40 bin yıllık bir kültürün sahibi, taşıyıcıları onlar. Çok kırıldılar. Tarihteki “ilk soykırım” olarak kabul edilen katliamlara maruz kaldılar. İçe kapanıklar. Zira hem inançları gizli ve kutsal, hem de yıkıcılığı deneyimle sabit “Beyaz adama” güvenmiyorlar. Oysa o büyük kelime; insanlığa öğretecek çok şeyleri var. Avustralya kıtasının yerlileri; dünyada varlığını sürdüren en eski insan topluluklarından biri olan Aborjinler’i duymak, anlamak, modern insanın, zarfa değil mazrufa bakması gibi, manidar.
Yaklaşık 22 milyonluk bu kıtada sayıları 400 bin civarında olan Aborijinlerin toprakla kurduğu ilişki, güçlü geleneği, dilleri, ritüelleri, “dreaming stories”leri, simgeleri, topluluk algısı farklı ve devletsiz bir tarihleri var. Kökleri derinde, bu kültürün bugün yüz yüze kaldığı sorunlar ise, köksüzleştirme politikalarının bir sonucu. Tüm dünyada gençlik intiharlarının en yüksek olduğu topluluk Aborijinler (El Cezire 2012/Ağustos). Hatta öz yıkımın en çarpıcı örneği “ürememe kararı alan” topluluklar: “Neden kadınım olsun? Neden çocuğum olsun? Bütün bu yerleri siz aldınız. Çocuk sahibi olmanın yararı yok, kadının da öyle... Ben de (nasıl olsa) çok yakında düşüp ölürüm” (*) Uyuşturmak için alkol tüketimi teşviki, bugün, uyuşmak amaçlı alkol bağımlılığına dönüşmüş. Genetik yapıları ve bağışıklık sistemleri “Beyaz adamın” kültürüne karşı “aşılı” olmadığı için şeker hastalığı oranı çok yüksek. Birçok Aborijin topluluğun dili artık yok.
Asimilasyon politikası ya da diğer adı ile “White Policy”nin mezara gömüldüğü 1967 Referandumu sonrası yurttaşlık haklarına kavuşan Aborijinlere daha “içerden” bakmak için, kıtanın tam ortasında, çöl bölgesinde doğan, Çalınmış Kuşak (Stolen Generation) üyesi Patricia Perrurle Ansell Dodds’a uzattım teybimi. Koca bir geçmişi, tarihi ve kültürü bir insan hayatına sığdırmak ne kadar mümkünse o kadar “temsili” bir sohbet yapmaya çabaladım.
Aborijin resim sanatının sürdürücülerinden Patricia Perrurle, 1948’de Arrernte isimli Aborijin kabilelerinden birinin mensubu olarak gelir dünyaya; yaşayacaklarından habersiz: “İki erkek 4 kız kardeşden oluşan büyük bir aileydik biz. Çocuk olarak çevrende ne varsa onu kabul ediyorsun. Annem ve babamda Çalınmış Kuşak (Stolen Generation) üyesi ama tabii ki o yıllarda hiçbir şeyin farkında değildim.20 yaşıma kadar da anlamadım.”
Türkiye’den en az 10 kat büyük olan kıtanın Aborijin haritasını açıyoruz önümüze ve Patricia anlatıyor. Alice Springs bölgesinde yani çöl olarak bilinen o büyük topraklarda onlarca topluluğun doğal bölgesi var. Her bölgenin adı aynı zamanda dillerinin de ismi. Sadece o territory (bölge)dekiler, farklı kabileye mensup olmalarına rağmen birbirlerinin dillerini anlayabiliyor.
Harita üzerinde anlatmaya devam ediyor: “Kaptan Cook’un (İngiliz Denizci) kıtaya gelişiyle birlikte insanlarımızı öldürdüler. Topraklarına el koydular.”
Zira yerli halka rağmen rağmen kıta İngiliz yasalarına göre kimsesiz ve sahipsiz topraklar statüsüne alınır.
Kanlı geçmiş kaç kuşak sonra bile Patrica’nın hayatını etkiler: “Annem en küçük erkek kardeşim 12 yaşında iken öldü. (Aborijinlerin yaş ortamaları daha düşük). Kardeşim en küçüğümüz olmasına geleneksel yaşam kültürümüzü daha iyi öğrendi. Resim yapardı. Avlanmayı öğrendi büyüklerden. Genç yaşta evden ayrılmak zorunda kaldı. Çöl ortasında kurulan büyük hayvan çiftliklerinde çalışmaya başladı. Ayrımcılığa uğradı, aşağılanıyordu. Çok ırkçıydı herşey. Alkol ve uyuşturucuya alıştı.”
Resim yapmaya kardeşinin ölümünden sonra ve onun mirasına sahip çıkmak için başladığını söyleyen Patricia’ya ölüm nedenini sorduğumda biraz duraksıyor. Gözleri doluyor, “üzerine benzin dökerek yaktı kendini” diyor.
Çok sarsıcıydı duyduklarım. Aborijin gençlik arasındaki ihtihar oranının yüksek oluşu ile kardeşinin ölümü arasında bağ kuruyor beynim. Kaç kuşak sonrası bile onarılmayan derin yaraların, toplumsal olarak yaşanan yıkımların kişi üzerindeki etkisini sorguluyorum. Uyuşturucu ile alkol bağımlılığının da bir tür “pasif intihar” olduğunu düşünüyorum.
Havayı dağıtmak için resme nasıl başladığını soruyorum: "Kardeşimi doğduğu toprakla gömdükten sonra eve geldim ve yaptığı resimlere baktım. Burada bitemez diye düşündüm ve küçük küçük noktalamalarla işe başladım.”
Noktalama tekniğinin derin felsefesini öğrendiğimde çok heyecanlandım. Onun bilgisine geçmeden önce bir kaç bilgi: Resimlerde kullanılan her sembol ve şeklin bir anlamı var. Örneğin; “U” şekli oturan insan demek. İçiçe halkalar su kaynaklarını simgeliyor.
Noktalama tekniği ise, dünyaya yukardan bir bakışı temsil ediyor: “Yeryüzünde sadece bir noktayız biz”! Mütevazılığın yanı sıra insan denen varlığı “aşırı yüceltmeme” anlayışı. Zaten yeryüzündeki her varlığın değeri eşit Aborijinlerde. Dünyayı kendi bulundukları noktadan algılamayacak, değerlendirmeyecek kadar da yerel değil evrenseller.
Her Aborijin topluluğun kendi Dreaming stories’leri var. Bazı öyküler arasında ortaklıklarda yok değil. Bu öykülerde hayvanlar, yıldızlar, gökyüzü, mevsimler, birlikte yaşayan insanların sorunları, sevinçleri anlatılır. Ve bu öyküler kuşaktan kuşağa aktarılır.
Size bir örnek: “İki kardeş ava gider insanlarının yiyecek ihtiyacını karşılamak için. Bir devekuşu yakalarlar. Ölen devekuşuna sinekler, böcekler üşüşür. Onlardan kurtulmak için ateş yakarlar. Zira dumanın etkisi ile kaçacaklarını düşünürler. Ama aniden şiddetli bir rüzgar çıkar ve ateş birden yayılır. Kurtulmak için çok yüksek bir tepeye çıkarlar ama yangın oraya da ulaşır. Çaresizlikle çığlık atarlar. Onları izleyen atalarının ruhları bu iki avcı kardeşe güç verir ve gökyüzüne uçarlar. Sonsuza kadar orada kalırlar. Geceleri kamp ateşi yakalar. İşte Güney Haçı olarak bilinen iki yıldız onların yaktığı ateştir."
Ölüm ve yaşam arasındaki döngü geçişkendir Aborijinlerde. Ruhun ölmediğine inanırlar. Patricia’da benzer şeyleri anlatıyor: "Kardeşimle hep konuştum. Annemin hep benimle olduğunu biliyordum. Bizim toprakla kurduğumuz bağ çok güçlü. Kendi territory’den çıktığımda hastalanıyorum. Ruhum rahatsız oluyor. Toprağa sahip olmazsın, toprakla birlikte yaşarsın." Hala şehirlerde, hatta kış ortasında çıplak ayakla sokaklarda gezen Aborijinleri görmek mümkün. Toprağı belli ki hissetmek istiyorlar; asfaltlanmış yollarda ne kadar mümkünse. Toprakların işgali hala büyük bir sorun. Maden şirketlerine açılan alanlar, kiralanan uçsuz bucaksız araziler bu kültürü dinamitliyor. Alice Springs’te sokaklarda yaşayan ailelerin varlığını Patricia, “Devlet iş vermek yerine iaşe kartları dağıtıyor. Bu insanlar çok şeylerini, yönlerini, köklerini, değerlerini kaybettiler. Bir uçtan bir uca savruldular. Kendilerini bir yerlere ait hissetmiyorlar” sözleri ile açıklıyor.
1869-1969 yılları arasında, asimilasyon amaçlı olarak, birlerce çocuk ailelerinden zorla alınıp kilise okullarına, beyaz ailelerin yanlarına yerleştirilir. Patricia da o çocuklardan biridir: “4-5 yaşlarındaydım. 2 yıl boyunca bir kilisenin okulunda kızkardeşimle birlikte kaldık. Neden orada olduğumuzu bilmiyordum. Şanslıydık çünkü çok kalmadık. Annem ve babam 2 yıl sonra bizi oradan aldılar. Kaldığım zaman içinde Aborijin bir abla bize iyi baktı. Ağlarken teselli ediyordu. Hala yaşıyor o kişi. Çok öfkeliydim. Bazı çocuklara aileleri onları istemedikleri için burada oldukları söylendi. Ziyarete gelen annelerin, anneleri olduğu gizlendi. Yalanla yaşadık. Bizi 'beyazlaşma' koşulu ile kabul etmek istediler.”
Öfkesi ile yüzleşmiş yazdığı öyküsünün ardından. Daha sakin olduğunu ama ırkçılığın bu kadar acıya rağmen hala sürdüğünü söylüyor.
Ataerkil bir yapıya sahip olan Aborijinlerde, kıyımların, çatışmaların etkisi ile erkek nüfusun azalmasının ardından kadınların rolü değişiyor ve güçlenerek çıkıyorlar bu süreçten. Bütün hak mücadele tarihinde kadınların öncü konumları bunu teyid ediyor.
Son olarak “esas farkınız ne?” diye soruyorum. Patricia da “Biz topluluk olarak birlikte herşeyi yaparız. Beyaz kültürde ise herşey bireysel” diyor.
Çöllerde uzun yıllar Aborijinlerin rehberliğinde bölgeyi gezen jeolog birinin anlattığı bir hikaye hala aklımda. Sormuşlar farkınız nedir diye Aborijinlere. Yanıt; Beyaz adam, omuzuna konan bir sineğe vurmaya çalışır, bizler ise hafiften, avucumuzun tersi ile sineği silkeleriz.
Çok öğretici değil mi?
(*)1840 yılında Yarra topluluğundan bir yerlinin ferdadı (Eser Çoşkun; İnsanın Yaşayan Geçmişi )