Gaziantep
Amerika’da yaşadığımız yedi yıl boyunca ne olursa olsun "tek başınasın" fikrine alışmış olduğumuzdan, Mehmet’le ikimiz cumartesi öğleden sonra uçaktan inişimizden itibaren hayretler içinde takip ettiğimiz iş akışı, bize sosyal devletin gerekliliğini bir kez daha hatırlattı.
Washington Dulles havaalanından Ankara Esenboğa’ya planlanmış uçak inişten beş saat kadar önce rotasını Gaziantep’e çevirince on dört günlük karantinamızın merkezi de böylelikle ortaya çıkmıştı. Bu seçilemez ve sorgulanamaz karara boyun eğmiştik elbette. Zaten sosyal medyadan takip ettiğimiz kadarıyla, en baştaki Umre sonrası yaşanılan gerginlikler bir yana, bizden önceki karantina deneyimleri gayet olumluydu. Yine de bir göz odada, günde bir kaç defa ateş ölçülerek kontrol altında tutulacak olmanın verdiği stres hayli yüksekti.
Uçağın tümü ekonomi yolcusu olarak dip dibe oturtulduktan sonra, Gaziantep havaalanında tepeden tırnağa beyaz tulumlara bürünmüş sağlık ekibi, sosyal mesafeler konusunda bu defa bizi sık sık uyararak, geniş bir salonda ilk kontrollerimizi yaptı ve dışarıda bekleyen otobüslere yönlendirdi
Üç yüzün üzerindeki yolcu, Gaziantep Üniversitesi Ümmü Gülsüm Kız Yurtları önüne yirmi kadar beyaz otobüs konvoyu halinde getirildik. Yurt kapısında yığılma olmasın, soğukta üşünmesin diye otobüsler sırayla boşaltıldı. Bahçe kapısından girişte masalara oturtulmuş dört kişi (yine komple korunmalı) soyadımıza göre odamızın hangi blokta ve katta olduğunu söyledi.
O ara güneş de batmış, ortam epey serinlemiş, yorgun ve uykusuz halde, iyice bir çökmüşüz. Hoparlörlerden Ayten Alpman’ın Memleketim şarkısı yayınlanmaz mı? "Şaka olsa gerek" diye aramızda konuşurken bir anda gözlerimiz doldu, birbirimize belli etmemeye çalıştık.
Valizlerimizi çeke çeke devam ettik. Yurt binası girişinde ateşimiz ölçüldü, ayakkabılarımız dezenfektan havuzundan geçirildi. Asansörlere tek tek alındık. Odamıza yerleşmemizin ardından 3 kap sıcak yemek ve kuru baklava dağıtıldı. Dört öğrencinin kaldığı yaklaşık 50 metrekarelik dairelerde tek kişi konaklıyoruz. Her odaya çamaşır suyundan deterjanına, 12 şişe 1,5 litrelik sudan temizlik süngerine her şey düşünülüp bırakılmıştı. Yatak odasında küçük bir buzdolabı var, boş, temiz ve çalışır halde. Yine dört kişilik çalışma masasının buat kapaklarının altında elektrik prizleri konmuş. Ayrıca en çok merak ettiğim kahve içebilecek miyim sorusunun karşılığı olarak naylonu açılmamış, elektrikli su ısıtıcısını görünce de pek sevindim. Yanında poşet çaylar ve şekerler de vardı.
"E ne var canım, bunları yapmakta" diyenleri duyar gibiyim. Şimdiye dek her işini kendi yapmış, kırkbeş yıllık bireysel hayat mücadelesinin ardından uzak bir kıtaya yedi yıl önce göç etmiş bir kişi olarak ben bunları bulmayı açıkçası beklemiyordum. İki yıl önce, binlerce dolar verip Japonya kıyılarını gezdiğimiz özel gemi şirketinin performansı kadar kesintisiz bir ilerleyiş ve çaba vardı.
Odanın dekorasyonu vasat, konan havlular çok ince, duş ve alafranga tuvalet asgari beklentileri ancak tatmin edecek seviyede ama olsun zaten biz buraya zaten tatile gelmedik. Çarşaflar temiz, kaloriferler yanıyor, sıcak su daimi akıyor, internet hızlı. Keşke doksanlarda ben üniversiteyken de bu imkanlar olsaydı…
Akşam yemeğinden sonra, ortamın sıcak ve güvenli oluşuyla da alakalı sanırım, telefonu elimden fırlatıp uykuya dalmışım. Sabaha karşı 2 gibi uyandım. Mehmet’ten mesaj gelmiş, "5 saat uyumuşum, şimdi uyandım" diye. Meğer gece yatmadan önce, bir telefon uygulaması üzerinden Gaziantep’e özel bir süpermarkete verdiği siparişler gelmiş, kapısı çalınmış, poşetleri bırakılmış. Bana "Gelip bir şeyler alsana" dedi. "Ya birisi görürse?" diye sordum ona, ödlek. "Gel oturup sohbet edelim demiyorum ya, kapıdan alıp git" diye cevap verdi.
Hayatta hiç yatılılık yaşamamışım, yasak nasıl delinir bilmem. Üstüne üstlük bir de virüs var şimdi, lanet olsun. Neyse, mahrumiyet acıklı, açlık fena, hızla ikna oldum, yavaşça kapıyı açtım. Koridor zifir gibi, çıt çıkmıyor. Bütün ışıklar meğer fotoselliymiş, adımımı atar atmaz, Dolmabahçe Sarayı gibi, cayır cayır yandı. Bir kaç saniye gözüne fener tutulmuş tavşan gibi koridorun ortasında apışıp kaldım, sağa baktım kimse yok. Sola doğru usulca ve hızla yürümeye başladım. Asansör çalışırsa aşağıdan hissederler, merdivenlerden çıkmak daha akıllıca olur, diye düşündüm. Hepi topu bir kat çıkacağım, merdivenler bitmek bilmedi. Beşinci katın koridoru da zifir karanlık. Fotosel beyler beni hissedince yeniden ve lüzumsuz bir israfla hepsini birden yaktı. Sola doğru baktım, kimseler yok. Sağa çevirdim başımı, koridorun dibine doğru bir odadan biri bana flaş yakıyor. Tam "lanet olsun, korumalar fark etti, ceza yazacaklar" paranoyası yükleneceğim, baktım Mehmet, elindeki telefonu sallıyor!
Onu görme sevincimi sessize alıp odasının kapısında durdum. Ortak valizlerimizden biri onda kalmıştı, Los Angeles’tan gelmeden önce sipariş ettiğim yeni şortu bulup bir güzel giyinmiş. Bu zor zamanda söylenmek zaten olmaz da bir de hoşuma gitti, pek de yakışmış doğrusu.
Süper marketten gelen erzakları iki ayrı poşete ayırmış. Elime tutuşturdu. "Oturmaz mısın" diye sordu, usulen, bir yabancı gibi, kinayeli. "Sağolun, kalmayayım, geç oldu. Rızkımı alıp gideyim" diye cevap verdim, beklenildiği üzere.
Ayaküstü, alçak sesli gülüştük. Bir selfi çekeyim, istedim. Şımarık bir poz verdik beraber, yaklaşmadan.
Geldiğim yoldan aşağı indim. Yan odada kalan, otuzlarında biri kapısını açıp elimdekilere baktı. Nereden, nasıl alışveriş yaptığımı sordu. Odadaki broşüre bakmasını, online siparişini kapıya getireceklerini söyledim ama aklıma gelmedi "Bir şeye ihtiyacınız var mı" diye sormak. Amerika böyle bir yer işte, tek başınalığa zorla alışıyor, geleceği ve merhameti hızla unutuveriyor insan.
Elma, armut, erik, domates, peynir, lavaş ekmeği, susamlı galeta, çay, kahve, sütlaç, supangle ve kefir varmış poşetlerde. Normal zamanda dudak bükeceğim alışverişi ganimet gibi dizdim buzdolabına.
Valizlerin bir kısmını açıp odanın içinde organize oldum: Kendime vitamin, arınma, çay-kahve, atıştırmalıklar ve temiz çamaşır istasyonları oluşturdum. Anı olur, diye fotoğraflarını çektim.
O saatte yapacak iş kalmadı sanki. Enerjim de azaldı birden.
İçimde kendimi dahi hayrete düşürecek bir istek uyanmaya başladı: Ayten Alpman’ın Memleketim’ini yeniden dinlemek istedim.
Kulaklığımı takıp gözlerimi kapadım. Kendimi yeniden uykuya bıraktım.