Çağıl Nurhak Aydoğdu, ”Yarım” adlı uzun metraj filmiyle iddialı filmler arasına girerek 22’nci Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nde finale kalan genç bir yönetmen. Aydoğdu ile filmin başarısını, hikâyesini ve heyecanını konuştuk.
Çağıl diye söze başlamak istiyorum burada çünkü benim de setlerde beraber çalıştığım bir arkadaşım ve hayalini gerçekleştirip üstüne bir de başarılı olunca gurur duydum. Çağıl da “Yarım “filmi ile başlayıp, derdi sağlam sinemacılardan olarak yoluna devam edecektir eminim bundan sonra da...
‘Yarım’ın hikayesi nasıl başladı?
Sektörde uzun yıllardır asistanlık yapan çok arkadaşım gibi benim de “artık ben de bir hikâyenin anlatıcısı olmalıyım” arzusu hep vardı. Ancak “yarım” böyle bir dönemin adımı olmadı. Hayattan uzaklaştığım ve kendimi her şeye kapattığım bir dönemdi. Hayatımdaki en değerlilerimden birini, Anneannemi kaybetmiştim… İnsan sevdiği birini kaybettiğinde ona yakın olan şeylere odaklanıyor. Anılara, anlatılanlara, eşyalara… Anneannem 16 yaşında yarımın tersi bir öykü içinde istanbul’dan Malatya’ya gelin olarak gitmiş. Bize sürekli kendi hikâyesini, çocuk yaşında üzerine düşen kadınsal sorumluluklarını anlatırdı; uzaklığı, yabancı olmayı...
Etkileyiciydi. O nedenle çocuk yaştaki evliliklere karşı ekstra hassasiyetleşmiş hislerim vardır. Böyle bir şey anlatmalıyım diye düşünerek fikren aklıma düşmüş bir hikâyem vardı. Sonra o kötü dönemimde çok yakın senarist dostum Özge Aras beni ve hikâyeyi sırtladı, birlikte çalışmaya başladık. Hem ben, hem hikâye iyileşiyorduk. Sonra sinema genel müdürlüğü desteği de gelince gerisi kendiliğinden aktı.
Çocuk gelinlerle ilgili eminim ciddi araştırmalar yapmışsındır, nasıl gerçeklerle karşılaştın?
Asıl araştırmam bu duygulara birebir sahip bir insana ait olmaktı, onunla büyümek, ona tanık olmak. Anneannem çocukluğundan gelen bütün hisleri ile yanı başımdaydı. O çok mutluydu. Bu işin iyi tarafıydı. Ama bu mutluluk hem şans hem de o dönemin toplumsal işleyişine aykırı olmamasıydı. Yani eskiden evlilik yaş ortalaması düşüktü. Hatta 25’inde evlenememiş bir kız evlat için evde kalmış olma kavramı işliyordu. Şimdi öyle değil. Toplumsal bekletentiler değişti. Gördüğüm, duyduğum, konuştuğum örneklerde, geçmiş veya günümüzde erken evliliklerin değişmeyen gerçeği; vazgeçilmiş çocukluklar… Ardından gelen kendinden vazgeçişler…
Başrolleri Serhat Yiğit ile 13 yaşındaki Ece Tatay paylaşıyor, senin için onları seçmek zor oldu mu? Çünkü ikisi de hayli zor karakterleri canlandırıyorlar...
Hikaye oluşurken en büyük arzumuz gerçekçi olmaktı. Senaryo aşamasında bunu özellikle öncelikli hale getirdik. Dolayısıyla oyuncuların da gerçek olması çok önemliydi. Gerçek bir zihinsel engelliyi oynatmak mümkün görünmüyordu. Gerçeğe en yakın ve hayalimizdekine en uygun olan üzerine yoğunlaştım. Oyuncunun çok şey yapmasını beklemiyordum; hatta pek bir şey yapmadan yorumlaması gerekiyordu. Gözlemlerim de bu yöndeydi. Serhat’ın doğru kişi olduğuna karar verdim.. Kız oyuncu ise gerçek olabilirdi. Gerçekten doğuda yaşayan, bölgeye ait bir kız olmalıydı. Ece çok uzun bir arayışın sonucu. 7-8 ay doğu illerinde oyuncu aradık. Ve Ece bize Diyarbakır’da son günlerimizde denk geldi. Onu gördüğümde hayalimdeki Fidan’ı görmüştüm. Ancak hiçbir oyunculuk deneyimi olmayan başrol çocuk oyuncu ile kısa sürede iş bitirmek gibi bir zorundalık bir araya gelince iyi düşünmek gerekiyordu ama gerçek olmasının da başka yolu yoktu.
Altın Koza’da finale kalınca ilk neler hissettin, şu an neler hissediyorsun?
Altın Koza, bizi çok mutlu etti. Dünya prömiyerimizi yapacağımız için heyecanlıyız. Biz de bir çok film gibi maddiyatı zayıf ama enerjisi yüksek bir ekiptik. Hedefimiz ticari değil tam olarak festivallerde yol almaktı. Hedefimiz doğrultusunda güzel bir gelişme oldu.
Rakiplerin ile ilgili neler düşünüyorsun?
Bu yıl festival yarışma programında çok güçlü filmler var. Bir çok film yurtdışında güzel izlenimler alarak yoluna devam ediyor. Başarılı filmler arasında yer edinmiş olmak rekabetten çok, ‘iyi bir şey yapmış olduğum hissimi’ güçlendiriyor. O nedenle tam olarak bir yarışmacı algısında bakamıyorum. ilk filmim ile iyi bir festivalin dikkat çekmiş renklerinin arasında olmaktan mutluyum.
Film çekmek özellikle ülkemizde çok zor neler yaşadınız maddi manevi?
Üç haftada, doğusu batısı olan, amatör çocuk oyuncu ve zihinsel engelli bir karakterin baş kahraman olduğu bir hikayeyi çekmek pek kolay değildi. Üstelik normal bir film bütçesi için hayli düşük sayılır bir bütçemiz vardı. Kültür bakanlığı desteği üzerine kendi bütçemi oldukça zorlamak durumunda kaldım. Şanslıydım çünkü Arkadaşlarım destek oldular. Hem maddiyatı pek umursamadan el verdiler, hem kısa zamanda işin bitmesi için uykusuz çalıştılar. Yapımcılık işini sektörde uzun zamandır prodüksiyon yapan kardeşim sırtlandı. Sette setlerdeki arkadaşlarım omuz verdi ve post prodüksiyon aşamasını da TARGA fİLM üstlendi. İstanbul Kamera Işık ve Pow films destek verdiler. Yani tam bir destek birliği oldu..:)
Çekimler nasıl geçti? Ulalılar’ın da desteği oldu sanırım...
Çok eğlendik. Servisimiz yoktu, sete bisikletlerle gidiyorduk. Ula hem dokusu hem sakinleri ile tam bir plato. Ula esnaf odası ve ula halkının güzel desteklerini aldık. Yardımcı oyuncu olarak filmimize katılanların samimi enerjileri filmi besledi. Bu anlamda Ula atmosfer olarak filme çok yakıştı. Ula Yüksel Aksu Hocamızın memleketi , kendisi de bize kapıların açılması konusunda çok yardımcı oldu.
Festivalden sonra Yarım’ın yolculuğu nasıl devam edecek?
Festivallerde yol almaya devam etmek isteyeceğiz. Aralık ayında vizyona girmeyi planlıyoruz.
Sen de yıllarca setlerde çalışan biri olarak, sence ülkemizde setlerin en temel sorunları neler ve nasıl çözülür?
Setlerdeki en temel sorunun birçok iş alanında olduğu gibi işçi sağlığı ve iş güvenlik kurallarının işlemiyor ve takibinin yapılmıyor olmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Önceliği işçinin can güvenliği üzerine kurulu bir iş sahasında çalışma koşulları buna endeksli belirlenecektir. Sistemin zenginleşmek ve güçlenmek uğruna emek sömüren, köleci yaklaşımı iş cinayetlerinin temel nedeni. Uzun çalışma saatleri, 2 saatlik dizi filmi yetiştirme savaşı uğruna günlerce uykusuz çalışan ekipler, gece evine dönerken, setteki ağır çalışma koşulları sonucu dikkat dağınıklığı nedeniyle oluşan kazalarda hayatını kaybeden arkadaşlarımız ve buna her gün aday olan arkadaşlarımız, günde 18 saatlik çalışma ortalamasıyla gelişen psikolojik travmalar… Bu sorunların farkındalığı ve çözümüne yönelik ‘ciddiyetli’ örgütlü işleyişin var olması, çalışanların örgütlü hareket etme konusunda cesur ve kararlı olması gerekiyor.