurdukları çadırlarda kalan aileler yaşamaya çalışıyor. Bu nasıl yaşamaksa… Organizasyon için bir araya gelen bu arkadaşlar sistemi yürür şekilde oturtmuş. Depremi yaşamış insanlar o merkeze gidip ihtiyaçlarını yazdırıyor, numarasını bırakıyor ve gidiyor. Bu insanların ihtiyaçları bir ya da birkaç koliye konuluyor ve hazırlandıktan sonra ihtiyaç sahibi aranıyor, o da gelip alıyor. Eğer uzaktaysa, bu arkadaşlar arabayla onların yanına götürüp bırakıyor malzemeleri. İlk haftalarda buraya çok insan yardım yolluyormuş ancak yardımlar azalmış. İhtiyaç çok, hızlıca eriyor. Çünkü herkesin her şeye ihtiyacı var.
Burada Nurdan Boz'la tanıştım. Nurdan Hanım, 2010 senesinde İstanbul Maltepe'de bulunan Dumlupınar İlköğretim Okulu'nda gittiği anasınıfında tuvalette bulunan lavabonun üzerine düşmesi sonucu hayatını kaybetmişti Efe Boz'un annesi.
Dünya tatlısı bir kadın kendisi. Kendi oturduğu sitedeki insanların hepsini bir WhatsApp grubuna toplamış. Ve topladığı paranın hepsiyle malzemeler almış koli koli. Ayrıca insanların verdiği kıyafet ve türlü malzemeleri de toplamış getirmiş. Eğer ikinci el ise bunlar, hepsi yumuşatıcılarla yıkanıp ütülenip verilmiş. O da kendi elleriyle götürüp dağıtıyordu. Emek emek.
Bu ikinci gelişiymiş, malzemeleri biriktirip yeniden dönecekti. Yine kendi aralarında topladıkları paranın bir kısmıyla hilti alınması ve şu aralar katıldıkları acil arama kurtarma eğitimleri de hepimizin beklenilen İstanbul depremine hazırlıklı olması gerektiğini örnek olarak gösteriyor bize.
"Deprem olduğunda kimse gelmezse, kimseleri bulamazsak en azından kendimizi ve komşularımı aldığımız eğitimlerle kurtarabiliriz" diyordu. Oradaki kimsenin hakkı ödenmez. İlk günden bu yana, afette zarar görmüş insalar için organize olan kimsenin hakkı ödenmez.
Gün aydınlandığında ise koca bir kabustu. Gerçek olamayacak kadar olan bir görüntüyü izliyordum. Kafanda bir şehir kur, yine zihninde bir deprem yarat ve o şehri yerle bir et, deseler bu kadarını hayal gücümle bile yapamazdım. Antakyalı gazeteci arkadaşım Serbay Mansuroğlu bizi Defne'nin Armutlu'suna götürdü. Yerle bir olmuş sokaklarına girmeye çalıştık. Sokaklara girmek de zordu çıkmak da. İnsanlarla tek tük karşılaşıyorduk. Bir çift gördüm, yıkılmış bir binaya bakıyorlardı.
- Eviniz miydi burası?
- Evet evimizdi ama bizim olan kat görünmüyor altta kalmış.
Serbay adama soruyor.
- Abi sen tavukçu değil miydin?
- Evet, her şey yerle bir oldu…
Bina preslenmiş ve kâğıt gibi olmuştu. Büyük üzüntüyle orayı izliyorlardı, sessizce. İnsanlar hâlâ şok içinde. Birisi bana, "Bak şu yıkıntıyı görüyor musun? Tam 54 kişi burada yanarak öldü" diyordu. Bu cümleyi kurmak ne zordu. Ama insanlar artık çökmüş, 50 yıl yaşlanmış gibiydi kalanlar. Sokaklarda tasmalı hayvanlar, yiyecek ve su arayan hayvanlar vardı. İnsanlar her yere yetişemiyordu.
Beslemeye çalıştığımız ve sonra veterinere götürmek istediğimiz bir kedi, bizden kaçtı. Peşinden gittik. Bir enkaza götürdü bizi. Hiç kimse dokunmamış oraya. Ve hâlâ hiç dokunulmamış yüzlerce bina, enkaz var. İnanılır gibi değil. O ev de, muhtemelen iki katlıydı.
Kar beyaz bir kedi perperişan olmuştu. Aç susuz mamasız. Eve biraz yaklaştık ve rüzgârla beraber hayatımda hiç tanımadığım bir koku vurdu yüzüme, gözlerim yandı ve aklım gitti bir an. Çok sertti ve anlatacak kelime henüz yok ya da ben bilmiyorum. Ceset kokuları yükseliyordu evden.
Kedi bırakamadı orayı, biz de onu yakaladığımızda tekrar kaçıp oraya gitti. O koku hâlâ burnumda. Mamasını bıraktık ve döndük. Şimdi arkadaşım iki günde bir gidip besliyor… Nereye kadar böyle gider orada bu hayat kimse bilmiyor.
Oradan dönerken jandarmayla karşılaştık, "Ne yapıyorsunuz?" dedi,"Kedi besliyoruz" diye yanıt verdim. "Siz ne yapıyorsunuz, nasılsınız?" diye sordum, "Ne yapalım hırsız kovalıyoruz, bıktık" dedi. "Çok var mı?" diye sordum. "Olmaz mı, özellikle akşamüstü ve akşam saatlerinde hırsızlık yapıyorlar" dedi.
Ertesi gün yine sokaklarda yürürken bir adam yanaştı arabayla ve "Asansör lazım mı abla?" dedi. Lazım değil deyip konuşmaya devam ettim.
- Ne cesaret bu işi yapabiliyorsunuz? 8 katlı bina elimle itsem çökecek gibi, nasıl girebiliyorsunuz?
- Ne yapalım, işimiz bu.
- Ben gazeteciyim biraz konuşmak istiyorum röportaj yapalım mı?
- Yok yapmayalım.
- Peki. Kaç paraya yapıyorsunuz?
- Para almıyoruz. İnsanların acılarını görseniz siz de girersiniz o evlere.
Tabii ki inanmadım, zaten sonra hızlıca basıp gittiler. 20 bin liraya kadar çıkıyor bu asansörcülerin fiyatları. Bazı insanlar ara ara gidip evlerinin olduğu sokakta evlerini yokluyor. Durumlar çok kötü. Şehirlerin üzerine sonsuz yas yağmış.
Antakya'nın köylerine gidiyoruz. Aşağıokçular ve Harbiye. Ne güzel coğrafyadır Hatay. Aşağıokçular'da çocuklara abur cubur dağıtıyoruz. Gözleri gülüyor ve tüm depremler tersine dönüyor sanki. Köpüklü baloncukların olduğu sulu kutuları veriyoruz. Hepsi birbirinin yüzüne üflüyor o çubuklardan. Ayaklarında terlik. Ya ters giymişler ya da çoraplarının ucu ıslak ve çamurlu. Hepsi arkadaş, hepsi akraba. Küçücükler. Sevgiyle ve paylaşmayı bilerek yetiştirilmişler, belli.
6 yaşında ya var ya yok bir kız çocuğuna iki kez aynı şeyi vermişim, fark etmedim. "Abla bana verdin arkadaşıma ver bunu ben istemiyorum" dedi. Gözlerim doldu, içime kaçtım. Bir çocuk "Abla sırt çantası istiyorum" dedi.
Kadınlar üstüne basa basa dedi ki, "Lütfen iç çamaşırı, ağda bezleri ve jilet göndersinler" hijyen hâlâ büyük sıkıntı afet bölgesinde. Adamın biri çorabını yıkıyor asıyor o havadaki kurusun, kuruyana kadar ayağına geçireceği ikinci çift çorabı yok. İnsanların hiçbir şeyi yok.
Harbiye'ye vardığımızda ise hayvanları olan depremzede genç bir kadın "Bir hafta hayvanlarımıza su bulamadık. Dağdaki kuyudan çamurlu su çıkarabildik de hayvanlarımıza içirdik. Bir taraftan bu hayvanlar süt veriyor. Satacağımız müşterilerimizin çoğu zaten öldü. Tüm sütleri çadır çadır dağıttık insanlar çocuklarını beslesin diye" anlatıyor. Devamlılığı olan desteğe ihtiyaçları var. Baklagil, terlik, eşofman, yap boz, konserve yiyecek…
Şehir neredeyse terk edilmiş. Tarım ve hayvancılıkla uğraşanlar gidemiyor. Zaten gitmek de istemiyorlar. Bir çiftçi ile konuştum. "Badem ağacı ve avokado fidanlarım var, duyurursanız belki almak isteyen olur" dedi. Belki okuyanlar varsa alıp arsalarına dikmek isteyen olursa çok mutlu olur. Böyle çok fazla çiftçi var.
Başka bir Antakyalı ise, "70 yaşımdayım, yurtdışında çalışıyorum senelerdir, kasabım. Beş tane evim vardı hepsi yıkıldı. Devlet şimdi bana bir tane ev verecek. Bu hak mı?" diye soruyor..
Sokaklardaki tamamen çökmemiş binalar ise adeta canlı bomba. Binalardan çatır çatır sesler geliyor. Şiddetli yağmur yağmıştı ve iyice gevşiyordu yarı yıkılmış binalar. Çöktü çökecek.
Enkazların döküldüğü bölgeden geçtik. Yıkılan ve oraya yığılan taş duvarın arası deresi ayrı hikâye. Perdeler, koltuk kenarları, defterler, oyuncak kafalar, aile fotoğrafları, etrafa saçılmış makarnalar, küstüm yastıklar ve aklınıza gelecek her şey. Hiç yaşanmamış gibi yığılmış. Taş, duvar olmaktan bu kadar utanmamıştır…
Arkadaşımın elini kedi ısırdığı için kuduz aşısı olmaya sahra hastanesine varıyor yolumuz. Devasa bir hastane ile karşılaşıyoruz. Çatlamış, yarısı bozulmuş, hasarlı bir hastane. Daha iyi malzemeyle daha küçük sağlam bir hastane yapma becerisi neden yok? Yazık insanlara. Az ileride sağlık bakanı ile karşılaşıyoruz. Etrafında ne medya var ne de etten bir duvar. Ayrılıyoruz. Türkiye'de yollara hastanelere dökülen saçılan paralara bir kez daha acıyorum, üzülüyorum içine sokulduğumuz duruma ve devam ediyoruz. Günler birbirini takip ediyor, acımasızca ve hepsi birbirinin aynı şekilde. Kurtuluş Caddesi'ni yürüyoruz. Kurtulamamış ve un ufak olmuş cadde. Eski Antakya ve insanların sadece yürümek için bile gittikleri bir cadde. Güven veren, kendini şehirde hissettiren, esnafıyla insanıyla mimarisiyle gerçek bir yer. Ama Antakya bitmiş. Yanımızdan CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu ve Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş geçiyor araçlarıyla. İnceleme yapmaya gitmişler. Plakasından tanıyoruz.
Serbay bize etrafı anlatıyor. Şehrine sahip çıkıyor, sesleri duyulsun istiyor, dayanışma yaşatır diyor. Tüm sokaklar enkaza dönmüş. "Burası sokaktı" diyor önceden ama baktığında anlamazsın zaten. Her şey yarım kalmış. İnsanların sevdası, insanların hatıraları, emekleri, gelecekleri, geçmişleri... Sokakta kalan hayvanlar ise şaşkın şaşkın iki başını okşayanın peşinden gidiyor. İçim paramparça oluyor. Hâlâ çadıra ihtiyaç var. Köylerde ve gittiğimiz her yerdeki insanlar diyor ki, "İnsanlar gelip bizimle sohbet etsin, konuşsunlar, insanlar bizi unutmasın onlara ihtiyacımız var…"
Samandağ'da ise farklı değil hiçbir şey. Etrafta yıkılmış binalar, yaşayan insanlara bir anda sinmiş çöküş, bitkinlik ve çaresizlik, yokluk. İnsanların enkazlarını kendi kiraladıkları vinçlerle kepçelerle kaldırılmasına da izin verilmiyor. Bölgeden gitmeyen ve gidemeyenler o yığıntının arasında yaşamaya çalışıyor. Kalanlar, keşke ben ölseydim, keşke ben de ölseydim diyor. Bu depremlerde enkaz altında kalan da öldü, kurtarılan da…
Ev hissi neydi? Ev neresi?