"Çılgın" bir karar verdik; Şırnak'tan Hakkari'ye Uludere -Çığlı yolu üzerinden geçecektik.
Daha, Şırnak'ın il değil de Hakkari'nin bir ilçesi olduğu zamanlardı.
O yıllarda, böyle bir yolu seçmek gerçekten çılgınlıktı.
Çünkü, Şırnak'tan Uludere üzerinden Beytüşşebap, Çukurca ve Hakkari'ye doğru giden yol neredeyse yılın 8-10 ayı kapalıydı.
Örneğin, Şırnak ilçesinde yakalanan bir cinayet zanlısı, bağlı olduğu kent merkezi Hakkari'deki Ağır Ceza Mahkemesi'ne ancak Mardin, Diyarbakır, Van üzerinden yaklaşık 700 kilometrelik bir yol kat edilerek götürülebiliyordu.
Cudi ve Gabar dağlarının arasındaki Kasrik boğazından geçip Kato ve Tanin dağlarına doğru vurmuştuk. Türkiye yavaş yavaş Kasım 1987 seçimlerinin havasına giriyordu, ama bir yandan da bölgede çatışmalar sürüyordu. Seçim öncesi bölgenin havasını almak, nabzını ölçmekti amacımız. O yıllarda Cumhuriyet'in Güney İlleri Temsilcisi'ydim. Ankara'dan gelmişti Cüneyt Arcayürek. Yol boyunca sıcağı sıcağına izlenimlerimizi, gözlemlerimizi, değerlendirmelerimizi yazacaktık. Adana Büro'dan Ufuk Tekin haberleri kovalıyordu. İstanbul'dan Foto muhabiri Uğur Saner fotoğrafları çekiyordu. Adana Büro'dan Ali Dönderici her zamanki gibi "kaptan pilot"tu. Şırnak'tan sonra önümüzde Balveren, Şenoba gibi Irak sınırına çok yakın yerleşimler vardı. Uludere'nin ardından Ortasu, Yemişli köyleri sınırın tam sıfır noktasındaydı. Hani zaman zaman yolu karıştırınca, kendini Irak topraklarında buluyordun. Birkaç kez başımıza geldiği, hatta Irak askerleriyle burun buruna kaldığımız için dikkatle izliyorduk önümüzde uzayıp giden bol taşlı, toprak yolu. Hakkari'ye doğru ilerledikçe hızımız neredeyse 20 kilometreye kadar düşmüştü. Zaten sonuçta da Şırnak-Hakkari arasındaki yaklaşık 200 kilometrelik yolu ancak sekiz saatte aşacaktık.
İki yanımızdan dağların dik yamaçları yükseliyordu. İki yamaç arasındaki vadiye belli belirsiz açılmış yoldan gidiyorduk zıplaya zıplaya. Hava sıcaktı. Koşullar pek elverişli değildi ama keyfi yerindeydi Cüneyt Abi'nin. Gömleğini çıkarmış, beyaz fanilasıyla aracın önünde oturuyordu. Her zamanki gibi heyacanı ve enerjisiyle gazetecilik hikâyeleri anlatıyordu. Birden frene bastı Ali, "Lastiğimiz patladı" diye. İndik araçtan. Bizi çevreleyen dağlardan gökyüzünü görebilmek için neredeyse kafamızı sırtımıza değdirmek gerekiyordu. Bir yandan askerlerle PKK'liler, diğer yandan da Oramar aşireti ile Jirkiler arasında çatışma vardı bölgede. Ali, lastiği değiştirmeye çalışıyor, Cüneyt Abi, "Kaldık mı ulan burada şimdi" diyordu gülerek. "Şakırt, şakırt" diye kurulan silah mekanizmalarının sesi, Kürtçe konuşmalar çok yakından geliyordu kulağımıza ama, kimseyi göremiyorduk. "Hadi Cello, tarayacaklar şimdi bizi" deyip gülüyordu Cüneyt Abi. Hem tedirgindi, hem de haber peşinde olmanın, sıcak bölgelerde gazetecilik yapmanın tadını çıkarıyordu. Sonunda tekrar yola koyulduk. Dağları tepeleri aşıp Hakkari'ye yaklaşırken bölgenin daha o yıllarda yeteri kadar "meşhur" olmamış bir beyaz Toros'u içindeki dört kişiyle peşimize takıldı.
Tek bir otel vardı o yıllarda Hakkari'de. Havanın iyice karardığı vakitte biz, aç, yorgun ve boğazımız kurumuş olarak attık kendimizi otele. Şükür, yer varmış. Kimlikleri bırakıp hemen yanındaki terasa çıktık yemek yemek için. O beyaz Toros'taki dört kişi de arkamızdaki masaya "konuşlandılar." Ekranlardaki haber programlarından neredeyse herkes tanıyordu Cüneyt Abi'yi. Sarılıp "Hoş geldin" diyorlar, masalarına çağırıyorlar, evlerinde ağırlamak istiyorlardı. Hakkarililer Cüneyt Abi'yi kentlerinde görmekten çok mutlu olmuşlardı. O sırada kelli felli biri, iki elini açarak üzerine doğru yürüdü: "Oooo, memleketin en büyük gazetecisi Cüneyt Arcayürek gelmiş..." Güldü Cüneyt Abi: "Yok öyle büyük gazeteci olmak. Ben burada oturup bir şeyler yiyip içiyorum. Esas büyük gazeteci kimdir biliyor musun? Şu anda haber peşinde koşan kimse, işte odur büyük gazeteci. Velev ki mesleğe daha birkaç gün önce başlamış olsun..." Bagajında ne kadar deneyim olursa olsun, yıllarca ne kadar başarılı gazetecilik yaparsa yapsın, demek ki Cüneyt Abi için gazetecilik ancak haber peşinde koşulduğu anda var olan bir olguydu. Zaten o da yaşamı boyunca öyle yapmıştı. Tam da okullarda okutulacak gazetecilik dersi gibiydi söyledikleri.
Biraz dinlenmiştik, karnımız da doymuştu. İki kadeh bir şeyler içiyorduk. Bu sırada aldığımız bir haberle ağır bir hüzün çöktü masaya; Örsan Öymen'i Bodrum'da geçirdiği bir kalp krizi sonucu yitirmiştik. Çok üzülmüştü Cüneyt Abi. Sürekli olarak "Ya bu Örsan'a kaç defa söyledim" diye tekrarlayıp duruyordu kendi kendine. Bu sırada garson elinde bir bira bardağıyla geldi. "Biz söylemedik" gibisinden yüzüne bakınca, arkamızdaki masaya "konuşlanmış" arkadaşları işaret etti: "Beyler gönderdi..." Dönüp baktığımızda, masadakilerden biri gözümüzün içine baka baka belindeki dokuzlu otomatik silahı çıkartıp masanın üzerine koydu. Cüneyt Abi'yle bakıştık. Durum parlak değildi. Açıkça tehdit ediyorlardı. Kısa bir değerlendirme yaptık. Sonunda gece Hakkari'de kalmayıp Van'a geçmemizin "sağlığımız" açısından daha uygun olduğuna karar verdik. Otelden kimliklerimizi alıp Van'a doğru yola çıktık gece yarısı. Önümüzde 200 kilometreden fazla bir yol vardı. Neyse ki artık asfaltta gidecektik. Öyle apar topar çıkmıştık ki Hakkari'den, tuvalete bile gidememiştik. Bir süre hızla gittik. Artık takip edilmediğimizden emindik. Cüneyt Abi şoför Ali'ye "Oğlum kenarda dur da bir çiçek toplayalım" dedi. Ali biraz şaşkın, yüzünde "Gecenin bu saatinde Cüneyt Abi ne çiçeği toplayacak" sorusuyla dolu bir ifadeyle durdu. Gecenin ortasında, zifiri karanlıktaydık. Hepimiz indik arabadan. Cüneyt Abi, bizden uzak bir noktaya doğru yürüyordu, peşinden de Şoför Ali. Ne de olsa güvenlik sorunu hâlâ sürüyordu. Cüneyt Abi birkaç adım adıyor, Ali de ardından yürüyor, Cüneyt Abi durup şöyle bir Ali'ye bakıyor, birkaç adım daha atıyor, Ali de arkasından gidiyor. Sonunda dayanamadı: "Oğlum biraz geri dur da bir çişimizi yapalım." Çünkü "çiçek toplama" özellikle Bülent Ecevit'in seçim otobüsünde kullanılan bir kibarlık şifresiydi. Otobüste sıkışan "Çişim geldi" demez, "Uygun bir yerde çiçek toplasak" ricasında bulunurdu. Ali bunu bilmediği için, gecenin karanlığında Cüneyt Abi'nin başına bir şey gelmesin diye adım adım takip etmişti. O gün ne gülmüştük ama. Bugünse; hayatını, mesleğini haberin peşinde koşmakla var etmiş, katıksız bir gazeteciyi okyanusların sonsuzluğuna uğurlamanın hüznünü yaşıyoruz. Hakkari dağlarında bile, bir gazetecinin ancak haberin peşinde koştuğu zaman "büyük gazeteci" olabileceğini hiç unutmayan Cüneyt Abi, bu memlekette gazetecilik ölmedikçe sen de yaşayacaksın!