Kaymakamlığa göre Suruç’ta 80 bin, yerel yönetime göre 35 bin mülteci var. Bunlardan ancak 4 bini gitmiş devletin kurduğu kamplara. Valilik görevlisi ‘müjde’yi ilk kez bize veriyor; ‘Mülteci çocukları için okul açacağız’ diye. Ancak okulun hangi dilde olduğunu sorunca ortalık karışıyor. Önce ‘Türkçe’ diyorlar. Suriye’den göçen Araplara Arapça eğitim verildiğini hatırlatınca, ‘Evet evet Arapça eğitim’e çeviriyorlar. ‘İyi ama bu çocukların ana dili Kürtçe’ deyince ortalığı sessizlik kaplıyor. Şimdi bu sorular yanıt bekliyor; devlet kendi yurttaşı olan Kürtlere vermediği ana dilde eğitimi mülteci Kürtlere verecek mi? Yoksa 90 yıldır ‘kendi Kürtleri” üzerinde başaramadığı asimilasyonu Kobane Kürtleri üzerinde mi deneyecek?
Daçkaların, Kalaşnikofların kanlı ıslıkları duyuluyor belli belirsiz. Atılan topların şiddeti ayaklarının altındaki toprağı titretiyor.
Gözleri ufuk çizgisinde, üzerinden dumanlar yükselen ülkelerini seyrediyor Kobaneli sığınmacılar.
Belli ki, bedenleri tel örgülerin Türkiye tarafında; ruhları, akılları binbir umutla kurdukları ülkelerinde.
Yemek ve uyku dışında, yurtlarını yitirmiş insanların yaşadığı büyük boşluk ve ne yapacağını bilememenin şaşkınlığı var davranışlarında.
Kobane ve köylerine IŞİD saldırısı başladığından bu yana sınırı geçenlerin sayısı her kaynağa göre farklı.
Suruç Kaymakamı Abdullah Çiftçi bu hafta başı itibarıyla sınırdan Türkiye’ye giriş yapanların sayısını 153 bin kişi olarak vermişti bize. Çiftçi’nin verilerine göre sığınmacılardan 80 bini Suruç’ta kalmış, yaklaşık 70 bini Şanlıurfa, Gaziantep, Mersin, Adana ve İstanbul gibi bölgenin batısına gitmişti.
Kentte kalanlardan sadece 4 bini devletin AFAD (Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı) eliyle kurduğu iki kampa dağılmıştı. Suruç çıkışındaki YİBO’da (Yatılı İlköğretim Bölge Okulu) 3 bine yakın sığınmacı yaşıyordu. Bin kadarıysa Mürşitpınar Sınır Kapısı yolundaki Süleyman Şah’taki çadır kente yerleştirilmişti.
Kobane Kantonu Başbakanı Enver Müslim’e göre ise Kobane’den göçenlerin sayısı 65 bin dolayındaydı. Ancak Müslim, göçenlerin ne kadarının Suruç’ta kaldığını, kaçının başka kentlere gittiğini bilmiyordu.
Kente gelen sığınmacıların neredeyse bütün yükünü taşıyan Suruç Belediyesi’ne göre ise sınırı geçip de merkeze ve köylere yerleşenlerin toplam sayısı 35 bin civarındaydı. Bunlardan 15 bini ilçe merkezindeki evlerde kalıyordu. 7 bini yine merkezdeki camilere, taziye evlerine, dükkânlara, düğün salonlarına, spor tesislerine, inşaatlara, depolara, eski belde belediyelerinden kalan binalara, atıl fabrikalara yerleştirilmişti. 7 bini de Suruç’un köylerindeydi.
Suruç’un toplam nüfusunun 50 bin olduğunu göz önüne alınca, ilçenin sokaklarına, meydanlarına bakınca kaymakamlıktan çok belediyenin verdiği sayı daha gerçekçi geliyor bize.
Suruç’un BDP’li belediyesi özellikle Van, Diyarbakır, Ağrı, Batman, Mardin gibi Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı kentlerden yerel yönetimlerin gönderdiği yardımların ihtiyaç sahiplerine ulaşması için olağanüstü bir çaba gösteriyor. İyi de bir örgütlenme yapmışlar. Suruç Merkez Komisyonu’na bağlı Köy Komisyonları, Mahalle Komisyonları ve Sağlık Komisyonları var.
Köy Komisyonları köy köy gezip tespit yapıyor, sığınmacıların sayısı ve ihtiyaçlarını belirleyip yardımların ulaşmasını organize ediyor.
Mahalle Komisyonları ise gelenlerin evlere ya da kamuya açık mekânlara yerleştirilmesini organize ediyor, mahalle mahalle gelenlerin ihtiyacını saptayıp yiyecek ve giyecek ulaştırmaya çalışıyor.
Sığınmacı kabul eden evlere kuru gıda ve yemek malzemeleri veriliyor. Dükkân, düğün salonu, taziye evi gibi yemek pişirme olanağı olmayan mekânlarda kalanlara ise sıcak yemek ulaştırılıyor.
Yetişemedikleri yerde bir yemek fabrikasından alıyorlar yemeği. Fırınların çoğu ekmeği un ve maya maliyetine dağıtıyor. Bazı fırın işçileri yevmiye almıyor, gelenlere yardım etmek için bedava çalışıyor.
Ancak burada Suruç halkının fedakârlığına, konukseverliğine değinmek gerekiyor. Çünkü Kobane’den gelenleri evlerinde barındırmak için her şeyi göze alıyorlar. 40’a yakın sığınmacıyı bir evde barındırmaya çalışan Suruçlular bile var. Hem evde misafir ediyorlar, hem de diğer alanlarda yaşayanlara yardım taşıyorlar.
Dağıtımı organize eden gönüllülerden biri bu fedakârlığın boyutunu şu örnekle anlatıyor:
“Gece kalacak yer bulamadım, bir eve misafir olduk. Bir sığınmacı aileyi almışlar evlerine. Ancak misafirlerden artan battaniyeleri de diğer gelenlere vermişler. Kendilerine bile kalmamış, bu yüzden bana da battaniye bulmakta çok zorlandılar.”
Sağlık Komisyonu ise sığınmacıların yanı sıra özellikle Kobane’den gelen yaralıların doğru hastaneye ulaşmasını sağlıyor. Kimine Suruç Devlet Hastanesi’nde tedavi olanağı sağlanırken, daha ağır yaralılar Urfa’ya, Antep’e yönlendiriliyor.
Bir gözlemimizi aktarmakta yarar var. Kobane’nin tek çıkış noktası olan Mürşitpınar Sınır Kapısı’nda Türkiye’ye ait en az iki-üç ambulans sağlık ekibiyle birlikte hazır bekletiliyor. Kobane’den gelen yaralılar büyük bir hızla hastanelere ulaştırılıyor. Sağlığına kavuşan da geri dönüyor. Bu anlamda devletin sadece IŞİD’in yaralılarına yardım ettiğini söylemek pek de haklı bir eleştiri olmaz.
Ancak bir koşul var yaralı YPG’lilerin Türkiye’de tedavi olabilmesi için; savaşçı giysileriyle değil, sivil giysilerle giriş yapmak.
Kobane’deki hastane kapalı. Bir sağlık merkezi oluşturulmuş. Gelen yaralı savaşçılara sivil giysiler giydirilerek Türkiye tarafına gönderiliyor. Hatta daha önce “Kuzey Kürdistan”da savaşmış olanların ya da Türkiye doğumlu olan yaralı savaşçıların giriş-çıkışlarında da bir sorun yaşanmadığı bize anlatılanlar arasında.
Yalnız daha öne “Kuzeyde savaşmış” bir gerillanın cenazesi gelince ailesine sorun çıkartılmış, hatta tutuklamaya bile kalkışmışlar çocuğunu savaşta yitiren aileyi, ancak sonra sorun çözülmüş.
Suruç Belediye Garajı, Yardım Toplama ve Dağıtım Merkezi’ne dönüştürülmüş. Oldukça büyük kapalı ve açık alanlara sahip garajda insanlar karınca gibi çalışıyorlar. En büyük sorun da gelen yardım malzemelerini sınıflandırmak.
Merkezin sorumlularından biri “Yardımlar çok karışık geliyor. Bu nedenle merkez neredeyse kilitlendi bir ara. Gelen yardımları ayırmaya ve sınıflandırmaya çalışıyoruz” diye anlatıyor yaşadıkları sıkıntıyı.
Özellikle Kürtlerin yaşadığı kentlerden yardım yağıyor. Koli koli, çuval çuval yiyecek, giyecek geliyor. Nakit para getirenler de varmış. Hatta bunlardan biri de bölgede AK Parti’nin önde gelenlerinden biriymiş. Anlatılana göre yardım yaparken “Bu tablodan benim partim de sorumlu. Günahımız büyük. Gözüme uyku girmiyor bu yüzden” demiş.
Ama bazen hiç işe yaramayan malzemeler de var yardım olarak gelenler arasında. Bir koliden 60’a yakın moda dergisi çıkmış. Bir başkasından yüzlerce türbanlı ve çarşaflı kadın fotoğrafı çıkmış. En çok da açtıkları bir koliden onlarca çok yüksek topuklu kadın ayakkabısı çıkınca “kopmuşlar.”
Suruç’taki yardım merkezinde görev yapan gönüllülerin en büyük talepleri yardım malzemelerinin sınıflandırılarak gönderilmesi.
“En çok neye ihtiyaç var” sorusuna “Un, kuru gıda” diye yanıt verirken, bu noktada bir bilgi verme zorunluluğu hissediyorlar:
“Ancak makarnayı hiç sevmiyorlar.”
Un ve kuru gıda dışında ihtiyaç duyulan acil yardım malzemeleri arasında giyim, özellikle iç çamaşırı, bir-üç yaş arası çocuk maması, çocuk bezi ve kadın pedi ile yaklaşan kış koşulları nedeniyle battaniye ve çadır var.
Yardım gönüllüleri Suruç’ta kalanların ekonomik durumunu tanımlarken “Parası olanlar otobüslere binip büyük şehirlere gitti. Geriye de sadece yoksul olanlar kaldı.”
Her insan dramında olduğu gibi, sığınmacıların yaşadığı zor koşullardan yararlanmak isteyen fırsatçılar da hemen türemiş elbette. Toprakta, ürün toplamada çalışacak ırgatları sığınmacılar arasından almaya çalışan simsarlar türemiş. Elbette amaçları bölge insanına 40-50 lira yevmiye vermek yerine fırsattan istifade 15-20 liraya çaresiz sığınmacıları ucuz emek deposu olarak kullanmak.
Kimi de sığınmacılardan para toplamaya çalışıyormuş “Sizi bir Avrupa ülkesine götürelim” diye.
Bu arada hayvanlarıyla sınıra kadar gelen sığınmacılar da var. Hayvanlarını yok pahasına satıyorlar.
Bir yardım gönüllü, sığınmacıların nasıl soyulduğunu anlatıyor verdiği örnekle:
“İnsanlar gelmiş hayvanlarıyla. Normal piyasa değeri 30 bin lira. Buradaki bir alıcı 10 bin liraya kapatıyor hayvanları. Çaresiz, satacaklar. Ancak o 10 bin lirayı da vermiyorlar. Eline iki-üç bin lira tutuşturup alıyorlar hayvanları. Bize başvuran olunca parasının geri kalanını tahsil etmek için yardımcı olmaya çalışıyoruz.”
Suruç Belediyesi’nin kurduğu Yardım Toplama ve Dağıtım Merkezi’nden sonra bir de YİBO’da AFAD tarafından oluşturulan Şanlıurfa Valiliği denetimindeki en büyük kampa gidiyoruz.
Yatılı okul bu öğretim yılında İmam Hatip’e çevrilmiş. Ancak okulda yeni ders yılı, sığınmacı akını nedeniyle başlayamamış. Okul binasının yanı sıra bahçeye her biri 12 bölmeli 38 çadır kurulmuş.
Kamp girişini jandarma kontrol ediyor. İçeriye fotoğraf makinesi ya da kamera ile girmek yasak.
Bir valilik görevlisi “BBC geldi burada çekim yaptı. İyi niyetle izin verdik. Ancak bir tabldot tepsisine kuru soğanla ekmek koyup çekim yapmışlar. Bu yüzden artık izin vermiyoruz” diye açıklıyor durumu. Bu hikâyeyi ayrıca iki ayrı resmi görevliden daha dinledik. Ancak birinde BBC ekibi “Alman televizyonu” oldu, diğer görevliye göre ise “bu asparagası yapan bir Amerikan televizyonu”ydu.
Devletin kampında kalan her sığınmacının, IŞİD’in vahşetine ilişkin bir hikâyesi, bir tanıklığı vardı; aynen Suruç’un merkezinde, köylerinde kalan diğerlerinin olduğu gibi. Kafası kesilenlerden, iki ayrı araca iki bacağından bağlanarak parçalananlara kadar vahşetin binbir türlüsünü anlatıyordu sığınmacılar.
IŞİD’den kaçanlar arasında Kobane köylerinde imamlık yapanlar da var. Bir imam olarak neden IŞİD’den kaçtığını soruyoruz “Onlar Müslüman falan değil, başka bir şey” karşılığını veriyorlar. “Ya YPG’liler?” diyecek oluyoruz, “Hâşâ” anlamında kaldırıyorlar ellerini:
“Onlar gerçek müminler gibi davranıyor, bir tek namazları eksik.”
Yemek dağıtım saati gelince bir sıkıntı yaşanıyor kampta. Yaklaşık üç bin insan var. İki noktadan dağıtılıyor yemekler. Bir noktada kadınlar, diğer noktada erkekler giriyor sıraya. Çok uzun kuyruklar oluşuyor yemek kazanlarının önünde.
Menüde mercimek çorbası ve nohutlu pilav var. Yemeklerin alıp elinde tabldot tepsisiyle kuyruktan çıkanlar kızgın. Enver Deri de bunlardan biri. Bir porsiyon çorba ile bir porsiyon pilavın üzerindeki üç küçük pideyi gösterip “Bu sekiz kişi için verildi bana. Suruç’ta camiye kalıyorduk. Yememiz içmemiz daha iyiydi. Bakan Faruk Çelik gelince bizi ikna etti, toplanıp geldik buraya” diyor.
Kampta kalanlar tuvalet ve banyo yapma olanaklarının da yetersizliğinden yakınıyor. Valilik görevlileri, yeni seyyar tuvalet ve banyoların kurulması için çalışmaların sürdüğünü anlatıyorlar.
Kamptaki görevlilere en çok neye ihtiyaç olduğunu soruyoruz “Ayakkabı ve kırtasiye malzemesi” diyorlar.
Hayırdır, kırtasiye malzemesi?
Merakımızı hemen gideriyorlar:
“İlk defa size açıklıyoruz bu müjdeyi, ilk siz duyuyorsunuz, burada mülteci çocukları için okul açacağız.”
“Hangi dilde eğitim verilecek” sorumuza önce “Türkçe” karşılığını veriyorlar.
Suriye’den göçen Sünni Arapların çocuklarına ne zamandır Arapça eğitim verildiğini, hatta sadece kamplarda değil, Gaziantep ve İstanbul gibi sığınmacıların yoğun yaşadığı kentlerde o çocukların ana dillerinde okullar açıldığını, hatta Kuveyt’ten Arapça ders kitapları getirildiğini anlatıp bir daha soruyoruz “Hangi dilde?” diye.
Bu kez “Evet, evet Arapça eğitim”e çeviriyorlar verdikleri yanıtı.
“İyi ama bu çocukların ana dili Kürtçe” deyince ortalığı bir sessizlik kaplıyor.
“Canım bunlar da Arapça biliyor”, “Ne güzel bir dildir Türkçemiz” gibi top, daire, çember türünden yuvarlak cümleler geliyor kulağımıza.
Zor bir durum elbette. Bölgede açılan Kürtçe eğitim verecek okullar güvenlik güçlerinin zoruyla kapatılıp mühürlenirken şimdi bu Kürt sığınmacı çocuklara hangi dilde eğitim verilecek?
Şimdi bu sorular yanıt bekliyor; devlet kendi yurttaşı olan Kürtlere vermediği ana dilde eğitimi mülteci Kürtlere verecek mi? Yoksa 90 yıldır “kendi Kürtleri” üzerinde başaramadığı asimilasyonu Kobane Kürtleri üzerinde mi deneyecek?
Belki AK Parti Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ı, CHP de Cumhurbaşkanlığı seçiminde “Çatı Adayı” gösterdiği Ekmeleddin İhsanoğlu’nu gönderir de, onlar anlatırlar Kürtçe’nin “medeniyet dili, bilim dili olmadığını” kamplardaki Kürt çocuklarına.