Nasıl da saçılmış hayatlar bir o yana bir bu yana; Türkiye denilen; enin de sonunda bir coğrafya olan bir haritadan başka harıitalara. Sezai Sarıoğlu’nun kitabı; “Nar Taneleri”nde imgelendiği gibi. Hayatı, öyküsü, tarihi, yakın dönem Türkiye’yi “egemenlerin” gözünden değil, “muhalif” olanların penceresinden anlatıyor. 25 yıldır doğduğu topraklardan uzak, resim sergilerine dahi gelemeyen, bir kuşak için çok bilindik, bir portreyi aktaracağım bu hafta sizlere: Muzaffer Oruçoğlu. Ressam, yazar, heykeltraş, düşün ve eylem insanı. İbrahim Kaypakkaya’nın yakın arkadaşı. Bu kıtanın ruhuna uygun en militan şehrinde; Melbourne’de yaşıyor. Üretkenliği, onun direnişi aynı zamanda. Aralık ayında İstanbul’da sergisi açıldı. Resimleri dünyayı dolaşmış desek yeridir. Sözü de çok seviyor; bu yüzden çok sayıda kitapları var. Lafı uzatmadan daha yakından tanımak ve anlamak için duygularını, düşüncelerini biz sorduk o yanıtladı.
- Hakkınızda biraz araştırma yaptığımda ruhu, eserleri Türkiye’de gezinen, ama cismen yaşadığı topraklara giremeyen siyasi bir sürgünsünüz. Bu yetiyor mu size ya da kabullenmek durumunda kaldığınız bir gerçeklik mi?
-Kabullenmek durumunda kaldığım bir gerçeklik bu. Ayağımı bastığım topraklar değişti. Türkiye, Avrupa, Avusturalya. Düşünce ve eylem özgürlüğünü yitirmediğim, anlama çabasından ve kuşkudan uzak, münzevi bir ruh haline düşmediğim için ‘bu yetiyor mu bana?’ diye sormadım pek.
- 25 yıldır uzaktasınız Türkiye’den. Nasıl dayanabildiniz; sevdiklerinizle, dostlarınızla, sizi şekilleyen tarihinizle, gönlünüzce temas edememeye?
-Vatan hasreti çektiğimi söyleyemem. Bununla birlikte, doğduğum ve çocukluğumu yaşadığım köyümü, en verimli yıllarımı geçirdiğim cezaevlerimi sık sık anımsarım. İki askeri darbe dönemini içeride geçirdiğim için şanslıyım. Bu iki demir kafes, iki çetin örs, yani iki üniversite, biçimlendirdi beni. Kendi içime, kendi ruhuma doğru zorunlu bir sürgünlük gibi başladı bunlar bende ve giderek gönüllülüğe dönüştü. Kendimi tanıdım ve en büyük sorunun kendim olduğunu anladım.
- Çok üretkensiniz, romanlar, resimler, heykeller, makaleler vs... Dünya evim deseniz de, doğduğunuz yerlere gidemiyorsunuz. Üretkenliğiniz arkasında başka bir tür “yalnızlığa” isyan var mı?
-Üretkenliğimin arkasında yalnızlık ve yaşayamama krizi var. Buna, hayatın yalnızlaştırma, hiçleştirme ya da ehlileştirip sürüye katma eğilimine karşı bir başkaldırı diyebilir miyiz bilemiyorum. Kendisini, dipsiz ve ürkütücü zamanın karşısında bir hiç olarak gören ve ona meydan okuyan çıplak bir zamane dervişi olmak isterdim. Durumum, seciyem, alışkanlıklarım, dört bir yana yumruk sallama tarzım, kendimi sezdirmeden dayatma ve var olma iştiham, buna müsaade etmiyor malesef.
- Son resim serginiz İstanbul’daydı. Türkiye’deki sergilerine gideyemeyen bir ressam olarak, size ulaşan değerlendirmeler, geri bildirimler sizi nasıl besliyor, eksikliğini hissettiğiniz şeylerin kısmen de olsa yerini doldurabiliyor mu?
-Kapının girişine konulan sergi defterlerine yazılanları ve emailleri okuyorum. Bazen telefon ediyorlar. Avusturalyalılar gibi ayıp olmasın babında, övmek zorunda kalsalar da övgüler hoşuma gidiyor. Eleştirileri, özellikle de ‘kendini tekrar ediyorsun’ları dikkate alıyorum. Özü, stili ve boya tekniğini sürekli değiştirerek üretmek çok zor bir iş. Buradaki resim akademileri, kiliseler gibi tekrar edip duruyorlar kendilerini ya da bana öyle geliyor. Ben resmi, sıkıldığım anlarda, rahatlamak için yaparım ve ortaya sıkılıp, daha sonra rahatlayan figürler, tipler çıkar. Resim, ressamdan daha özgür olmalıdır. Örgütten geldiğim benim resim tezgâhım, Prokroustes yatağını andırıyor. Gerçeği ve onun özgür ruhunu bazen yatağa uyduruyorum. Uzunsa kesiyor, kısaysa çekip uzatıyorum. Resme, resmin sevmediği bir şeyi yapıyorum, yani: Müdahale.
- Aborijinleri, bütün göçmen etnik grupları kastederek soruyorum, Avustralya toplumuyla kültürel iletişiminiz nasıl? Mesela kitaplarınızdan İngilizceye çevrilen var mı? Sergilerinize kimler hangi gruplar geliyor, tepkiler nasıl?
-Ana kıtada ve Tasmanyada, Aborijinlrin yaşadıkları yerlerin kaldıkları cezaevlerinin bir bölümünü gördüm. Mağara duvarlarına ve ağaç kabuklarına yaptıkları resimleri, boya tekniklerini inceledim. Ama Aborijinler ve onların sanatıyla en yakın ilişkim Royal Melbourne Teknoloci Enstitüsünün Public Art bölümündeyken oldu. Onların bölümüyle iç içeydik. Karma sergiler ve siyasi aktiviteler vesilesiyle çeşitli kültürlerden insanlarla tanıştım. Ama şu anda, roman yazımından dolayı onlarla pek bir ilişkim yok. Sergilere Türkiyeliler ve galerinin üyeleri geliyorlar. Çeşitli ırkları, kültürleri tuale taşıdığımı, zengin malzeme kullandığımı, yeterince iyimser olmadığımı, iyi bir kompozisyon ustası olduğumu, ama gelenekten tam bir kopuş içinde olmadığımı söylüyorlar. Kitaplarımdan sadece Kangurular İngilizceye ve Almancaya çevrildi. Almancası yayınlandı. İngilizcesini yayınlatamadım.
- Biraz siyasi geçmişinize dönersek; hayatı yaşama biçimimiz siyasetin zaten kendisi. Ancak reel siyasetten söz edersek, Türkiye’de Kemalizmle ilk hesaplaşan sol/sosyalist geleneğin öncülerinden İbrahim Kaypakkaya ile okuldan arkadaştınız. Ama Mahir Çayan, Deniz Gezmiş gibi çok “popüler” değildir, neden ve bir anınızı paylaşır mısınız bizimle?
-İbrahim’in popüler olmamasının ana nedeni, görüşleri ve davranış hattıyla ilgilidir. Kemalist harekete ve Cumhuriyete cepheden tavır aldı. Cumhuriyeti, “Türk olan komprador burjuvazinin ve bir kısım toprak ağalarının faşit ve yarı- faşit diktatörlüklerinin hüküm sürdüğü bir süreç” olarak değerlendirdi. Ermeni ve Dersim katliamlarına karşı çıktı. Kürtlerin ulusal haklarının tutarlı bir savunusunu yaptı ve Anadolu’daki tüm dillerin ve kültürlerin özgürce gelişiminden yana tavır koydu. Tabi sol içinde de, tarih tahlili, devrim ve devlet konusunda ve özellikle de ordu konusunda, Hikmet Kıvılcımlı, Mihri Belli ve Doğu Perinçekle çatıştı. Hal böyle olunca
İbrahim, bir avuç arkadaşıyla birlikte yapayalnız kaldı. Öldürüldükten sonra sistemin, medyanın ve solun onu yok saymasına şaştım desem yalan olur. 1974 MİT Raporunda “en tehlikeli Komünist ve Kızılbaş” olarak nitelendiriliyor. Ekim Devrimi sırasında kaçan Terekemelerin devrim aleyhtarı konuşmalarını bana anlattırır, katıla katıla gülerdi.
- AKP iktidarıyla birlikte Kemalist bürokratik/askeri vesayetin zayıfladığı belirtiliyor. Başbakan Erdoğan’ın Tunceli yerine Dersim demesi, yeni . tartışmaları, 12 Eylül ile hesaplaşıldı tartışmaları, Alevi açılımı vs. Nasıl değerlendiriyorsunuz bütün bunları?
- AKP dışa açılmayı, kürsülerde pürüzsüz konuşmayı, sermaye ihraç etmeyi ve polis copunu iyi kullanıyor. Polisi olduğu gibi ele geçirdi. Orduyu ele geçirme teşebbüsü ise ordunun direncine çarptı ve uzlaşmaya dönüştü. Bu tabi, AKP’nin orduyu ele geçirme aşkından vazgeçtiği anlamına gelmiyor. AKP orduyu ele geçirseydi, ordunun halk üzerindeki vesayeti, çok daha güçlenmiş bir şekilde AKP’nin muhalefet ve halk üzerindeki vesayetine dönüşecekti. Türkiyede Kürt sorununu çözmeden, diğer diller ve kültürler üzerindeki baskıları kaldırmadan ordunun halk üzerindeki vesayetini ikinci plana indirmek, zayıflatmak zor.
- Kürt sorunu Türkiye’nin kuruluş felsefesi ve ideolojinin temel belirleyeni. Bu sorun nereye evrilebilir sizce. Son tartışmaları ışığında soruyorum?
-Bu sorun kaçınılmaz olarak adı konmamış zayıf bir özerkliğe evrilecek ilkin. Sonra bu özerklik adım adım güçlenecek ve adına kavuşacak. Türkiye’nin özerk bir Kürt bölgesiyle uzun süre birlikte yaşaması, hakkaniyetli davranmasına bağlıdır. Tarihte sürekli devlet olmasından dolayı, Türk egemenlerinin Türklük gururu ve egemenlik arzusu oldukça güçlüdür. Gemi azıya alan bu arzu, Kürtlerin merkezkaç eğilimini canlı tutacaktır. Dünyanın ve Ortadoğu’nun ekonomik ve siyasi durumu da zaten uyuyan ulusları ayağa kaldırıyor, parçalanmış ulusları ise birliğe doğru zorluyor. Tarihin, uzun vadede kürsülerdeki laf kalabalığını, medyatik manevraları, taktikleri, içi boş, kuru kardeşlik ilanlarını ciddiye alacağı, hesaba katacağı kanısında değilim. Türk egemenlerinin Kürt sözcüğünü doğru telaffuz etmeleri, yani kart-kurt’tan Kürt’e gelmeleri 45 bin ölüye mal oldu. Geleceği doğru tahmin etmenin ilk adımı, geçmişi doğru okumaktır.
- Avustralya’daki Türkiye toplumunu nasıl görüyorsunuz. Ben Türkiye’deki ayrışma ve kamplaşmanın küçük bir prototipi olduğunu düşünüyorum?
-Dil ve kültür erozyonu, göçmeni garip bir topluluk haline getirdi. Zamanın, sırf kazanmaya dayanan, anlamsız, ceberut bir güce dönüşmesi, toplam yüz kelimeyle konuşan göçmenin bilincini parçaladı. Haritası bozuk, yönsüz bir ruhla arayışa girdi. Şimdiye kadar yaptığı bütün iyilikleri, gördüğü güzellikleri toplayıp kendi kadim inancına mal edince hayatı anlama ve derinlemesine değiştirme zahmetinden kurtuldu ve alıklaşmaktan başka bir şey kalmadı kendine. Geldiği ülkenin ekranlarına odaklı bir düşünme ve saflaşma gerçeğini yaşıyor şimdi.
- Eğer bir gün dönerseniz Türkiye’ye ilk yapacağınız şey ne olur ve en çok neyi özlediniz?
-Karların eriyişini ve kar çiçeklerini seyrederim. Mağaralara girerim. Büyük tualler üzerine resimler yaparım. Ümmi ve çok yaşlı insanlarla, delilerle sohbet ederim. Ruhları maymun düğününü andıran, özgür düşünceli, yalancı, kurnaz, sahtekâr insanları dinlerim.
- Yeni kitap ya da sergi projeniz var mı?
İyi bir yayınevi bulup kitaplarımın basımını sağlamam gerekiyor. İtibarlı, büyük yayınevleri, kitaplarımın basımına yanaşmıyorlar. Şimdilik en önemli planım bu. Yeni bir romana başlayacağım. Viyana’dan bir sergi teklifi geldi. Kararsızım. Sergiler zamanımı alıyor ve resim yapmak kadar canlandırmıyor beni.
Not: Resim, heykeller için www.muzafferorucoglu.com adresi ziyaret edilebilir