Fatih’te ara sokaklar, Akdeniz Caddesi kalabalık. 93 yaşında hayatını kaybeden İsmailağa cemaati lideri Mahmut Ustaosmanoğlu’nun cenazesine insanlar saat 11.00’den sonra akmaya başladı. Cuma namazı ve cenaze birleşince seccadesini ya da kartonunu alan herkes yer bulduğu bir yerde, özellikle de Fatih Camii’nin etrafında dua ediyor, namaz kılıyordu.
Sarıklı, cübbeli, şalvarlı, sakallı erkeklerin ağırlığı İsmailağa cemaatini temsil ediyordu. İsmailağa yazılı kırmızı yelekli gençler de sahada organizasyonda yer alıyordu. Yeşil yelekli İHH (İnsani Yardım Vakfı) gençler de cenazede insanlar yol gösteriyordu. Yol gösteriyorlardı, diyorum zira, Fatih’in ana yolları, camiye giden ara sokaklar bariyerlerle çevriliydi. Nakşibendi tarikatının kollarından olan İsmailağa cemaatinin etkin olduğu Fatih’te bir gazeteci olarak radarıma takılan üç ayrımcılığı yazacağım.
Birinci ayrımcılık gazetecilere… Saat 12.00 civarlarında Saraçhane tarafında kalan caminin girişinde cami içine alınmadım. Polisler basın girişinin farklı olduğunu söylediler. Bu arada polise gazetecilik kartım olduğunu belirterek, buradan da girebilmem gerektiğini söyledim. Polis duvar, ben anlatmaya çalışan bir gazeteci…
O arada camiye girmeye çalışan erkeklerden biri “Elinde telefon, polise bağırıyor” diye ortamı germek istedi. “Bağırma” iddiasının o kalabalıkta neye çağrı olduğunu okuyucuların takdirine bırakıyorum.
Gazetecilere yönelik ayrımcılık burada bitmedi. Yaklaşık dört noktadan (ki bazı görevliler basın girişini bilmiyordu) sonra basın giriş yerine ulaştım… Bu kez de akreditasyon ayrımcılığı ile karşı karşıya geldim. Uzun ikna çabalarım yine duvardan döndü, ajans görevlilerinin yer aldığı 14 kişilik bir listenin dışında kimsenin alınmayacağı emri verildiğini ısrarla söylediler. Ben de ısrarla “görev yapmamızı engelliyorsunuz” itirazımı sürdürdüm. Tabii ki alınmadım. Diğer gazeteciler de “Cumhurbaşkanı’nı bile takip edebiliyoruz, bugün izin vermiyorsunuz” diye tepki gösterdiler, ancak nafile…
İktidara yakın bir kurumda çalışmıyorsanız, tedirgin edici bir ortamın aktörleri beliriveriyor. Örneğin, cenaze namazına katıldıklarını gördüğümde sohbet etmek istediğim Malezyalılardan biri “I love him –Onu seviyorum” derken, Akdeniz Caddesi üzerinde bir spor mağazası sahibi olduğunu tahmin ettiğim, kare gömlekli bir adam, çalıştığım kurumu sorup öğrendikten sonra namaz kılanlara dönerek “Bu kurumu biliyorum, konuşmayın onlara, söylediklerinizi çarpıtacaklar, vermeyin röportaj, bizim kanallara verin. Biz ayrı ideolojilerdeyiz” diyerek ortamı provoke etmek istedi. Ben “Bir gazeteciyi hedef gösteriyorsunuz” sözleriyle uyarıda bulunurken, genç bir polis, caddeyi çeviren bariyerlerin gerisinde “Hanımefendi lütfen olayı büyütmeyelim” dedi. Uyarılan, ortamı provoke etmeye çalışan değil, görevini yapmaya çabalayan bir gazeteci olmuştu.
İkinci ayrımcılık kadınlara…
İsmailağa cemaatinin duyurusunda kadınların cenazeye katılmamaları istenmişti. Tabii ki kadınlar, uzaktan da olsa cenazeye katıldılar. Mahmut Ustaosmanoğlu’nu çok sevdikleri her hâllerinden belliydi. Erkenden gelenler, parklarda Kur’an okuyup, dua edenler, ağlayanlar… Konuştuğum kadınlardan biri, Şanlıurfa’dan gelmişti. Akdeniz Caddesi üzerindeki bir kaldırımda otururken yaklaştım yanına, sesi titreyerek konuştu benimle. Kadınların camiye alınmaması inanç dünyasında meşruydu. Zira onun deyimiyle dinen “mekruhtu” ama yine de camiye girip uzaktan da olsa görmek istediğini söyledi. Mahmut Ustaosmanoğlu’na olan sevgisini de şöyle tarif etti: “İçimdeki boşluğun tarifi yok. Ne anne ne baba ne çocuk sevgisi ona olan sevginin önüne geçemez.”
Saat 11.00’de yola çıktığını söyleyen başka bir kadın da İsmailağa cemaati lideri için “Sevgi seli bu. Kendimi bugün Kabe’de gibi hissettim. Cemaati takip ediyorum. Dürüst, temiz insanlar” diyordu.
Fatih’in girişindeki parkta oturup sevdikleri dini liderin cenazesini uzaktan, cep telefonundan canlı olarak izleyen kadınlar da vardı, kurdukları manevi bağı oturdukları yerde sessizce dua ederek gösterenler de…
Bir kadın, kadınların alınmamasının, “mekruh” olmasından değil, “büyük olan erkek kalabalığı içinde eziyet çekmemeleri” gerekçesinden kaynaklandığını söyledi.
Gelelim üçüncü ayrımcılığa...
Fatih Camii'ne giden ara sokakların önemli bir kısmı, mesafenin cami ve halk arasında geniş tutulduğu polis bariyerleriyle çevriliydi. Vatandaşlardan biri “İnsanların geçeceği yere araçları almışlar” sözleri kulağıma çalındığında fark ettim park eden araçların Mercedes S-400 olduğunu. Zaten gelen siyasetçilerin hemen hepsi o bariyerlerin gerisinde kaldılar. Diğer yanda ise öğlenini simitle geçiren büyük bir kalabalık. Gelen halkla bağsız bir siyaset temsili vardı. Korumalar, bariyerler, resmi erkân, AKP’nin baş aktörü olduğu cari siyasetin, cemaat dünyasında da hiyerarşiyi büyüttüğünü gösteriyordu.