(dikkat spoiler içerir)
"İki kız bulur, hayatın sırrını, apansız mısrasında bir şiirin."
Mubi Türkiye'de gösterime giren, Ümit Ünal'ın son filmi "Aşk, Büyü vs." Denise Levertov'un bu sözleriyle başlıyor. Ve sonra ana karakterlerimizden Eren'in (Ece Dizdar) 20 yıldır unutamadığı Reyhan'a (Selen Uçer) yazdığı şu satırları dış ses olarak duyuyoruz:
"Ellerini özlüyorum en çok, serin parmaklarını. Alnımda, dudaklarımda, sonra her yerimde gezinen. Ellerinde tarifi imkansız bir güç vardı. Dünya sanki ellerindeydi senin."
Filmin bütününe yayılacak bir aşkın büyüsünün sinyallerini alıyoruz. Ve insan, filmde Eren ile Reyhan'ın rakı içtiği o sahnede olup, "Güzel bir göz beni attı o derin sevdaya" eşliğinde hiç düşünmeden "sonsuza kadar oturup rakıya, toprağa, kuşlara, yapraklara karışmak" istiyor.
Agamben, Dünyevileştirmeler kitabındaki Büyü ve Mutluluk başlıklı pasajında, bizi büyü ve mutluluk arasındaki ilişkiyi anlama yolculuğa çıkarıyor.
"Benjamin bir keresinde çocuğun dünya ile ilgili ilk deneyiminin 'büyüklerin ondan daha güçlü olması değil de, kendisinin büyü yapma yeteneğinden yoksunluğu' olduğunu söylemiştir. … Gerçekten de, bazen çocukların dalıp gittiklerinde kapıldıkları derin hüzün, büyü yapma konusunda bir yetkinlikleri olmadığının bilincinde olmalarından kaynaklanıyordur muhtemelen. Meziyetlerimiz ve çabalarımızla ulaşabileceğimiz şey aslında bizi gerçek anlamda mutlu edemez. Bizi mutlu edebilecek tek şey büyüdür."
Eren ve Reyhan da büyümenin ve dış faktörlerin getirdiği bir büyü kaybıyla baş başa kalmışlar yıllarca. Bu koşullarda hayatlarının olması gereken gibi olduğu hallerini yaşamak zorunda bırakılmışlar.
Agamben şöyle devam ediyor sözlerine:
"Kafka hayatı doğru isimle adlandırdığımız, onu doğru isimle çağırdığımızda geldiğini; çünkü 'bunun büyünün özü olduğunu, yaratmadığını ama çağırdığını' yazmıştır."
Reyhan'ın aslında Eren'e yapmış olduğu bir büyü yok. Reyhan'ın büyüye kadir olduğunu anlaması ve bilmesiyle, bunun farkına varmasıyla; hayat ansızın gelen bir Eren'e dönüşüyor. Reyhan, hayatı doğru isimle adlandırdığında büyüyü gerçekten çağırıyor.
Kieslowski'yi her izlediğimde, bir erkek yönetmen olarak kadını ve hayatın o nüanslarını nasıl bu kadar iyi anlamış ve anlatmış diye düşünüyorum, tekrar tekrar izlediğim filmlerinde aynı hayranlık sarıyor. Sanırım Aşk, Büyü vs.'yi izledikten sonra da Ümit Ünal için aynı hislerle kuşatıldım. (Bu his Reha Erdem filmleri sonrasında da oluyor.)
Ve sonra Ümit Ünal'ın bir röportajındaki şu sözleri de hislerimi tasdikledi:
"Kadınlar bu dünyada en çok haksızlığa uğrayan, 'en büyük azınlık'. Bu açıdan kadın hikâyeleri ister istemez işlerime konu oldu, oluyor. Kadınların dünyasına bakmak, kendi dertlerimi kadın kahramanlar üzerinden anlatmak doğal bir refleks gibi, içimden gelen bu."[1]
Aslında, o "kadını nasıl böyle iyi anlatır hissi"ndeki şey şu: Hayatın kenarında yaşayan, beklentilere aykırı, uyumsuz, toplumsal normali reddeden ya da "olduğu gibi olduğu" için haksızlığa uğrayanlarla empati yapabiliyor olma yeteneği ve gücü. Burada bir cinsiyetsizlik var. Bu yetenek ve güç de her sinemacı da ve insan da yok. Ümit Ünal'ın özellikle Aşk, Büyü vs'sinde bıraktığı en büyük his bu.
Sınıf çatışması, benim için biraz daha geride kalıyor. Ve bu filmde Ünal, Yeşilçam'a "bir Yeşilçam klişesi" olarak sınıf çatışması zengin-fakir bağlamında değil, yine daha "hissel", "büyüsel" bir yerden selam gönderiyor kanımca.
1992 yılında çekilmiş Atıf Yılmaz'ın Düş Gezginleri filminde de, aşklarını yaşayamamış, başka yönlere gitmiş ve yıllar sonra bir tesadüf sonucu bir araya gelen bir lezbiyen çiftin hikâyesine tanıklık ediyoruz. Ve bu çift de aynı şekilde sınıf farkından ötürü farklı yönlere savrulmuş. İki film arasında müthiş bir his ve bağlam ortaklığı mevcut. İki filmde de iki ana karakterin birinin babası diğerinin çalışanı. Ve bu sınıf farkıyla birlikte "büyü"yorlar. İki filmde de karakterler bambaşka hayatlara savruluyor, sınıfları doğrultusunda, büyüyü bitiren büyüme ve sınıf farkının acımasızlığıyla birlikte.
Aşk, Büyü vs.'den sonra Düş Gezginleri'ni tekrar izledim. Ve son jenerikte filmin kültür bakanlığı desteği ile çekildiğini gördüm. Ve yıl 1992. Ümit Ünal, filmi çekmeye çalıştığında ise aradan 27 yıl geçmiş. Bir yanımızda 1992'de gişe rekoru kırabilen ve kültür bakanlığı desteği alabilen Düş Gezginleri var; diğer yanımızda yönetmeni ve senaristinin yıllar sonra böyle bir hikâyeyi yazabilmesi, gösterebilmesi için büyük endişeleri ve engelleri… Düş Gezginleri'nin daha radikal bir dili ve yapısı, sinematografisi mevcut. 1992'de, tam 29 yıl önce yapılabiliyordu bu. Aşk, Büyü vs. ise bu kadar radikal bir dile sahip değil. Belki bunda "dış koşullar"ın etkisi vardır. Tıpkı karakterlerin, dış faktörlerin etkisiyle biçimlenmesi gibi. Bu durum da, bizi, politik ikliminde "eşcinsel bir hastalıktır, sapkınlıktır" ve "kadına şiddet tolere edilebilir sayılarla arttı" nidaları ile mafya-siyaset hesaplaşmaları arasında sıkışıp kaldığımız bir ülkede "Türkiye nereye?" sorusu çaresizliğiyle baş başa bırakıyor.
Ancak Aşk, Büyü vs. her şeye rağmen, bize Ümit Ünal'ın hayata o müthiş itirazını sunuyor. Bresson'un "Filmin göz gezdirmek için yapılmadı, içine tamamen gömülmek, nüfuz edilmek için yapıldı" der. Bu film de, büyüsü içimize nüfuz eden ve bize umut bırakan bir film olarak hafızalarda yer edecek gibi görünüyor.
[1] https://www.birartibir.org/aidiyetler/483-sinif-cinsiyet-vs