Tolga Karaçelik, Sarmaşık ile Uluslararası Antalya Film Festivali’nde en iyi film, yönetmen ve senaryo ödüllerinin sahibi oldu. Karaçelik ile Sarmaşık’ın hikayesini, iktidar olgusunu ve Antalya Film Forum’dan destek ödülü alan yeni projesi ‘Kelebekler’i konuştuk. Onunla sohbet ettikten sonra bu genç yaşta bu kadar olgun ve yetkin bir sinema örneği olan Sarmaşık’ı yaratmış olmasına şaşırmıyorsunuz.
Sarmaşık’ın hikâyesine ilk hangi cümleyle başladın?
Bundan 5 sene önce başladım. 5 sene önce bir arkadaşımın evindeydim. Hukuk mezunuyum ben. Hukuk mezunu olduğum için de arkadaşım bir mektup çeviriyle uğraştığını söyledi. Azo Par diye bir hakime yazılmış hatırlıyorum. Gemiye aynen Sarmaşık’taki gibi haciz konulmuş. Gemiyi limanda bekletiyorlar, limandan çıkmalarına izin yok. Ve gemiciler bir noktadan sonra gemi kaptanını sürekli taciz etmeye başlıyorlar. Kaptan bir türlü iktidarını kuramıyor. Akşamları içip içip sürekli küfrediyorlar. Adam kendini kilitlemek zorunda kalıyor ve sürekli acenteye mektuplar yazıyor: bakın diyor burada bir olay çıkacak, taciz ediyorlar beni. Hakim karar veriyorsa bu konu hakkında çabuk karar versin yoksa sorun çıkacak. 1,2,3,4 kimse bu mektuplara cevap vermiyor. Bir gün aşağı inip bu küfürler sırasında kaptan bıçaklıyor. Ve ondan sonra hapse düşüyor.
Tam hapisten hakime yazdığı mektubu çeviriyordu arkadaşımın arkadaşı esasında. “Tamam ben suçluyum ama sizin hiç mi suçunuz yok” diyen bir mektuptu, bütün olayları anlatan. O mektubun çevirisi bir hayli zaman kaldı bende. Gişe Memuru’nu çekmeden önce hatta bir gün uyandım ve dedim ki ben bunu çekmeliyim. Ama hazır değildim, erteledim. Ondan sonrasında da bunun bu geminin iktidar ilişkilerini incelemek için çok iyi bir fırsat olduğunu gördüm. Çünkü birincisi, o hakimiyet bozulduğu zaman bütünlük çok garip yerlere gidebiliyor. İkincisi, sınırları çok belli bir alan. Üçüncüsü, var olan bu erkek dünyasındaki alanlar ve o alanların içinde geçmesi. Bu konuları da inceleyebileceğim bir konuydu. Psikolojik boyutu da çok derin. O insanların o yoksunluk, yokluk, sıkışmışlık, ne olacak, nereye gidiyoruz halini anlamak ve paranoya. Sürekli artan gerilim bu bakımdan da çok ilginçti.
Nasıl hisler yaşıyorsun bu dönemlerde?
Kendimden, yaşadığım şeylerden hissiyatımdan hem birey olarak hem burada yaşayan biri olarak çok fazla şeyi düşünmeme olanak veren bir konuydu. Zamanla içimde büyüdü. Gişe Memuru da bu şekilde olmuştu. O dönemde de ben kendimi bir kutu içerisinde yaşıyor gibi hissediyordum. Bir kutu evde yaşıyorum bir kutu arabaya biniyorum bir kutu işe gidiyorum, ondan sonra da Gişe Memuru’nu görünce o kutunun içerisinde aynı şeyi sabah akşam yapan, ikisi birleşti. Aynı şekilde bu iktidar olgusu, bu düşünceler varken kafamda, bu olgu da iyice burnumuzun dibine girdiğinde ikisi birleşti. Genelde konularım hep böyle çıkıyor, içimdeki bir dertten. Bir şekilde algıda seçicilikle başka bir şeyle birleşiyor ve onu dönüştürüp değiştirip anlatabiliyorum. Dolayısıyla Sarmaşık da tam Gezi öncesi döneme denk geldi. Sürekli not aldığım bildiğim bir dünyaydı. Not alırken çıktığım seyahatler var kuru yük gemilerinde. Dolayısıyla sürekli not aldım, gemicilerle konuştum. Senaryonun ilk draftı çok hızlı, 13 günde bitti. Sonra 2-3 defa daha tekrardan yazdım. Ama Kültür Bakanlığı’na gönderdiğim ilk drafttı. Çok da fazla farkı yok şu anki halinden.
Karakterleri derinleştirirken Türkiye portresini ne kadar düşündün?
Karakterler bu filmde bir simgesel noktada değiller. Yani İsmail dinci kesimi, Cenk karakteri sosyalist kesimi ya da Kürt karakteri Kürtleri temsil etmiyor. Geldikleri yerden tabii ki beslenmişlikleri var. Ait oldukları sosyal sınıfın özelliklerini bir noktaya kadar taşıyorlar ama o İsmail o dinci kesim değil. Aynı şekilde bu gemi Türkiye mi? Sorusuna şunu demek istiyorum. Ben sadece bu ülkenin şu anki durumunu anlatan bir film çekmedim. Ben iktidar olgusu üzerine bir film çektim. Ve tabii ki bunu incelerken gördüğüm ve yakınen tanık olduğum bir ülkedeki yaşanan olayları ve gördüğüm resmi de yansıtmak istedim. Ben kendimi sadece şu anki hükümet, şu anki iktidar hakkında konuşacak kadar alçaltamam ben bir sanatçıyım, ben olgular üzerine düşünürüm. Ve ben bunu çözmeye çalışırım. İktidar hep vardır ve hep budur, iktidar hep otoriteleşmek ister, hep baskıcı olmak ister. İktidarın karşısında duranlardır buna olanak sağlayan veya sağlamayan. Bundan bin sene önce de vardı krallar. Onların hepsi mezarlıklarda. Ama o krallar zamanında hikayelerini anlatabilen insanların kitapları hala kulaklarımızda. Dolayısıyla bir kral hakkında bir iktidar hakkında konuşmaktansa, bu olgunun doğası nedir üzerine düşünmeliyiz. O yüzden “film Türkiye midir?” sorusuna hem evet hem hayır” diye cevap veriyorum. Tabii ki bu ülkede yaşıyorum, buradan gördüm bunu ama derdim bir resim çekip koymak değil. Belgesel değil bu, bir film. Karakterler ait oldukları sosyal sınıfı yansıtıyorlar tabii ki çünkü ben karakter yarattım, tip değil. Fakat bir temsiliyet konusu değil. Ve böyledir gemide, gemide bu insanlar vardır. Fenerci vardır genelde de namaza çağıran insandır. Gemilerde değişik sosyal sınıflardan karakterler mutlaka vardır.
İktidar insanları kutuplaştırarak hayatta kalıyor demiştin Antalya’da söyleşide?
Bu ayakta kalma yöntemlerinden bir tanesi. Birçok noktası var tabii iktidarın. Aciz hissettiği zaman başvurduğu yöntemler: saldırganlaşmak, daha da baskıyı arttırmak, geçerli yöntemleri oluyor. Ve bu şekilde ayakta kalıyorlar. Karşısında bir bütün olmasındansa, organize olmayan derinliği olmayan bir şeyi idare etmek çok daha kolay. Düşman yaratmayı bir defa sağlıyor. Düşmanlar için ayakta kalıyorsun. Bazı kesimler kurban ediliyor. Kesinlikle kutuplaştırıyor.
Bir filmi çekerken onunla ilgili son sözü söylemiş olmalıyım sözün de söyleşide aklımda kaldı...
Evet, Gişe Memuru’nu çekerken biraz daha kişisel bir hikayeydi ama bizim jenerasyonda birçok insanın yaşadığı bir hikayeydi. Muhtemelen yeni işe başlayan insanların da yaşadığı bir hikayeydi. Baba üzerine de bir hikayeydi ama daha kişiseldi. Onu anlattığım zaman ben onu içimden çıkartmak için de anlatıyorum. O yüzden sonuna kadar bütün boyutlarıyla ele almaya çalışıyorum. Çünkü tortu kalmasın istiyorum. Sarmaşık’ta da aynı şekilde. Olgunun diğer ayaklarını diğer gölgelerini başka yere düşen iz düşümlerini hepsini düşünerek yazmaya çalışıyorum, elimden geldiğince ve olabildiğince samimice. Ve kendimden çok şey görerek de yapıyorum bunu. Mesela İsmail’in korkuları da bana en yakın. Yazarken onu fark ettim. Dolayısıyla onu içimden çıkartmak istiyorum, yoksa o film kimsenin karşısına çıkmamalı. Onun hakkında son sözümü söylememişsem, ben o zaman onu daha çekmeye hazır değilim demektir. Hazırsam, son sözümü söylemişsem insanların karşısına çıkarım. Bir dahaki filmi ne zaman çekeceksiniz diye sorduklarında, bir dahaki filmi bir dahaki filmi çektiğim zaman çekeceğim diyorum. Çünkü söyleyecek bir sözüm yoksa niye film çekeyim. Bir derdim yoksa yönetmen niye yönetmen. Yönetmen yönetmediği zaman ne yapar yani 24 saat yönetmen midir? Hikaye anlatıcısıdır, anlatmasının bir sebebi olmalı.
Peki anlaşılmak ne kadar umurunda?
Seyircinin anlaması kadar seyircinin hissetmesi daha umurumda. His benim umurumda olan. Ritm, duyguyu yaratır. Birçok şey duyguyu yaratır, görsellik…. Anlattığın şeyle özdeşlik kurma dolayısıyla anlamak da duyguyu yaratır. Ama anlamak duyguyla da bir yandan yarışan bir şeydir. Çünkü biz anlamlandırmaya, etiketlemeye ve bir yere koyup rahatlamaya çalışıyoruz. Seyirci olarak buna alışığız. Seyirci olarak küçüklüğümüzden beri, görmenin korunma ile çok alakası var. Anladığın şeyler duygu yaratırken anlamadığın şeyler de yaratır. Özellikle gerilim yapıyorsan veya söylediğin şeylerin daha fazla büyümesini istiyorsan etiketlerden kaçmak zorundasın. Dolayısıyla anlaşılmak değil ama izlenmek istiyorum. Merak edilmek de. Ve çıktıktan sonra da anlama çabası olsun istiyorum. Ben Sarmaşık’ı 5 senede yazdım ama seyirci 104 dakikasını verecek. Filmden çıkanlara durun diyorum her şeyi şu an anlamak zorunda değilsiniz. Hepsinin bir manası var tabii. Anlaşılmak değil hissedilmek daha önemli benim için. Sanatta bunu seviyorum. Mesela Plastik Sanatlar’da da çok fazla anlamaya çalışıp, şurada şunu yapmış diyoruz bir yere koymaya çalışıyoruz. Ama Rönesans döneminde bir tablonun önünde hissettiğin o güzellik hissi bu çağda maalesef gidiyor, kaybediliyor. Duygu daha geri planda kalıyor. Duygu çok önemli halbuki.
Seyirciye ulaşsın ama gişe filmleri varken, o kadar salonda gösterilirken nasıl olacak, olur mu sence bir gün?
Ben olabileceğine inanıyorum kesinlikle. Bu ülkede yarıştığım, uğraştığım çok fazla önyargı var. Bir korsancı mesela Gişe Memuru için ödül almış ama sıkıcı değil demiş. Bu benim için Gişe Memuru’na yapılmış en güzel yorumdu. Hatta yapım şirketine gittim bunu dvd’nin üzerine koyalım. Sıkıcı olmamak lazım, hikaye anlattığın insan uyuyorsa sen hikaye anlatamazsın. Benim yapmak istediğim sinema böyle bir sinema. Antalya’da güzel bir şekilde buluştuk seyirciyle. Kendi takımlarını tutar gibi filmi tutmaya başladılar. Twitter’da takip ediyorum. 20-30 yaş arası çok güzel sözler söylüyorlar. Trending topic olur mu bir bağımsız film… garip ve güzel yani. Ben tranding topic bilmem bana geldiler trending topic olmuşsunuz, ne topic’i iyi bir şey mi bu dedim J demek ki karşılığı da var bizim yaş grubumuzda. Çünkü biz değişik bir görsel anlayışla, hızlı kesmeler çağında büyüdük. Bizde MTV de var, çizgi filmler de var o estetik de var. dolayısıyla yapmak istediğim sinema: seyirciyi içinde tutan, anlattığı konu bakımından değil veya anlamlar bakımından değil. Hap haline getirmek de değil. Ritmle, görsellikle izlemek istediğim filmi çekiyorum açıkçası.
Sarmaşık’ı Antalya’ya yarışmaya göndermeden önce festivaller, olaylar, sansürler… ne kadar kafandaydı? Katılmasam diye hiç düşündün mü?
Festivaller bizim mecramız, onları terk etmemek zorundayız. Sansür uyguluyorsa da sansür uyguladığını ifşa etmeliyiz ama orada olmalıyız. Ben buna inanıyorum. İstanbul Film Festivali’nde filmini ilk geri çeken yönetmenlerden biriydim ve yaptığımız hareketin hiçbir sonuç getirmeyeceğini, sadece mecramızı kaybettiğimizi, ayrıca kimsenin umurunda olmadığımızı gördüm. Festivalin de umurunda değiliz biz. Festivaller umursamıyor, seyirci sayısı 10 bin ile 20bin arasında gidip geliyor o umursamıyor diyorsun. Dağıtımcıya kaç kopya gireceğiz girsek ne olur diyorsun. Eleştirmenlerin umurunda değilsin. Çok bunalımdaydım ben Antalya’nın öncesinde. Yaptığım hiçbir şeyin önemi yok diye hissediyordum. Çünkü Adana’da ellerinden geleni yapmaya çalıştılar ama oraya da gidemedik. Kimseyle buluşturamadık filmi. Filmi yaptığın zaman sadece kendi sorumluluğunu taşımıyorsun sen bir yönetmensin oynayan oyuncundan ışıkçına kadar sorumlusun. Hem emeğin hem söylediğin söz neye, kime yarayacak o zaman. Şimdi en azından bak rahatsız oluyorlar.
Gişe nasıl gidiyor?
15 salondayız. İlginç bir gösterge var. Her gün artarak gidiyor. Sürekli salonların dolu olduğunu duyuyorum. Kulaktan kulağa yayılıyor her geçen gün artıyor.
Antalya Film Forum’da neler oldu? Kelebekler projen ile destek aldın nasıl bir proje?
Antalya Film Forum çok doğru, çok mantıklı ve olması gereken bir hareket. Zeynep Atakan Özbatur ve ekibinin başından inandığı, demek ki vizyon sahibiymiş belediye başkanı Menderes Türel’in de arkasında durduğu. Ve yakında meyveleri çok daha fazla görülecek. Aynı şekilde İstanbul Film Festivali’nde Köprüde Buluşmalar’da Gülin Üstün de çok önemli şeyler yapıyor. Bu oluşumlar film yapmak için çok önemli. Çünkü bizim gibi sadece Kültür Bakanlığı desteği olan onunla yaşayabilecek topraklarda bu oluşumlarla filmlerimizi bir araya getirilebilecek mecralar çok önemli. Ben geçen sene Sarmaşık’la orad Work in Progress’de renk düzeltme ödülü almıştım. Ve öyle bitirebildim. Ve bu filmi çok komik bir rakam çektim. Cebimde 150bin dolar vardı, bütçeleri 2 milyon Euro olan filmler var. En ucuz çekilen filmlerden bir tanesi. O yüzden 19 günde çekmek zorundaydık. Böyle mecralar bizim filmlerimizin geleceği ve yaratım süreci açısından çok önemli oluyor. Bu sene de Kelebekler ödül aldı. Yazım aşamasındayım. Benim amcam gibi sevdiğim Mazhar Candan vardı, çeviriler yapardı, şairdi. Onun bana verdiklerini vermek istedim onun sayesinde ben Homeros okumaya başladım. Neredeyse 6 yaşında bana İlyada okutuyordu. 8 yaşında Mayakovski ile tanıştırdı beni. 10 yaşında Kafka okuyordum. Ona teşekkür etmek istiyorum. Canımı çok acıttı ölümü.
Öldüğünde kaç yaşındaydın?
4 sene önce öldü. O zaman yazmaya başladım senaryoyu. Ölüm üzerine bir hikaye. İki kardeşin tekrardan birleşmesi üzerine bir kara komedi. Güzel tarafları var eksil tarafları var ama bu kez biraz gülmek istiyorum. Gülmeyi çok seviyorum, seyircinin de gülmesini istiyorum. Seyirciler güldükleri zaman çok güzel oluyorlar, bir yönetmen için işte burada gülecekler dediğim yerde güldükleri zaman çok mutlu oluyorum. Çünkü kendini kaptırmış seyirci çok sevimsiz oluyor, yüzünde mimik olmuyor. Diyorsun ki çok sıktım adamı, çok bunaldı, sonra bir bakıyorsun ki meğer o kadar içindeymiş gibi adam ondan öyleymiş ama gülmekte öyle değil. Gülmekte çok rahatsın, paranoya yok yani.
Ölümle dalga geçen bir hikaye mi?
Dalga geçen değil ama, ölümün de karakterlerden biri olacağı bir hikaye. Şu an yazıyorum gideceği yerleri seziyorum, sezdiğim yerlere daha varmadı. Çünkü belli katmanları var ama birkaç katman tam istediğim gibi değil şu anda. Komedi olsun hafif olsun istiyorum. Girelim çıkalım eğlenip dağılalım sonra istiyorum.
Belki festivallerin de pek komedi film yarıştırmamasını kırar?
Evet evet belki de bu filmde muhtemelen ya herkes tarafından taşlanacağım ya herkes tarafından alkışlanacağım. Bakalım ne olacak. Ben aynı şeyi yapan insanları sevmiyorum. Mesela Rolling Stones beni heyecanlandırmıyor. Halbuki benim için önemli olan şey merak edilmesi. Gişe Memuru’nda merak ettiniz, Sarmaşık’ta da. Bence eğer ne yapacağım diye merak ediyorsanız bu güzel olan.
Bundan sonra her türü yapabilirim mi diyorsun?
Her şeyi yapabilirim. Müzikal de yaparım. Hiç belli olmaz ne yapacağım. Anlatmak istediğim neyi gerektiriyorsa onu yapabilirim. Şu an biraz gülmek istiyorum. Biraz gülelim. Çünkü çok ciddiye alıyoruz kendimizi ve her şeyi. Ve o kadar çok aynı şeyler üzerine düşünüyor ve konuşuyoruz ki. Gündem de buna çok yardımcı oluyor. Değişik şeyler üzerine konuşuyor olmamız lazım. 1980’lerin Arnavutluk’u gibi olduk. Sadece kendimiz, hakkında konuşuyoruz, siyaset hakkında konuşuyoruz. Muhafazakarlaşıyoruz. Beynimiz entelektüel olarak aynı şeyi düşünmekten, aynı adamı dert edinmekten aynılaşıyor. Yeter başka tarafa bakalım. Bu görüşümden çok da mutlu değilim. Mesela Diyarbakır’da bu durum varken zor tabii ama bunun bir ihtiyaç olduğunu da görüyorum. Çünkü muhafazakarlaşıyoruz ve kafamız küçülüyor. O yüzden, sürekli üretmeli ve durmamalıyız.