Tekirdağ Süleymanpaşa Belediyesi’nin sanat etkinliklerinin markası Bisanthe adı altında düzenlenen 4. Oda Müziği Festivali, geçtiğimiz pazar günü İdil Biret ve Borusan Quartet konseri ile başladı ve 2 Şubat’a kadar klasik müzikseverlerle buluşmaya devam edecek. Bu değerli etkinlikte dünyaca ünlü bir deha olan piyanistimiz İdil Biret ve bir kültür-sanat kenti yaratma idealine sahip Süleymanpaşa Belediyesi Başkanı Ekrem Eşkinat ile festival ve sanata dair sohbet imkânı buldum.
Biret’le başlıyoruz!..
Oda Müziği ve bu festivalde olmak neler hissettiriyor size?
Benim için o kadar güzel bir şey ki burada olmak. Çünkü oda müziğinin; müzik türünün en güzel ve en asil kısmı olduğuna inanıyorum. Ve böyle bir festival yapmak fevkalade bir şey. Bütün memlekette olmasını dilerim. Oda müziği yapmak inanılmaz. İnsanlar bir araya gelip toplanıp bir arada müzik yapma zevkini alıyorlar. Bunu eskiden çok yaparlardı. Şimdi maalesef çok başka şeyler insanları cezbeder hale geldi. Teknoloji gelişti… Hatta sinemaya da gitmez oldu insanlar, ne kadar yazık değil mi?! İnsanların aralarında toplanıp tekrar bir arada etkileşimle müzik yapabilmenin, dinleyebilmenin zevkine varabilmeleri lazım.
Türkiye’de nasıl bir ilgi var klasik müziğe?
Bir taraftan çok ilgi var. Hiç beklemediğim yerlerden çok ilginç, güzel mektuplar alıyorum. Çok meraklı insanlar var. Bu memlekette amatörlüğü teşvik etmek lazım. Amatörlük çok önemli. Böylece müzik sevgisi herkese daha da yayılır. Hakikaten fevkalade amatörler var. Bazı konkırlarda bulundum ve inanılamayacak kadar seviye yüksekti. Demek ki amatörlük, amatör ruh çok çok önemli. Ne amatörler var ki birçok profesyonelden müzik bakımından çok daha iyi bir yerde.
Klasik müziğin zor olma, anlaşılmama gibi bir algısı var mı?
İzahlı müzik klasik müzik. Mesela bazı konserlerden önce eserleri anlatan, ne şekilde yazıldı, o tarihte neler oluyordu, hangi koşullarda yazıldı, bunlara dair geniş bilgiler veriliyor. Şurada şuna dikkat edin şeklinde uyarılar, böyle şeyler mutlaka çok faydalı. Çünkü çok defa müzik geliyor, ama “Müzik” öyle bir şey ki hem her şeyi ifade ediyor hem de hiçbir şeyi ifade etmiyor. Onun için bazı şeyleri izah etmekte fayda var.
Klasik müzik dinlemek bir terapi değil mi aynı zamanda? Almanya’da Mannheim’de bir ay sokaklarda Mozart çalmışlar ve insanların sakinleştiği görülmüş...
Evet, bir ara da Mozart’ın 40. Senfoni’sini telefonlara koydular. Sokaklarda çalıyordu, insanlar ıslık olarak çalıyordu hatta, bu çok güzel bir şey tabii. Yalnız tabii kaliteye de dikkat etmek lazım.
Yurtdışından Türkiye’ye baktığınızda neler görüyorsunuz?
Bu memlekette inanılmayacak derecede büyük yetenekler var, her şey var. Ama maalesef tanıtmıyoruz. Tanıtmakta sorunlarımız var. Ve tabii yurtdışındakilerin de işine geliyor, bu kadar yetenekli insan ortaya çıkmamış oluyor. Maalesef her şey ticari olmaya başladı dünyada. Avrupa ve Amerika da çok kaybetti. Bugün Uzak Doğu çok revaçta, milyonlarca insanın ilgisi var. Bizim memleketimizde de çok fazla şey yapılabilir, çok yetenekli insanlar var. Amatörlüğü, amatör ruhu teşvik etmeliyiz. Konkurlar yapılabilir. Amatörler için daha fazla konserler yapılabilir. Mesela bir aile dostumuz bir beyefendi birkaç sene önce piyano çalmaya başladı. Ne büyük zevk onun için şu anda. İllaki piyano olması gerekmiyor. Keman da herhangi bir enstrüman da olabilir. Bir de korolar kurmak lazım ülke genelinde çok daha fazla. Öyle bir memlekette yaşıyoruz ki. Her şey var. Başka büyük kıtalara nazaran o kadar büyük değiliz ama burada muazzam bir potansiyelimiz var. Bu potansiyeli teşvik edeceksiniz ve doğru teşvik edeceksiniz. Maalesef her şey ekonomik şeylere de bağlı, ancak yarım hiçbir şeyi kabul etmemek lazım. Bir şeyin devamlılığı önemli.
Festivalin 4’üncüsünü düzenliyorsunuz, neler hissediyorsunuz?
Aslında bu tip sanat etkinliklerinin iki amacı var: İlki, sanatın ortak diliyle insanların birbirleriyle daha kolay iletişim kurabiliyor olması, ikincisi de bir şehrin yaşanabilir olması için orada yaşayanların ihtiyaçlarının karşılanması. İnsan sosyal bir varlık, sadece şehrin yollarının, parklarının güzel olması yetmiyor. Onlar da çok önemli ama onun sosyal taleplerini karşılayacak sosyal öğeler olmalı. Onun için bizim Gülsün Onay ile beraber yaptığımız piyano günlerimiz var, o da kurumsallaştı, onun da 4’üncüsünü düzenledik. Dünyanın en iyi piyanistleri geliyor artık buraya. Oradan da oda müziği festivalimiz ortaya çıktı. Hepsi artık şehrin markaları olmaya başladı. Bir taraftan da şehrin gerçek coğrafi kimliğini bulmaya çalışıyoruz. Bir marka şehir olmaktan ziyade; farklı, kendi kimliğinde bir şehir ama markaları üzerinde yükselen bir şehir peşindeyiz. Örneğin sportif alanda Türkiye’nin 2. büyük yelken etkinliği de bizde. Bir süre sonra bunlar, kim gelirse gelsin şehre; şehirden kazıyamayacağı markaları haline geliyor şehrin. Ve bunlar çoğalıyor. Vatandaş bunu bir müktesebat olarak görüyor ve her yeni gelenden bunları istemeye devam ediyor. Siyasetçi de halkın taleplerini karşılayan kişi olarak bunları yapmak zorunda.
Ülkemizdeki siyasi iklimde, kültür-sanata bu denli ağırlık vermek sizin için zor oluyor mu?
Bir korku iklimindeyiz. Zor ama yumuşatıcı bir güç. Bu topluma, korku ikliminden umut modelini üretmeliyiz. Sanat olmadan bu işin çözümünün olmayacağını artık Cumhurbaşkanı bile kabul etti, klasik müzik dinlemeye başladı. Geçenlerde beyanatı vardı, “Kültür ve sanat bu ülkenin beka sorunudur” şeklinde. Ben yüzde yüz katılıyorum Sayın Cumhurbaşkanı’na, aynı düşünceleri paylaşıyorum. Hem bu toplumun kaynaşması açısından hem de özgürleşmesi açısından, üretkenliği açısından; kültür ve sanat olmazsa olmaz. Aslında toplumun çimentosu. Bir ortak dil. Birbirinden çok farklı dünya görüşüne sahip insanlar, aynı ezgiden etkileniyorlar. Ortak noktaları olduğunu fark ediyorlar. Bu çok önemli. Kent için de önemli. Eğer bir kent sporcu, sanatçı çıkaramıyorsa o sadece bir yerleşim birimidir. İşte biz, o yerleşim birimini kent haline getirmeye çalışıyoruz.
Halkın ilgisi, tepkisi nasıl?
Biz popüler kültüre kendimizi o kadar bağladık ki, o kadar çok kulağa hoş gelen ya da sadece karşımızdakinin duymak istediğini söyler hale geldik ki, giderek gerçeklerden uzaklaştık. Bisanthe, buraların eski ismi. Uluslararası bir marka çıkarmaya ve bu coğrafi kültürü bütün renkleriyle tanıtmaya çalışıyoruz. Biz alışık olmadığımız şeyleri istemiyoruz. Sağlamcıyız, yeniliklere kapalıyız. Böyle bir dünya yok. Dünya gelişiyor, dünyadaki bütün şehirler gelişiyor. Klasik anlayışla, dünü bugün tekrar yaşamak, yarını tekrar bugün olarak yaşama anlayışı bitti. Biz yeni şeyler söylemeye çalışıyoruz 5 yıldır. Umarım da devam edeceğiz.
Başka hangi etkinlikleri düzenlediniz, düzenliyorsunuz?
Mesela polifonik koromuz var. Bu koro aslında bir demokrasi eğitimi. Çok farklı sesin bir armoniyi yakalaması eğitimi. İşte siz anlamadan, çocuğa bir demokrasi eğitimi vermiş oluyorsunuz. Demokrasi illaki kitaplarda öğretilmiyor. Bunu zihnine yerleştirmesi, içselleştirmesi ve bir refleks haline getirmesi lazım. Böyle bir şehir yaratıyoruz. Bunların olabileceğine inanıyoruz. Buradan bir “model şehir” çıkarmayı istiyoruz. Resim Çalıştayı’nın 5’incisini yaptık. Belediye’nin 300’ün üzerinde resim koleksiyonu var. Bir “İbrahim Balaban” müzemiz ve koleksiyonumuz var. Nazım Hikmet’in müzesini açma gücümüz yoktu ama onun mahpushane yoldaşının müzesini açabildik. Mübadeleyle ilgili eski Tekirdağ fotoğrafları müzesi de açtık. Bana göre çok önemli bir ibret müzesi de oldu. Çağdaş bir liman kentinden, sıradan bir kente geçmişiz. Şimdi bu kaderi terse çevireceğiz. O potansiyel var. Yeni bir şey yaratmayacağız. Bu şehrin aslını açığa çıkaracağız. Burada da bir arkeolojik eser var onu açığa çıkarıp, güncel haliyle sergileyeceğiz.
Tekirdağ ve Süleymanpaşa’da neler yapma, değiştirme, nasıl bir konumlandırma idealindesiniz?
Aslında biz bir şehir tanımlamaya çalıştık. Dünyada da artık bu trend oturmaya başladı. Ülkelerin demokrasileri ve ekonomileri olduğu gibi şehirlerin de demokrasileri ve ekonomileri var. Yani ülkenin bir yükseliş trendi var, şehirlerin de onun dışında bir yükseliş trendi var. Bu ikisinin bileşkesinden orada yaşayanların refahı çıkıyor. Burası zaten yaşanacak bir kent olmak için ağlıyor. Burada bir cevher var, gelin beni mücevher haline getirin diyor. Her değişim tabii beraberinde direnci de getiriyor. Özellikle sanatsal etkinliklerde, deniyor ki: “Elit bir kesim için yapılıyor sadece.” Kesinlikle hayır, buranın çocukları klasik müziğe de gayet yatkın olarak yetişiyor, teknolojiye de özgür düşünce kavramına da uygun olarak yetişiyor. Yani kendi kararını kendi veren, düşünen, inisiyatif sahibi olan, kurallara uymayı öğrenen, üretken, kendi kimliğinde gençler yetişiyor. En önemlisi sadece kalbi atan robotlar haline gelmemeliler. Bir süre sonra dünya bu akışıyla giderse, sadece otomatik komutlar alıp bunları uygulayan insanlar dünyasına doğru gidiyoruz. Yani bunlar olurken insan kalmaya da devam etmek lazım.