Başında siyah Che beresi, saçı sarkıyor altından. Kır, ama gürlüğü hala gençlere taş çıkartacak cinsten. Yandan attığı çantasıyla hayatın öğrencisi. Ruhu gerilla hala. 1921 doğumlu. Yüzyıla merdiven dayamış. Çakı gibi zihniyle en önde oturuyor, Tarık Ali’yi pür dikkat dinliyor. Dünya ile derdi bitmemiş. Yaşındakiler sessizce çekilirken evlerine, o her daim o soruyu soruyor kendine: “Neden varım, ne bırakacağım dünyaya”...
Böyle tanıştık 89 yaşındaki Hollanda asıllı mimar Albert J.Gillissen’la. Ertesi hafta evine misafir olduğumuzda havadaki “yaşanmışlık” kokusu hemen çarpıyor duyularınıza. Bilgeliğin mütevazılığıyla karşılıyor bizi ve ekliyor; “hayatımın anlatılacak nesi var?”. Ama kırmak da istemiyor belli ki; döküldükçe tarihi herkes işitmeli, bilmeli dediğimiz türden bir hayat çıkıyor karşınıza.
Nazizmi yaşamış, görmüş ona karşı direnmiş bir isim Albert J. Gillissen. Kendi deyimiyle Nazilerin gözünde “terörist”, Hollandalıların gözünde ise “kahraman”. “Ama ne terörist ne de kahramdım, sadece genç ve idealistim” diyor. Almanya’nın Norveç, Belçika ve Hollanda’yı işgal ettiği dönemde insanların sağcılaştığını, yoksulluğun kıtlığa dönüştüğünü, Yahudilerin, komünistlerin, çingenelerin tutuklandığını anlatıyor. 40’larda o ise, genç bir ofis işçisi. “Önce pasif, sonra aktif direnişçi oldum. Bu yeraltının bir parçası olmak demekti. Önceleri basit şeyler yaptım. En önemli eylemim trene bomba koymaktı, maalesef patlamadı” diye anlatıyor. “Maalesef” sözünde faşizme karşı verilen savaşa inancın tonu gizli. Daha sonrasında direnişçilere silah ve illegal yayın taşıyor. “Çok heyecanlıydı” diye yad ediyor o yılları. Hatta bir gün Hollanda’nın güneyine geçip 31 Nazi askerini esir alıp Kanada askerlerine teslim ediyorlar. “Keskin nişancıydım o zaman” diyen Albert J.Gillissen, illegal kimliğiyle bu orduya katılıyor. Kanada güçlerinin komutanının emriyle eve dönüp legalleşerek orduya bu kez çevirmen olarak alınıyor. 1945 nisanına kadar Ren Nehri boyunca dağlarda kalıyor. Savaş bittiğinde eve döndüğünde “kayıptım, herkes gibi ben de kafa karışıklığı yaşıyordum” derken yeni bir pencere açıldığının arifesinde olduğunu bilmiyor tabii ki. Aldığı kararlar onu bambaşka bir hayata sürüklüyor. Hiç pişman olmayacağı, kendi olacağı, arayışını hiç bitirmeyeceği bir yolculuğa yol alıyor. Endonezya’da 3 yıl, açık denizlerde 1.5 yıl derken, Yeni Zellanda’da demir atıyor. Öyle şeker anlatıyor ki Yeni Zellanda’yı neden seçtiğini; “ 2 milyon insana karşın 40 milyon koyun vardı, zengin yoksul arasındaki fark azdı, zenginlik kibiri göremiyordunuz insanlarda” diyor. (Koyun sesi taklidi yaparken ne kadar mutlu olduğu yüzünden belli). İşte bu nedenlerle 11 yaşamış orada. Bu sırada mimarlık eğitimini tamamlıyor ve bursla İngiltereye gidiyor.
Bir yıl Avrupa’da dolaştıktan sonra, Avrupa mimarisinin izini sürdükten sonra Yeni Zellanda’dan Avustralya’daki Adelaide Üniversitesi’nde hocalığa başlıyor. Mimarlık ve öğretmenin entelektüel hazzına erişiyor. Felsefe var, tarih var, tasarım var. Bildiği herşeyi aktarmanın heyecanı onun yapı taşı gibi.
“Hayat heyecanlı bir yolculuktu şu ana kadar” derken aradığı şey dünyaya ait olmak. Sınırların, pasaportların, milliyetlerin olmadığı bir dünyaya ait olmak. Bardağın dolu tarafından bakmaya çalıştığını anlatırken entelektüel gurusunun Jean Paul Sartre olduğunu söylüyor. “Cehennem insanın başka bir yüzüdür” alıntısını kullanırken, iyilik ve kötülüğün bir arada olduğunu, bütün derdinin varoluş sorularına yanıt bulmaya çalışmak olduğunu ifade ediyor.
İnsanları, kültürleri, sistemleri anlamak için “gezgin” oluyor. Çünkü anlamak için tarihlerini, coğrafyalarını bilmek şart. Bu yüzden Sovyetler Birliği’ne de gidiyor. Modern resmin önemli temsilcilerinden Rus Wassily Kandinsky’nin izini sürüyor. Latin Amerika’da Meksika’da Frida Kahlo’nun sevgilisi ressam Diego Rivera’nın kızı ile tanışıyor. Brezilya’da yumuşak hatlı binaların mimarı Oscar Niemeyer’le de hasbıhal ediyor. İspanyolca öğrenir. Gittiği yıllar öğrenci hareketlerinin güçlü olduğu ama sürekli bastırıldığı dönemler. “Her yerde Che posterleri” diyor.
Alber J. Gillissen şimdi hayatının kitabını yazıyor. Kitabı içi, lisede öğretmeninin teşvikiyle, 1918’den 1960’lara kadar gazete küpürlerinin olduğu, el yazısıyla notlar aldığı günlüğünden faydalanıyor. Kitaplaştırırken hayatını kendinden iz bırakmak,” işte bunlar için yaşadım” demek istiyor. “Mutlak iktidar yozlaştırır” sözünü kullanırken ise reel sosyalizm deneyimlerinin eleştirisini yapıyor. Demokratik sosyalizmin insanlığa çare üretebileceğine inanıyor. “ Dünyada her altı insandan birinin temel ihtiyaçlardan mahrum olduğunu” dile getirirken “oysa tarım 10 bin yıl önce başladı” bilgisi eşliğinde insanlığın geldiği aşamayı “skandal ve trajedi” olarak yorumluyor. Ona göre hiç bir ideoloji “herşeyin cevabı bende” dememeli. Zira “cevap” hala aranması gereken birşey.