Devrim Evin, yıllardır hiç bozmadığı duruşu ve sanatıyla benim için bambaşka bir yerde. Evin, ülkemizden bir süre uzakta kalmış gibi görünse de üretmekten ve çalışmaktan hiç vazgeçmeyerek başarılı üretimlerini Londra’da da sürdürüyor. Kafka’nın 1917 yılında yazmış olduğu “Akademiye Bir Rapor” öyküsünden uyarladığı “APEx Çıkış Yolu Yok” oyunu ile bir süredir Türkiye’de de turnesine devam etmekte. Evin ile turnesinin İstanbul ayağında buluştuk, oyundan başlayıp ülkedeki siyasi ve sanatsal atmosfere uzanan bir sohbet ettik.
Oyunun çıkış hikayesini anlatır mısın? Nasıl bir süreçten geçtiniz hazırlanırken?
2015-16 sezonunda Küheylan oyununda çalıştığımız, yönetmen Malcolm Keith Kay ile tekrar bir şeyler yapmak istedik. Bu benim yaklaşık 5 yıldır yapmak istediğim bir öyküydü. Kafka’nın Akademiye Bir Rapor adlı öyküsünden yola çıktık, aslında birlikte yeniden yazdık diyebiliriz. Ve bunu bugüne kadar yapılmamış şekilde, daha yenilikçi daha iyi nasıl yaparız diye düşündük ve Malcom ile 2018’in şubat ayında buluştuk, mayıs ortasına kadar da beraber bir üretim sürecine girdik. Bir-bir buçuk ay metin yazımı, konsept oluşturma aşamaları ile geçti. Oktay Köseoğlu, oyun için orijinal 60 dakikalık bir senfoni besteledi. Oyunun grafik tasarımları Sercan Semiz tarafından yapıldı. Ve oyunda kullandığım özel maskı Melis Kartal yaptı. A’dan Z’ye oyunda kullandığımız kostümler de 100 yıllık malzemeler, ceketim de… Ayakkabılarım Japonya’dan alındı. Oyunda kullandığım maymun eli Amerika’dan geldi. Gerçekten de çok özel seçilmiş simgeler var oyunda ve sade bir tasarımı var. “Konferans performans” diyebilirim.
Biz bu hikâyede ötekilerin, göçmenlerin, ötekileştirilmiş, dışlanmış insanların hikayesini anlatmak istedik. Çünkü Kafka, zaten bir maymun üzerinden bu insanları anlatıyor. Bu insanlara ayna tutuyor. Biz de eşitsizlik, inanç, göçmenlik, bir yere ait olup olamama, yalnızlık meselesi gibi konular üzerinden bugünkü insanın modern kölelik sürecini ele aldık. Aslında çok özgür görünen insanın hiç de öyle olmadığını, ne kadar yalnızlaştığını ve bir o kadar da sisteme köleleştiğini anlattık, yeni bir metin oluşturduk. Ve 2016’da ben bir TEDx konuşması yapmıştım. O konseptten de etkilenmiştim…
Oyunun ismi ve yuvarlak kırmızı bir yuvarlak halıda anlatım, atmosfer oradan sanırım değil mi?
Evet isim ve konsept o. Akademiye Bir Rapor, 1917’de 100 yıl önce yazılmış bir öykü ve o zamanlar telefon yok, internet yok… Kafka, maymundan insana dönüşen karakterini akademide doçentlere, profesörlere konuşturuyor. Bir maymun entelektüel seviyesi çok yüksek insanlara konuşuyor ve maymunun nasıl iyi bir seviyeye geldiğini düşünmemizi istiyor. Dolayısıyla Kafka bu öyküyü 100 yıl sonra bugün yazsaydı nasıl olurdu, bu hikâyeyi, karakteri nereye oturturdu diye düşündük. Medya ve eğlence dünyasına hitap ettirdik. İcabında aynı anda konferans da yapardı periscope da canlı yayın da yapardı, etkileşim de alırdı gibi düşüncelerle konsepti bir TEDx konuşması gibi yerleştirdik. Ape: kuyruksuz maymunun adı, x: konuşmacı ve ana başlığımız da “Çıkış Yolu Yok”. Çünkü karakter, bir geminin kafesinde Afrika’da yakalanıp Avrupa’ya getirilirken tutsak bir halde sadece küçücük bir çıkış yolu arıyor.
Tam da bu noktada çıkış yolu aramak, bulmak ile özgür olabilmek kavramları arasındaki farkları anlatır mısın?
Evet karakterimiz bunu sorguluyor. Özgürlüğün ne olduğunu, çıkış yolu meselesinin ne olduğunu… Hem insanlık hem de kendi açısından ne demek olduğunu… Ve bunları somut olarak örneklerle koyuyor. Burada aslında kendisinin hiçbir zaman bir özgürlüğün peşinde koşmadığını, özgürlük kavramının kendisinin zaten problemli bir kavram olduğunu tartışıyor, yani Kafka bunu tartışıyor. Ve diyor ki burada mesele sizler için özgürlük olabilir ama benim için sadece bir çıkış yolu.
İnsanlar özgür olduklarını düşünüyorlar, başı boş dolandıkları zaman. Yani başı boş dolanma halinde özgür olduklarını düşünüyorlar. Ya da çoluk çocukları aileleri ile parklarda gezerken hoşça vakit geçirirken özgür olduklarını düşünüyorlar. Acaba gerçekten özgürler mi? Bu, özgürlük mü? Hristiyan, Müslüman, Yahudi, özgür adam, köle; bu kavramlar ne?.. Aslında hepimiz birbirimize benzemiyor muyuz, bu ayrışma neden? Ayrışmayı oluşturan şeyler ne, sistem ne? Biz mi acaba bu sisteme, o sandıklara oy pusulalarını atarak karar veriyoruz, yoksa sistem mi veriyor? Aslında biz veriyoruz, dolayısıyla bu çıkış yolunu bulup bulamamak, bu içinde olduğumuz kafesten çıkıp çıkamamak bizim elimizde. Oyun bunu biraz provoke ederek de anlatıyor. Yani sen şu an oturduğun koltuğunda rahatça oturuyor olabilirsin ama oturmamalısın, seni biraz rahatsız edeceğim diyor…
“Konfor alanın seni öldürecek” diye bir söz vardır…
Evet. Bu oyunun ana amacı şu: O koltuklarda oturan insanlar, farklı siyasi, ideolojik görüşe sahip ya da hiçbir ideolojiye sahip olmayan insanlar, vurdumduymaz olan insanlar; en azından yanında oturan insana bir gülümseyebilsin, en azından o an için aynayı kendi yüzüne tutup o sorgulamayı yapsın ve oradan bu ayrıştırmadan sıyrılarak çıkabilsin. Ve aynı zamanda, başka ülkelere göçen insanlar oralarda ne gibi sorunlar yaşıyor? Aslında burada Red Peter’in, bir maymunun yaşadığı sorunlarla benzer sorunlar yaşıyorlar.
Karakter, “İnsanlara öykünmek, onlar gibi olmak çok kolay, önce tükürmekle başladım, hemen öğrendim” diyor…
Evet, tokalaşmakla, pipo tüttürmekle, bir kadeh bir şeyler içmekle devam edip bütün ruh hallerini görüp, onlardan bile iyi bir seviyeye geliyor. “Sizin gibi karşınızdayım ama hiç de mutlu değilim” diyor. Beni diyor bu hale siz getirdiniz, eğer insanlar beni bıraksalardı, gitmeme izin verselerdi, geçmişime dönmek kolay olurdu ama kırbaçlanıp hızlandırılan gelişimim ilerledikçe söz konusu geçmişime giden o kapı gittikçe daraldı ve yok oldu. İnsanlar için de böyle değil mi? İnsanlar organik hayatlarını hep bu şekilde kaybediyorlar, sisteme adapte olarak. Şimdi mesela şu bulunduğumuz ortamda, şu sitede rezidanslarda herkes içinde bir böcek gibi kayboluyor. Kafka bunu 100 yıl önce dert edinmiş, 100 yıl sonra da aslında aynı.
Sen de 2016’da Londra’da bir yaşam kurmaya karar verdin. Sende bir küskünlük, kırgınlık oluştu mu ülkemize dair, o yüzden mi bir çıkış yolu aradın başka bir ülkede?
Aslında hayır tam o değil ana neden… Yurt dışında da bir şeyler üretebilmek için oturduğun yerden bir şeyler yapamıyorsun. Çünkü çalışma iznin gerekiyor, bir audition’a girebilmek için bile. Bizde herkes uluslararası bir şeyler yapmaya çalışıyormuş gibi ama öyle değil o… Bunun somutu, çalışma iznini almış olmak. Ben de ya Amerika ya da Avrupa’da bir çıkış yolu arıyordum özetle, evet. Bu çıkış yolunu ararken, benim Türkiye’deki hayatımı tamamen kapatıp gitmem söz konusu değildi, o nedenle de Londra yakın olduğu için bana çok olumlu geldi. Ve uluslararası audition’ların da çokça gerçekleştiği bir yer. Hatta bence çok geç kalınmış bir şey. Fakat ülkenin içinde bulunduğu durum da bizim açımızdan zor. Türkiye’de bir bölünme var: kimler iktidar yanlısı, kimler karşıtı şeklinde, bunu birileri sınıflandırıyor. Neye göre yapıyorlarsa… Çünkü ben kendimi tam bağımsız bir birey olarak sınıflandırıyorum. Ben bütün aldığım kararları hep bağımsız aldım. Buradan şu da anlaşılmasın; ben örgütlü mücadeleye de karşı değilim ama birilerinin beni manipule etmesine izin vermedim hayatım boyunca. Dolayısıyla vicdandan yana, merhametten yana kararlar aldım. Baktığımız zaman aklın yolu bir denen şeyleri yapmamıza rağmen bu denli ötekileştiriliyorsak ve sanatımızı dahi icra etmekten uzak bırakılabiliyorsak, o zaman sizin de evrensel anlamda bir şeyler yapmanız gerekiyor ki kendinizi bulabilesiniz. O nedenle, ben son filmim The Scar’ı da orada çektim, bu oyunu orada yaptım ve daha taze bir ortam, üretim döneminde 3-4 ay kapanıp odaklanabildiğim süreçler yaşayabiliyorum. O nedenle bu oyunumu izleyenler de benim bu sürecime de tanıklık etmiş oluyorlar. Aslında burada da karakter üzerinden kendime de bir ayna tutma olayım var.
Yurt dışından baktığında ülkemize dair nasıl tespitlerde bulunabilirsin, gözlemlerin neler?
Bizim en önemli problemimiz şu: bu ülkede liyakat yok. Nasıl çözülür artık bilmiyorum ama her alanda bu ülkede inanılmaz bir liyakat problemi var. Hiçbir şekilde işin erbabı olması gereken yerinde değil. Medya desen yerlerde, televizyonların izlenme oranlarını görüyoruz yerlerde. Artık zaten kimseyi kandıramazsın o dönemler bitti, artık herkes bir tuşla her istediğine ulaşabiliyor. Fakat Avrupa’da siz bir şeye ulaştığınızda önünüzü tıkayan, ya da bir şey söylemek istediğinizde etrafınızda sürekli “dur, sus, aman ha başına bir şey gelir, bunu söyleme aman vb.” diyen, sizi kısıtlayanlar yok. Hyde Park’ta özgür bir konuşma alanı vardır; bir kürsü. Her gün o kürsüye çıkıp, istediğinize istediğinizi söyleyebilirsiniz. Yani her şey bu kadar net. İnsanlar bunu simgeleştirmiş bile. Dolayısıyla bu anlamda kısıtlıyız, artık mahallede bile arkadaşınızla konuşurken yan masa ile bir şey olur mu acaba diye tedirgin oluyorsunuz. Bu müthiş bir sıkıntı. Bu tek başına, sanatı falan bırakalım bir kenara; sizin normal hayatınıza gülümseyerek devam edemeyeceğinizin kanıtıdır. Müthiş bir korku var.
Oyundaki gibi kafesin içinde olma hali diyebilir miyiz?
Evet tabii tam bir kafesin içindeyiz. Biraz önce dediğim gibi parklarda ailenizle başı boş dolaşmanız özgürlük mü acaba sorusunu sorarken bunu kastettim. Çünkü birçok insan da kendine göre müthiş özgürler ve “Aaa ne istiyorsun da yapamıyorsun ki” diyorlar. Eğer sen sistemin işine gelen şeyleri yapıyorsan, sesini çıkartmıyorsan senin için hiçbir sorun yok tabii ki. Sen de bir insan olarak, vicdanınla, onurunla, haysiyetinle, kafanı yastığa koyup düşündüğünde, ki düşünebiliyorlar mı bilmiyorum çünkü insan bir müddet sonra o yetisini de kaybeder, sisteme ayak uyduruyorsun, o çarktan bir dişli olursun ve takmamaya başlarsın. Nitekim cenazeler oluyor, toplu katliamlar oluyor ve 10 saniye sonra unutuluyor. Bu hale geldik ne kadar acı bir şey. Yurt dışında duyarlılık var ve müthiş bir çalışkanlık var. Biz avare avare geziyoruz. Bizde çaylar, kahveler içiliyor, pastalar börekler günler… yahu senin bu kadar boş zamanın nasıl var? Yahut bir randevu verdiğin zaman randevu randevudur. Ben burada bana verilen bir randevuyu 45 gün beklediğimi biliyorum. Yurt dışında sizin eğer bir yapımcıyla randevunuz varsa o iş nettir, o gün olur. Ve 3-5 gün, bir hafta içinde sonuca ulaşır. Türkiye’de bir işe imza atacak mısın atmayacak mısın 6 ay belli olmuyor…
İmzayı attın sonra “Paranı alacak mısın almayacak mısın?”, o da var…
Ona girmiyorum bile… Reytingde bir numara olan dizilerin bile geri ödemeleri 17 bölüm geriden gidebiliyor. Hepimiz biliyoruz sektörde artık bunu. Dağıtımcıların problemi konuşuluyor ama hiç kimse bütün dünyada hatta üçüncü dünya ülkelerinde bile oyuncuların telifi verilirken, Türkiye’de bu konuşulamıyor bile. Ne oldu? Yapımcılar ile dağıtımcılar arasındaki sorun hemen çözüldü. Peki oyuncuların problemi niye çözülmüyor? Ben Türkiye ve dünyada 178 milyon dolar hasılat yapmış bir filmin başrolüydüm, bugüne kadar örneği yok burada. Ben bunu dünyada herhangi bir yerde yapmış olsaydım, hakkım olan telifim inanılmaz rakamlar olurdu. Bu benim hakkım ve çalınıyor. Sonra bu “işine gelirse” şeklinde devam ediyor. Hiçbir oyuncu hak sahibi de buna itiraz etmiyor. Ne yapayım imzalamayayım da aç mı kalayım diyorlar. Böyle bir şey yok dünyada. Sendikanın belirlediği her şey belli, onun dışına çıkamazsın, her şey belli.
“Sanatçı muhaliftir, değildir”, bu da bu ülkenin tartışma konularından… Ne düşünüyorsun?
Sanat muhaliftir. Sanat zaten bir rahatsızlık hissettiğinden dolayı ortaya çıkar. İllaki bunalımdan bahsetmiyorum. Mutluluk da bazen insan için rahatsızlık olabilir. Rahatsızlıktan doğduğu için sanat, aykırı bir durum var ortada. Türkiye özelinde bakacak olursak, her şey bu kadar normalmiş gibi gösterilirken, bir sanatçı hisleri daha duyarlı olduğu için bunu öncelikli hisseder, görür, yaşar. Bu da onda doğal olarak rahatsızlık uyandırır. Bunu bir eserle dışarı vurmak ister. Sanat böyle doğar. Dışarıdan birileri buna muhalif diyorsa, muhaliftir. Biz tarih boyunca saray müzisyenleri vb. görmedik mi? Oradan beslenen, krallar için müzikler yapan, resimler yapan bu ayrı… Sanat içinde tartışılması gereken kavramlar ve durumlar. Fakat ben bu ülkede doğmuş büyümüş 40 yaşına gelmiş biri olarak baktığımda beni rahatsız eden şeyler çok fazlasıyla var. Ben belki yaratılışım gereği de sessiz kalamam, kalamıyorum. Vicdanım gördüğüm şeyler karşısında sessiz kalmamam gerektiğini söylüyor ve susmaz. Ve bunları konuşmam, dile getirmem, sanat eseri olarak sunmam vb. birilerini rahatsız ediyor ve beni muhalif olarak gösteriyorsa ben öyleyimdir. Beni kimse boyunduruk altına alamaz. Beni kimsenin kıskaca kapatacağı açıklarım da yok benim. Benim karakterimde açığım yok, yamuğum yok. Ben kendime söz vermiş biriyim. Biz güce, paraya tamah etmeyen insanlar olduğumuz için de kendi üretimimize kendi yağımızla devam ediyoruz. Ben şunu isterim ama; birilerini toplumun önüne atıp ya da toplum kendince “bir söz söylesenize” dediğinde bir söz söylüyorsak, toplum da biz bir sanat eseri ürettiğimizde gelmeli, destek olmalı.