Beni yazmaya başlatan içimdeki öfkemdir... Dizi, ünlü kişi goygoyu yapmak için başlamadım...
Bu öfke, sinema okuyup; yapma hayaliyle geldiğim İstanbul’da gördüğü “Ha Sektör” karşısındaki öfkemdi. Sektörün ve insanların karakterleri bana uymuyordu ya da ben onlara uyamıyordum. Akıl sağlığımı korumaya çalışıyordum. Sinema aşkım, hayallerim bir kenara sadece ruh sağlığını korumaya çalışır bir insan haline gelmiştim.
Annem, yine haklı çıkmıştı. Kızım öğretmen ol, bak sayısalın da iyi olmadı eczacı ol... Sinema okumak için ne mücadele ne mücadele ne kavgalar...
Bu sektör öfkem için, bir şeyler düzelir umuduyla yazmayı hiç bırakmadım...
Geçen gün yönetmen arkadaşım Çağıl Nurhak Aydoğdu, Facebook’unda şu acı notu paylaşmış:
“Bugün üst sınıf özel bir hastanenin önünde eskiden prodüksiyon yapan bir arkadaşımızla karşılaştık. Yapım ekiplerinde çalışkanlığı ve aklıyla iyi iş çıkaran arkadaşlardan kendisi. İngilizceyi çocukluğundan beri konuşuyor ve çeviri yapacak kadar hakim(kitap, film, dizi çeviriyor). Hastanenin otoparkında vale olarak çıktı karşımıza. Tertemiz parasını kazanıyordu; alın teriyle. Prodüksiyon yapmaya devam ediyor olsa şimdi aldığının yaklaşık 4-5 katını kazanıyor olacaktı. Yok, sadece olacaktı; alamayacaktı.. Dedik "hayırdır bu iş ne?" Dedi "Ben alamayacağım parayla kendimi kandırmak istemiyorum." Gitmiş basmış üzerinden altı ay geçmiş sinema filminin parasını vermeyen büyük şirketlerden birini; demiş "pardon ama ben niye evimde musluk suyu içiyorum?" Soru alnımın ortasına çakıldı.. Burkuldum, kızdım, tanıdım; içim kırıldı. O musluk suyu mideme oturdu. Onun için üzülecektim ama üzülmemek için direniyorum; onu kaybetmiş, küstürmüş bu yalan dolan sektör belasına sövüyorum, üzülüyorum. Öğüre öğüre çalışan arkadaşlarıma; bizlere üzülüyorum. Hay bu düzeni topyekün değiştiremeyecek olan cesaretsizliğimize, laf ebeliğimize..”
Sonra dedim “Çağıl yine yazacağım”. O da;” Yaz Çağnur; yazalım, çizelim, anlatalım ama artık susmayalım . Sokaklara çıkalım, kanalların yakasına yapışalım. Bu emek hırsızlığına arsızlığına bas bas bağırmadan geçmeyelim. Ya bu deveyi güdeceğiz ya bu diyardan gideceğiz.” dedi.
Robert Mckee komedi yazanların da içindeki öfkeyi dile getirmek için yazdığını söyledi workshopunda ama heyhat bu ülkede komedi öyle yazılmıyor ustad. Bu ülke bütün teorileri çökertir, bütün genellemeleri alır atar. Komedi yazanların çoğu akıllı adamlar, duygu simsarı bizde. Hiçbirinin de idealizmden haberi yok. Ulen film yapmalıyım, sinemaya aşığım derdi yok. Gişede ne yaparız, nereye osuruk koysak da güldersek bu halkı, oh oh şu kadar izletiriz kafasındalar. Derinlikleri yok, yaşanmışlıkları yok hayatta. Hayatı bilmiyorlar anlayacağınız.
Dram yazanlar da daha çok televizyonda başarılılar. Al sana damar al al diyor, biliyorlar insanlar nerede ağlayacak? Ustalar pek... Çoğunun yine bir derinliği yok. İşin matemetiği üzerinden ilerliyorlar.
Gelelim çoğunluğu böyle insanların ürettiği bir sektör sonuçta deyip işin içinden çıkayım mı? Çıkalım mı?
Hayır...
Ben hep kamera arkasında çalışan arkadaşlarımı düşündüm, onların sesi olmak istedim ama atı alan Üsküdar’ı geçmiş. Ne yazsak olmuyor.
Yerli dizi yersiz uzun eylemi yapıldı ve adeta dizi süreleri 90 dk.dan 149 dk.ya çıktı, daha da beter olduk.
Geçen gün de senarist Makbule Kosif şöyle bir tweet attı: “150 dakika dizi yazmak çekmek ciddi anlamda insanlık suçudur”
Bu insanlık suçu işlenirken, parasını kamera arkasına ödemeyen yapımcılar almışlar başlarını gidiyor.
Benim de üniversiteden bir sınıf arkadaşım yıllardır prodüksiyon yapıyordu. Ve bir anda pilates stüdyosu açtı. İşini en iyi yapanlardandı...
Ne yapacağız peki; bu emek sömürenler, duygu simsarları devrinde?
İyiler çekiliyor. Kötüler düzenini sağlamlaştırıyor.
Çare pilates mi?
Otopark valeliği mi?
Ne yapıcaaaaz?