Çok bilinmeyenli denklem gibi gelişmeler; hak mücadelesinden bi-haber olarak sunulan Arap halkı isyanda, “medeniyet biziz” diyen Batı, çok kültürlülüğü başaramadığını itiraf ediyor. İngiltere Başbakanı David Cameron’un cümlesindeki yenilgi tonu asıl derdi örtmeye çalışsa da “entegre etmek için daha da çok zorlamalıydık” dediği Müslüman topluma yönelik yaklaşımında bir nevi “ihsas-ı rey” de bulunuyor. Dünün komünizm heyulası, yerini İslamofobi’ye bırakmış durumda.
Batı’nın duvarlarını yükseltmesi (Türkiye-Yunanistan sınırına duvar), ekonomik kriz (Batı ülkelerindeki sosyal hak kısıntıları), isyan dalgası (Batı’ya göç veren ülkelerdeki işbirlikliçi iktidarlara karşı açılan isyan bayrağı) arasında hiç mi bir ilişki yok. Her şey çok mu bağımsız birbirinden. Ben, bağ var! diyenlerdenim. Avrupa’nın belirleyici gücü Almanya, Fransa ve İngiltere sosyal devlet olmanın “bedellerini” artık ödemek istemiyor. Milyarlarca dolar serveti olan diktatörlere “siz paraları cukkalarken, biz, sizden kaçanlara bakmak zorunda kalıyoruz” diyor. Biraz da bu yüzden isyanlara kontrollü destek veriyor. Çok cepheli savaşta, “Medeniyetler Çatışması” idelojik zemininde, ırkçılık, Müslüman karşıtlığı üzerinden yükseliyor Avrupa’da. Çünkü suçlu ise “entegre” olamayanlar! Önümüzdeki dönemde 11 Eylül’den sonra olmadığı kadar İslamofobi’yi konuşabiliriz. Gündeme denk düşen “Islamofobia in Australia” kitabının yazarı, 5 Mart’ta dünyaca bilinen, Sdney Mardi Gras gay-lezbiyen festivaline “Homofobi Karşıtı Müslümanlar” imzasıyla katılacak grubun sözcüsü Alice Aslan bu hafta T24’ün konuğu taa Avustralya’dan. O anlatacak kendisini sizlere.
-Alice Aslan kimdir?
Ben bir sosyal antropolog ve yazarım. İzmir’de doğdum ve büyüdüm. Hep farklı toplumları ve kültürleri merak etmişimdir. Bu nedenle her zaman farklı ülkelerde yaşamayı, yani bir anlamda dünyayı keşfetmeyi hayal ediyordum. Fırsatını bulunca da, ilk önce Yeni Zelanda’nın Wellington kentine gittim ve burada Victoria Üniversitesi’nde antropoloji okumaya başladım. Antropoloji, farklı toplum ve kültürleri çeşitli yönlerden inceleyen çok zevkli bir disiplin. Ayrıca bu üniversitede, Yeni Zelanda yerlileri olan Maori kültürü hakkında dersler aldım. Daha sonra Avustralya’ya geçtim ve antropoloji eğitimimi aynı kentte olan Sydney Üniversitesi ve Macquaire Üniversitesi’nde sürdürdüm. Bu arada Avustralya yerlileri Aborjin kültürü ve toplulukları hakkında da dersler aldım. Fırsat buldukça Yeni Zelanda ve Avustralya’nın her yerini gezdim.
2007 yılında Türkiye’de Hrant Dink’in öldürülmesinden sonra, Sydney’de bulunan bazı Türk ve Ermeniler tarafından gerçekleştirilen ve bu iki toplum arasında diyalog kurmayı amaçlayan toplantılara katıldım. Bu, Batı ülkelerindeki Ermenilerin Türk tarihine ve Türk toplumuna bu kadar düşmanca bakmasının arkasındaki nedenleri anlamamı sağladı. Sanırım temel sorun diyalog eksikliğiydi. Bu görüşmeler sonucunda, buradaki Ermeniler, onları dinleyip anlamaya ve acılarını paylaşmaya hazır Türklerin bulunduğunu şaşkınlıkla farkettiler. Ayrıca geçen yıl bu görüşmelerin bir uzantısı olarak, Türk-Ermeni diyaloğunda önemli bir yeri olan “Anneannem” adlı kitabın yazarı Fethiye Çetin’i Sydney’de ağırladık.
- Avustralya’da İslamofobi isimli bir kitap yazdınız. Neden yazdınız ve 11 Eylül buraları nasıl etkiledi?
Avustralya da dahil olmak üzere birçok Batı ülkesinde Müslümanlara karşı olan köklü önyargılar çok eskilere dayanıyor. Yani Müslüman toplumları her zaman bağnazlık, şiddet ve kadın düşmanlığıyla bağdaştıran bu önyargılar 11 Eylül olaylarından önce de vardı. Bunun temel sebebi cehalet. En yakın komşusu; dünyanın en büyük Müslüman nüfusundan birine sahip Endenozya olan Avustralya gibi bir ülkede, bu durum ilk bakışta şaşırtıcı. Ama bunun temel sebeplerinden biri, Avustralyanın kendisini bulunduğu bölgenin bir parçası gibi görmek yerine, dünyanın diğer bir ucunda yer alan Batı ülkelerinin bir uzantısı olarak görmesi.
Tabii 11 Eylül olaylarından sonra Müslümanlar için kullanılan olumsuz sıfatlara bir yenisi eklendi: Fanatik terörist. Göçmenliğe genel anlamda olumsuz bakan, Avustralya’nın çok kültürlü bir toplum haline gelmesinden ve Aborjin hakları dahil azınlık haklarından hoşlanmayan tutucu sağ partiler, 11 Eylül saldırılarını bir fırsat görüp sık sık Müslümanları eleştirmeye ve bu göçmen grubunun Avustralya toplumuna uyum sağlayamadığını vurgulamaya başladılar. O zamanki başbakan ve sağ Liberal Parti lideri John Howard ve eskiden popüler olan göçmen düşmanı Pauline Hanson bu konuda başı çeken politikacılar arasındaydı. Yani 11 Eylül’den önce, çok kültürlülüğün günah keçisi toplumdaki Asyalı kökenli insanlardı ve bu rol Amerika’daki terörist saldırılarından sonra Müslümanlara geçti. Sonuçta Avustralya’da, kelime anlamı İslam korkusu gibi anlaşılsa da aslında Müslümanlara karşı kültürel ırkçılık anlamında kullanılan İslamofobi belirgin şekilde ortaya çıktı. Mesela 2005 yılında bazı politikacı ve medya mensuplarının kışkırtması sonucunda Sydney’in Cronulla sahilinde binlerce insan toplanıp, o an orada bulunan tüm Müslümanlara saldırdılar.
Eskiden Batı toplumlarındaki yabancılar, göçmenler ya da azınlıklar renk gibi fiziksel özelliklerinden dolayı ayrımcılığa uğruyorlardı. Ama fiziksel ırkçılık özellikle II. Dünya Savaşı'nda Naziler'in yaptığı vahşetten sonra dünya çapında kabul edilemez duruma geldi. Bu nedenle, artık Batılı toplumlar bazı azınlıkların, günümüzde özellikle Müslümanların, kültürel ve dini farklılıklarına işaret ederek bu grupları dışlıyor ve bunların asla Batı toplumlarının bir parçası olamayacaklarını söylüyorlar. Ayrıca Batı’daki özellikle merkez sol ve sağdaki politikacılar işsizlik ve ekonomik güvensizlik gibi sorunlara çözüm bulmak yerine bu tür sorunlar için genellikle yabancı ve azınlıkları suçlayarak oylarını artırmaya çalışıyorlar.
Ben de, her türlü ayrımcılığa, ırkçılığa ve adaletsizliğe karşı biri olarak, “Avustralya’da İslamofi” (Islamophobia in Australia) adlı kitabımı yayınlayarak bu ayrımcılığı eleştirmek istedim. Ayrıca artık İslam dünya çapındaki politik ve sosyal tartışmalarda 20. Yüzyılda komünizmin taşıdığı öneme sahip. Bu nedenle, yazdığım bu kitapla, 11 Eylül olaylarından sonra tüm Batı ülkelerinde Müslümanlar hakkında yapılan benzer tartışmalara aktif bir şekilde katılmak istedim.
- Neden kendini Müslüman’lara karşı önyargıları onarmak konusunda sorumlu hissettin. Hangi kimliğin öne çıkıyor. Kadın?, Türk?, Müslüman? Ya da hiç biri?
Benim için en önemlisi, her türlü ayrımcılığı ve adaletsizliği toplumun gözü önünde eleştirmekten, farklı sesini ve düşüncelerini duyurmaktan çekinmeyen entellektüel kadın kimliğimdir. Dini inancım yok ve kendimi Müslüman olarak da tanımlamıyorum. Ama tabii ki Müslüman kökenli olduğumu inkar edemem. Yani Türk ve Müslüman gibi etnik ve dini kimlikler benim için daha geri planda. Fakat insanlar Türkiye’ye baktıklarında tek gördükleri İslam. Ayrıca Türkiye gibi Müslüman bir ülkede doğup büyümüş biri olarak bu toplumlar hakkındaki yanlış izlenimleri düzeltme konusunda kendimi sorumlu hissettim. Ama genel anlamda bu olaya çok kişisel olarak bakmıyorum. Mesela Aborjinlere karşı yapılan ayrımcılıklar hakkında da bir kitap yazabilirdim.
- Kitaba nasıl tepkiler geldi. Yazarken nasıl bir yöntem izledin? Kitabı yazarken özellikle 1990’ların başındaki Körfez Savaşı’ndan 11 Eylül’e kadar Müslümanlara karşı özellikle medyada ve politik camiadaki olumsuz yaklaşımı inceledim. Vardığım sonuç şu ki; İslamofobinin Avustralya’daki artışı genelde dünyada Müslümanlarla ilgili ortaya çıkan Körfez Savaşı ve 11 Eylül gibi olumsuz politik olaylarla paralel. Ayrıca bazı fırsatçı politikacılar ve medya, halkın da bu konudaki cehalet ve önyargılarından faydalanıp, bu olayları genelde oy kazanma, reyting artırma, çok kültürlülüğe ve göçmen alımına karşı çıkma gibi amaçlar için araç görüp İslamofobiyi kışkırttılar.
Bazı insanlar kitabı başlığından dolayı yanlış anladı. Bunun, insanları aydınlatmayı hedefleyen bir eleştiri kitabı olduğunu anlamadı. Yani tüm Avustralyalıları Müslümanlara karşı ayrımcılık yapmakla suçladığımı sandı. Ama tabii ki benim Avustralya’yı ırkçı bir ülke olarak etiketlemeye niyetim yok. Avustralya’da birçok ülkede olduğu gibi özellikle Aborjinlere ve göçmenlere karşı ırkçılık olsa da yine de burası çokkültürlülüğün en başarılı olduğu ve özellikle kıta Avrupası ülkelerine kıyasla göçmenlerin en iyi maddi ve politik olanaklardan faydalandıkları bir ülke. Fakat genel anlamda kitabım, bu konuda yazılmış tek kitap olarak ülke çapında birçok kütüphanede yerini aldı ve İslamofobi’nin yanlış bir tutum olduğunu, dil, mezhep, sınıf, ülke, coğrafi bölge ve dil anlamında çok çeşitli özelliklere sahip olan dünyadaki yaklaşık 1 milyar Müslümanın, tek bir kalıba sokulamayacak kadar birbirinden farklı olduğunu bu topluma kanıtladı. Ayrıca inanıyorum ki bu kitapla, Müslüman toplum ve gruplardaki insan hakları ihlallerini eleştirmekle, Müslümanlara karşı ayrımcılığa neden olacak konuşmaların tamamen farklı şeyler olduğunu gösterdim. Zaten son yıllarda burada Müslümanlara karşı tutum daha olumlu olmaya başladı.
- Angela Merkel(Almanya), David Cameron(İngiltere) “çok kültürlülüğü” başaramadık dedi... Bu İslamofobi nin desteklenmesi anlamına da geliyor. Burada bu tartışma nasıl yürüyor? Almanya, hiçbir zaman gerçek anlamda çok kültürlü bir ülke olmadı ve hiçbir zaman da olamaz. Çünkü Alman vatandaşlığı genelde Alman ırkına dayalı ve Almanya sürekli göçmen alan bir ülke değil. Yani oldukça homojen bir ülke. İngiltere ise, düzenli göçmen alan bir ülke olarak ve özellikle Hindistan ve Pakistan gibi eski İngiliz kolonilerinden gelen insanların önemli bir ağırlığı nedeniyle, aslında çok kültürlülük açısından başarılı bir ülke. Anglo-Sakson ülkeler, genelde göçmenliğe dayalı ülkeler olduğu için, çoğunlukla günümüzde çok kültürlülüğü benimsiyorlar. Avustralya’da çok kültürlülük 1970’lerden beri resmi bir politika. Hala bu toplumda bazen kurumsal ırkçılığa rastlansa da, ya da toplum temel anlamda Anglo-Sakson değerlere dayansa da, yine de çokkültürlülük oldukça başarılı ve ırkçılıkla mücadele etmeyi sağlayacak birçok kurumsal olanak var. Yani tabii ki buradaki Müslümanlar genelde homojen toplumlardan oluşan kıta Avrupası’ndaki ülkelerden çok daha şanslı ve sosyal ve politik anlamda kendilerini istedikleri gibi ifade etme şansları var. Çok kültürlülük sayesinde insanlar genelde “hybrid identity” denen karma bir kimlik oluşturabiliyor. Yani bir insan aynı anda hem Avustralyalı hem Müslüman hem Endonezyalı olabiliyor.
- Sydney’de her yıl düzenlenen, dünyadan katılımın da yüksek olduğu gay ve lezbiyen festivali kortejinde siz de yer alacaksınız. Amaç?
Şu an bu yürüyüşe katılmak için bir grup oluşturuyorum. Grubumuzun adı “Muslims Against Homophobia’ (Homofobi Karşıtı Müslümanlar). Bu yılki yürüyüşün konusu “Say Something", yani eşcinsellik ve eşcinseller hakkında birşeyler söylemek. Bizim sloganımız şöyle: Müslüman eşcinsellerin kendi toplumları tarafından kabul edilmesi lazım. Amacımız Müslüman ülkelerde de eşcinsellerin varolduğunu ve bu kişilerin tüm farklılıklarıyla topluma kabul edilmesi gerektiğini vurgulamak. Yani vurgulayacağımız şey Müslüman toplumlarda farklılıkların kabul edilmesi ve eşcinsellerin topluma kabul edilmesi.
- Nasıl tepkiler aldınız?
Genelde olumlu. Özellikle bu onur yürüyüşünü düzenleyen Mardi Gras ekibi bizim grubumuzu çok destekliyor. Özellikle Müslüman eşcinsel haklarını savunan bir grup daha önce katılmamış bu yürüyüşe. Genelde Müslümanlar katılmıyor bu tür etkinliklere. Bize insanlar böyle bir şey yaptığımız için çok cesursunuz diyor ama ben de zaten eşcinsellerin İstanbul’da benzer bir onur yürüyüşü yaptıklarını söyleyince şaşırıyorlar. Yani tepkiler genelde olumlu.
- Türk ve Müslüman vurgusu birlikte olacak neden iki vurgu ?
Bizim grubumuz herkese açık. Yani grubumuza katılmak için Türk ve Müslüman olmak şart değil. Yani önemli olan katılanların kimliğinden çok Müslüman eşcinsellere verdiğimiz destek. Her zaman bu yürüyüşe katılmayı istiyordum; ilk kez bu yıl fırsatım oldu ve kendi grubumu kurmaya karar verdim. Ben, Müslüman kökenli olduğum için, insan ve azınlık haklarıyla ilgili olduğum için ve Müslüman eşcinsellerin böyle bir desteğe ihtiyacı olduğu için “Muslims Against Homophobia” grubunu kurdum. Ayrıca bu yıl Türk bayrağını da kullanmak istiyorum. Milliyetçilik anlamında değil ama kırmızı sevdiğim bir renk olduğu için ve Türklerin 1. Dünya Savaşından dolayı Avustralyalılarla özel bir ilişkisi olduğu için. Yani bir anlamda Türklerin bu özel yerini vurgulamak ve Türkiye’nin insan hakları ve azınlık hakları açısından en ileri Müslüman ülke olduğunu göstermek için. Aslında başka Müslüman ülkelerin de bayrağı olsun isterim ama buradaki Arap bir eşcinsel gruba başvurduk bize katılmaları için ama henüz bir cevap gelmedi. İnşallah ileri de grubumuza birçok farklı kökenden Müslüman katılır. Umuyorum grubumuz, hem Müslümanlara karşı Avustralya’daki olumsuz bakışı değiştirecek hem de Müslümanlar arasındaki eşcinsellere karşı önyargıları eleştirecek.
- Türkiye toplumundan destek var mı?
Şu an grubumuz küçük ama neredeyse yarısı Türk. SBS Türkçe radyosundan bir anons yaptık ve bazı Türkler katılmak için başvurdu. Sanırım genel anlamda destek var ama katılım sayısını artırmak için kendimizi daha çok tanıtmamız lazım. Bu da zamanla olacak. Subat ve Mart aylarında Sydney’de turist olarak bulunan Türkler bile yürüyüşe bizim grubumuzla katılabilir. Ya da burada öğrenci olarak bulunan Türkler. Tek yapmaları gereken bize bir e-mail göndermek ([email protected]).
- Homofobi sadece Müslüman toplumların sorunu mu? Homofobi sadece Müslüman ülkelere has değil. Batı toplumlarında bile bu hala yaygın olarak görülüyor. Ama Batı ülkelerinde eşcinsellerin azınlık hakları var. Bazı Batı ülkelerinde evlenme hakları bile var. Şu an Avustralya’da böyle bir hak mevcut değil ama yakında bu da gerçekleşir. Yani bu ülkelerdeki eşcinseller, toplumun her alanında eşcinsel olarak varolup eşit haklardan faydalanabiliyorlar. Ya da eşcinsellere karşı ayrımcılık suç teşkil ediyor. Ayrıca bu toplumlarda, eşcinsel gruplar genelde eşcinsellikleriyle gurur duyuyor ve eşcinsel kimliklerini gittikleri her yerde açıkça gösteriyorlar.
Müslüman ülkelerde ise durum farklı. Bazı ülkelerde homofobi yerine eşcinsellik suç sayılıyor. Hatta Suudi Arabistan ve İran gibi ülkelerde bunun cezası ölüm. Müslüman ülkelerde eşcinsel kimlik kabul edilmiyor. Yani genelde cezalandırılan erkekler arasındaki eşcinsel ilişki. Araştırmalara göre, tarihte özellikle Ortadoğu’da Müslüman ülkelerde eşcinsellik yaygınmış. Fakat sonraları Batılı tutucu Hristiyan kolonici ülkelerin buradaki etkisiyle yasaklanmaya başlanmış. Günümüzde ise Suudi Arabistan gibi ülkelerde dinin daha sert ve tutucu bir şekilde yorumlanması sonucu eşcinsellik Batılı ülkelerden bulaşan bir ahlaksızlık olarak görülüyor. Ama buna rağmen eşcinseller en baskıcı ülkelerde bile varolmayı başarıyor. Batıdaki gibi ben eşcinselim diye haykırmak yerine sessizce yaşıyorlar. Yani hem toplumun düzenine uyup evlenerek çocuk sahibi oluyor hem de eşcinsel ilişkileri devam ettiriyorlar. Ama bu ülkelerdeki asıl sorun genel sivil ve insan haklarının ve azınlık haklarının yeterince gelişmemiş olması. Böyle bir ortamda eşcinsel haklarının gelişmesini beklemek mümkün değil. Batılı ülkelerde de, eşcinsel hakları genel sivil haklar mücadelesinin bir uzantısı olarak ortaya çıkmıştı.
Maalesef Batı ülkeleri günümüzde sık sık, Müslüman ülkelerin ne kadar geri olduğunu kanıtlamak için, bu ülkelerdeki homofobiyi ideolojik olarak kullanıyorlar. Yani nasıl Müslüman kadınların giydiği eşarp, Batılılarca Müslüman kadınlara yapılan zulüm olarak gösterilip Müslümanların hiçbir zaman Batılılar gibi gelişmiş olamayacağı iddiasının simgesi olarak kullanılıyorsa, homofobi de benzeri bir ideolojiiye hizmet ediyor. Tabii ki Müslüman ülkelerde eşcinsellerin hiçbir hakkı yok ve homofobi yaygın. Ama olaya siyah beyaz bakmak yerine, Batılı eşcinsel grupların ve insan hakları gruplarının yapması gereken Müslüman ülkelerdeki eşcinsellerin durumunu ve gelecek için beklentilerini tam olarak anlayıp onlara bu konuda destek vermek. Ayrıca Amerika’daki Al-Fatiha gibi Batılı ülkelerdeki bazı Müslüman eşcinsel gruplar Müslümanların eşcinselleri kabul etmesi konusunda önemli bir rol oynayabilir.