Teşvikiye'den Beşiktaş'a inen yokuşu da tutmuştu yaz sıcağı.
Çoğu birbirini tanıyan insanlar, ana caddeye bakan apartmana bir buket çiçek, bir kutu armağan olup giriyorlardı.
O, salondaki sehpanın başındaki tek kişilik koltuğa oturmuş, önündeki kırmızı şarap kadehini çekiştiriyordu; uzun, kıvrak, inişli çıkışlı ama sonuna kadar düzgün cümlelerinin arasında.
Aslında uzayın sonsuzluğuna evrensel bir salıncak kurmuş, bütün yaşamı boyunca yaptığı gibi “şeytanın 'Gör' dediği” ayrıntılara kolon vuruyordu.
“Beyinsel meraktan yoksun toplumlar çağlarıyla el sıkışmakta zorlanır ve saçma sapanlığın içine düşerler... Örneğin son yetmiş yılda asker-sivil politikacılardan acaba kaç tanesi 'monizm' ile 'düalizm' arasındaki farkı merak etti... Oysa milyonlarca ve milyonlarca insan öldü bu iki ayrı değerlendirme yüzünden... Sorun şuydu: “İnsan beyni ve insan toplumu 'galaksiler, yıldız kümeleri, güneş ve uydularından oluşan evren' kategorisinin dışında ayrı bir kategori miydi? Yoksa insan beyniyle insan toplumu da evrenin bir parçası mıydı? Platon, Kant, Hegel insan aklının evrenin dışında ayrı bir kategori olduğuna inanıyorlardı. Feuerbach, Engels, Marx, insan aklının da evrenle aynı bütünlük içinde olduğuna...”*
Kapı çaldıkça içeri tanıdık biri giriyordu.
Gelenler önce üzeri envaiçeşit yiyeceklerle donatılmış masanın önünden geçiyor, yerlerine yerleşip günün "anlam ve önemi”ne dahil oluyordu. Her gelen içten gelen bir “Ohoooo” sıcaklığıyla karşılanıyor; kalabalık arttıkça dostları arasında, elindeki çiviyi birazdan prize sokacak bir çocuk afacanlığıyla dünyayı meşin bir yuvarlak gibi ayağında sektirecek bilgelik arasında uçuşan üstat kadehini kaldırıp daha bir keyifle yudumluyordu.
İçeri birazdan İlhan Selçuk girecekti "Sana Castro'dan içki getirdim" diyerek. Ardından Ara Güler, Doğan Hızlan, Mehmet- Canan Barlas, Fazıl Say, Nebil Özgentürk, Mario Levi, Soli Ozel, Neşe Düzel, Cem Erciyes ve diğer dostları girecekti.
O, her gelene beyin kıvrımlarından başka bir köşe açıyor, her- kesi insanın küçücük zaaflarının keyfiyle evrenin sonsuzluğu arasında vurduğu kolona ortak ediyordu.
Sonra bir yudum daha alıyordu gittikçe artan bir keyifle şarap kadehinden.
Oysa herkes “viskiye düşkün” diye bilirdi.
Kalabalıkların karşısına çıkardığı kahramanı da öyleydi.
Önündeki mikrofona bağırmıştı:
“Güneş sizlerin üstünden doğacaktır. Güzel günler yakındır. Sağ olun, var olun."
Ne bir alkış, ne bir "Yaşa".
Ne dese hareketlendirmiyordu put kesilmiş kalabalığı.
“Bu topraklar için toprağa düşen....” Bir lokma ekmeğini öküzüyle bölüşen..." “Yalınayak, karnı aç, çulsuz dolaşan...”
Ortalardan pısırık bir ses duyuldu “Allah’tan bahset” diye.
Sonra önden, sağdan, soldan, kalabalığın tümünden aynı talep yükselmeye başladı: “Allah’tan bahset."
Taş kesilmiş yığın birden bire dalgalanıp uğuldamaya başlamıştı; "Allah'tan bahset?, “Allah'tan bahset”, “Allah'tan bahset...”
Hoparlörün teli koparılmış, alandakiler kürsüye doğru yürü- meye başlamışlardı, uğuldaya uğuldaya, taşlaya taşlaya...
Yanındaki birkaç kişi de koruyamıyordu onu.
Kalabalığın arasından “Rezil herif", "Allahsız herif”, "Namussuz herif” aşağılamaları arasında çıkmaya çalışıyordu.
Önce bir taş inmişti şakağına, ardından sopalarla, kalın tahta parçalarıyla linç ettiler onu. Kafatası parçalanmış, gözleri akmış, göğüs yamyassı olmuştu. Sonra kollarla bacakları da koparıp ayırdılar. Gök kararıp ortalık ıssızlaşınca kolsuz bacaksız ezik gövde titreyerek doğruldu. Önce kopuk koluna, sonra akmış gözlerine ulaştı sürüne sürüne. Kopmuş bacaklarını ve parçalanmış beynini de bulup taktı yerine.
Ağzında küçük, acı bir gülücük vardı:
“Bu kaçıncı linç edilişim, bunlar beni linç etmekten bir türlü usanmayacaklar" dedi dişlerini gıcırdatarak, "Ben de onları.”
Derin bir nefes aldı. Yorgundu. Evlerin ışıkları, sokak lambaları, kendisinden uzakta, çok uzakta ayrı bir dünyaya aitlermiş gibi sönük sönük yanıyorlardı. Boğazı kupkuruydu. Lüks oteller- den birinin Amerikan barına gidip, buzlu bir viski içecekti.?”**
Bir yudum daha aldı kırmızı şarabından. Bu kez "Ohoooo”lar arasında içeriye giren Ara Güler'di. Ambalaj kağıdına sarılmış bir çerçeve vardı elinde. Her zamanki heyecanıyla açtı elindekini "Bak Çetin" diyerek.
Fotoğrafta 40'lı yaşlarını süren, yakışıklı, bıçkın bakışlı bir adam vardı boynunda fotoğraf makinesiyle.
Kendisi de ilk kez görüyordu bu fotoğrafı. Ara, birlikte yaptıkları Al İşte İstanbul röportajı sırasında Galata'da çekmişti.
Solmaz Kamuran fotoğrafı görünce dayanamayıp Allah’a şükretti?
Aman tanrım, iyi ki bu adamı bu yaşta çıkardın karşıma, ya bu fotoğraftaki yaşında tanısaydım ben şunu nasıl zapt ederdim?"
İlk karşılaşmamızda hemen hemen o fotoğraftaki gibiydi. Üniversite yıllarının sonuna yaklaşmıştım. Türkiye koyu bir karanlığa sürükleniyordu. Herkes birbirini vuruyordu. Sağ solu, sol solu...
İzmir Fuarı açılmıştı. Yazarlar Sendikası'ııın da çok ilgi gören bir standı vardı fuarda. Ünlü yazarlar gelirdi her yıl. O gün ustanın imza günü vardı. Ancak, başlama saati geçtiği halde hala usta yoktu meydanda. Kalabalık huzursuzlaşmaya başlamıştı. Bir rivayet dolaşıyordu kulaktan kulağa. Buraya kadar geldi de, fuarın içindeki içkili bir restoranda karşısında genç ve sarı uzun saçlı bir kızla kadeh tokuşturuyor, diye. Nasıl da ayıplanacak bir durumdu o yıllardaki “devrimci durum"a göre. Kalabalık bu söylentiyi duydukça gecikmesine daha da kızıyordu; ne yozlaşması kalıyordu, ne sapması, ne burjuvalaşması, ne karşı devrim saflarına geçmesi...
Sonunda geldi. Kendisini bekleyenlerin büyük bölümünde uçup gitti bir süre önceki kızgınlık. Yerini sıcak bir tezahürata bıraktı. Ancak, başından beri bir köşede kaşlarından biri kalkık bekleyen gruptan biri dik bir sesle bağırdı:
“Proletarya sizi burada ne kadar zamandır bekliyor.”
Döndü sesin geldiği yere, gülümsedi:
"Burada proletarya yoktur, şambalici ve tombalacı vardır.”
Ne de olsa İzmir'deydik. Mizah duygum gülmemi dürtüklüyor, “ideolojik duruşum” asık yüzlü durmamı gerektiriyordu.
Zor dengeledim kendimi. Bir kez daha yaşamıştım üstatla ilgili bu duyguyu.
Aslında kendisiyle gıyabında ilk tanışıklığım, Cemil dayımın okuduğu Akşam gazetesindeki “Taş” köşesiyle olmuştu. “Taşı gediğine tam oturtan bir adam” demişti dayım.
Üniversiteye kadar hayranı olup çıkmıştım. Ancak, üniversitede iş değişti. Neredeyse okunması dahi yasaktı. Çünkü sapkın bir küçük burjuva, dönek bir sosyalistti o zamanki jargona göre.
Bir gece, hazırlık yapıyorduk ertesi gün gideceğimiz köyde yapacağımız ajit-prop konuşma için. Daha 20'li yaşlara atlamamıştık. Ama kafamızdaki kompartımanlar onlarca yıl öncesine aitti.
Ne Marx'ın, ne Engels'in, ne Lenin'in kitapları kaldı taramadığımız. Bir türlü ertesi gün köylülere yapacağımız propaganda metnini oluşturamıyorduk.
Hep beraber kaldığımız "komün evi”nin arka odasına geçtim yarım saatliğine. Sonra elimde bir metinle geldim evin salonuna. Okudum yazdıklarımı, “Bravo, işte bu” sesleri arasında. Bu tezahürat “Bunu sen mi yazdın” sorusuna verdiğim yanıta kadar sürdü. “Elbette hayır. Çetin Altan'ın Onlar Uyanırken”inden aldım."
Bir an sessizlik oldu. Sanki bomba düşmüştü “komün"ün ortasına.
“Ama o dönek, viski de içiyor” gibisinden itirazları bastırmaya çalışıyordum, "Kimin söylediği değil, ne söylediği önemli...” gibisinden itirazlarla.
Sonunda karar alındı, metin kullanılacaktı ama kimin yazdığı hiç kimseye söylenmeyecekti.
Ancak, üstümüzden tank paleti geçip de ortalık daha soğukkanlı düşünmelere kalınca, herkes kendi gizlendiği siperden çıkınca, hapsolduğu kompartımandan ayrılıp vagonların önünde bir şimendifer olduğunu görünce üstatla aramda hayranlığın yerini alan düşmanlık duyguları yeniden, hem de içinde özentiyi, imrenmeyi, yerinde olmayı, kalemini benzetmeyi, düşüncesine akıl koşmayı barındıran bir hayranlığa dönüşmüştü.
Şimdi tam karşımda, 80'i bitip 81'e varmış bir üstat olarak "ölüme değen" şiirler okuyordu:
"Neylersin ölüm herkesin başında; Uyudun uyanamadın olacak, Kim bilir nerede, nasıI, kaç yaşında? Bir namazlık saltanatın olacak, Taht misali o musalla taşında."
12 Eylül darbesi olduğunda beş yıllık gazeteciydim.
İşte o zamandan sonra, bu yıl 80. yaşını kutlayan üstat Çetin Altan benim kahramanımdı.
Çünkü o bütün hayatını Türkiye gibi akla, düşünceye, yazara zırnık değer vermeyen ülkede "pancar motoru"na binip beynin kıvrımlarındaki şelalelerde evrenin sonsuzluğuna doğru bir sörfe adamıştı.
Şimdi 2007 yılındaydık ve üstadın 80. yaşını bitirip 81. yaşına girmesi nedeniyle dostlarına bir parti veriyordu eşi Solmaz Kamuran, kardeşinin Teşvikiye'deki evinde.
Sağındaki koltuğa, elinde Küba içkisiyle gelen İlhan Selçuk oturmuştu. Solunda da Mehmet Barlas vardı.
Uzun bir süreydi 80 yıl o yaşa henüz gelmemişler için. Bu yüzden öyle yazmıştı, üç yıl önce:
“77’ye bastık işte... Hayat gölünde yolculuğa çıkarken karşı kıyı ne kadar uzak görünüyordu. Ve karşı kıyıya yaklaşırken, arkanda bıraktığın kıyı ne kadar yakın görünüyor.”
Bunca zaman geçince ve “karşı kıyı” yaklaşınca insan ilişkileri de, dostluklar da başka boyutlara sıçrıyor demek ki.
Dostluklarının o denli inişlerine çıkışlarına karşın bugün yan yana oturduğu ilhan Selçulc, tam 38 yıl önce ne yazmıştı üstat için...
“... Ve Çetin daktilosunun tuşlarında gece sabahlara kadar yazarlığın çilesine hazırlanıyordu.
Madem ki gerçek bir yazardı Çetin...
İftiralar bekliyordu kendisini...
Jurnaller bekliyordu...
Tehditler bekliyordu...
Küfürler bekliyordu...
Madem ki gerçek bir yazardı Çetin...
Tüm karanlık kuvvetler, onu yemek, çamurlara bulamak, hayatını yok etmek, sesini kısmak için pusu kurmuşlardı.
Çetin yazmak istiyordu...
Ve onlar, yazdırmamak...
On beş yıl sonra bugün, sırtında şu kadar yıl hapis cezasının ağırlığıyla, bir kitabını (Geçip Giderken) imzalayıp bana verdi Çetin.
Doğrusu Türkiye'de pahası çok ağır gerçek yazarlığın.?***
Bu sırada Nebil Özgentürk'ün telefonu çaldı. ABD'den Orhan Pamuk arıyordu. O da üstadın 80. yaş gününü kutlamak istemişti.
Nebil uzattı telefonu.
Katılamadığı için özür diliyordu belli ki Orhan Pamuk.
Üstat Türkiye'de yazarlığın ne denli değersiz bir iş olduğunu anlatıp sözü günümüzün pek bir modası olan her yana dikilmiş bayrak direklerine getiriyordu:
"Bayrakların direklerini yükseltince bayraklar gözükmez. insanlığın ortak bahçesine attığın şairlerle, ressamlarla, müzisyenlerle, heykelciler ve bilim adamlarıyla gözükür bayraklar dünyada. Senin Nobel alman da dikilen bütün bayraklardan daha fazla göründü dünyada."
Bunları söylerken yanında oturan İlhan Selçuk'a göz ucuyla bakıyor muydu, yoksa bu gözlem benim fesatlığım mıydı kestiremedim. Üstat “ölüme değen” başka bir şiire geçmiş, bütün ustalığı ve sesinin davudiliğiyle okuyordu mısra mısra.
“Dönülmez akşamın ufkundayız. Vakit çok geç; Bu son fasıldır ey ömrüm, nasıl geçersen geç! Cihana bir daha gelmek hayaI edilse bile, Avunmak istemeyiz öyle bir teselliyle."
Birden salonun dört bir yanını Summer Time'ın yumuşacık notaları sardı. Fazıl Say piyanoya oturmuş, üstadın 80 yıllık yaşamını mini bir resitalle kutluyordu.
O da boş durur mu, salondaki bütün güzel kadınları, ki hepsi güzeldi, dansa kaldırdı teker teker "burjuvalığın bir göstergesi” olarak.
Sıra pastaya gelmişti. Mumlar, maytaplar arasında masanın ortasına yerleşen krokanlı, fıstıklı çikolatalı pasta bir doğum gününden çok, bir yaşam üzerine yapılmış tablo gibiydi.
"80" yazıyordu üst sol köşesinde. Alt solda son çıkan kitabı Şeytanın Gör Dediği duruyordu. Seçilmiş 100 yazısından oluşan kitap, köşe yazarlığını edebiyat düzeyine yükseltmesinin bir anıtıydı.
Pastanın sağ altında da “Pancar Motoru" vardı, yani 60 yıldır ellerini üzerinden hiç kaldırmadığı daktilosu...
“Kes pastayı" diyordu herkes. Tam da "Pancar Motoru”nun önünde durmuştu. "Yok” dedi "Pancar Motoru'ndan kesemem". Gitti, ?80"in üzerinden vurdu ilk bıçağı pastaya. Alkışlar, ıslıklar...
O Pancar Motoru ki, eli değip de ilk ürettiği şiirler 64-65 yıl önce yayınlanmıştı edebiyat dergilerinde. Daha Hukuk Fakültesi öğrencisiyken başlamıştı gazeteciliğin, yazarlığın çileli yolculuğuna. Tam 61 yıldır da her günü bir köşe yazısı olmuş; denemelerden tiyatro oyunlarına, anıdan incelemeye, romandan öyküye kadar edebiyatın her dalında onlarca kitaba dönüşmüş.
Yıllarca hapis cezası istenen davaları, sonu mahpushaneyle biten yargılanmaları; bu ülkede yazar olmanın sıkıntılarını, acılarını, işsizlikleri, hatta tıpkı Viski romanındaki kahramanının başına geldiği gibi, hem de TBMM'de milletvekiliyken yaşadığı linç girişimini "bir çırpıda delip geçmiş" 80'lik bir delikanlı olarak yeni yaşını kutluyordu.
Solmaz Kamuran yaklaşık 10 yıl önce yazdığı Çetin Altan biyografisinde bir yaşamın nasıl da derinliklere erebileceğini gösteriyordu:
“Türkiye 70 yılı aşan tarihinde, neden tabular ve dogmalar arasında sıkışıp kaIan, sakızlaşmış resmi görüşlerin tartışılmasına dönük bir çağdaşlaşmanın, yenilenmenin parantezlerini açmaya uğraşan bir yazara karşı bu denli zalim oldu?... Yarım yüzyılı aşan bir yazı yaşamının sahibi Çetin Altan'ın biyografisinde bir anlamda bu soruların cevaplarını da gerektirmektedir ve aynı zamanda tüm gerçek yazarların; yani yaşamını yazıdan kazanmak için kalemini, yüreğini ve başını ortaya koymuşların hayatlarından da çizgiler taşımaktadır.?****
Pasta kesildikten sonra şampanyalar da patlamaya başladı.
Aslında bu hem inadına, hem beyninin hem de duygularının doğrultusunda yaşanmış dolu dolu bir hayatın rengarenk ışık saçan havai fişekleriydi. 81'ine bastığı gün yazdığı köşe yazısını “Hani diyorum” diye bitirmişti üstat, Pancar motorunun tuşlarından parmaklarımı hiç ayırmadan, konuverse şu son nokta...”
Aslında günlerce mezarlıklarda dolaşıp mezar taşına ne yazdıracağını bulmanın hınzırlığıyla gülümsüyordu hayata:
"Bugün ne yazacağım."
Aynen böyle yazdırmayı düşünüyordu mezar taşına.
Yok, bu, beyin dalgalarının şelalesinde pancar motoruyla sörf yapan adamın ölümü umursamaması değil, ölümü bilmemesi hiç değil.
Bu, yaşamın tılsımını çözmenin ta kendisi; hangi kahramanın öldüğü görülmüş ki...
Kaynakça
* Şeytanın Gör Dediği, Çetin Altan, inkılap Kitabevi, 2007
** Viski, Çetin Altan, Roman
*** İlhan Selçuk, 9 Nisan 1969, Cumburiyet
*** İpek Böceği Cinayeti, Solmaz Kamuran, İnkilap Kitabeııi, 1998
*Celal Başlangıç'ın NTV yayınlarından çıkan 'Sizin Kahramanınız Kim' kitabında yer alan yazısı