Çatışma bölgesinden izlenimler (2)
Diyarbakır Valisi Hüseyin Aksoy, Silvan'da "yurttaşların zarar görmemesi için sadece üç mahallede sokağa çıkma yasağı ilan ettiklerini" söyledi.
"Bir bilgi hatası olmasın" diye itiraz ettim, "Silvan'ın tümünde sokağa çıkma yasağı ilan ettiniz."
Vali Aksoy "Hayır" deyince bilgisayarımın ekranından, ilçe kaymakamı Murat Kütük'ün ıslak imzasıyla Silvan'ın tümüne ilişkin sokağa çıkma yasağı ilan eden kararınını gösterdim.
"Hay Allah" dedi, "Biz sadece üç mahalle için konuşmuştuk."
"Sansüre Karşı Gazeteciler Platformu"nun bileşenleriyle bize randevu veren Vali Aksoy'la makamında görüşüyorduk.
Vali Aksoy, Başbakanlık İnsan Hakları Üst Kurulu Sekreteryası'nda İçişleri Bakanlığı temsilcisi olarak görev yaptığı için insan haklarına ilişkin literatürü ustalıkla kullanıyordu. Hatta "Kimsenin ölmesini istemeyiz. Terörist bile olsa silahlarından arındırılıp yargıya sevk edilmelidir" diyecek kadar hukukun çerçevesi içersinde kalınmasına ne kadar özen gösterdiğini anlatıyordu.
Ancak Vali Aksoy'un sözleriyle bizim "arazide" gördüklerimiz birbiriyle pek uyuşmuyordu. Sanki bizim gördüğümüz Ortadoğu dolaylarında bir ülkeydi, Vali Aksoy'un anlattığı ise İskandinavya civarındaydı.
Ancak haksızlık da etmemek gerekiyor. Bölge öyle sorunlu bir alan ki, masa başında neyi tasarlarsanız tasarlayın, arazide aldığınız sonuç bambaşka olabiliyor; her açıdan...
Hem bölgede yaşananlara tanıklık etmek, gerçekleri "sansürsüz" görmek, hem de çatışmalı ortamda görev yapan medya mensuplarının durumunu yerinde izlemek üzere İstanbul'dan yola çıkmıştı Sansüre Karşı Gazeteciler Platformu heyeti.
Gezinin ev sahipliğini Merkezi Diyarbakır'da bulunan Özgür Gazeteciler Cemiyeti yapıyordu.
Platform bileşenlerinden Türkiye Gazeteciler Sendikası'nın Genel Başkanı Uğur Güç, DİSK Basın İş Sendikası'nın Genel Başkanı Faruk Eren, Çağdaş Gazeteciler Derneği'nin Genel Sekreteri Turgut Dedeoğlu'nun yanı sıra Milliyet'ten Mehveş Evin, Cumhuriyet'ten Ayşe Yıldırım, Evrensel'den Fatih Polat, Hürriyet Daily News'ten Özgür Korkmaz ve ben de bu gezinin katılımcıları arasındaydım.
Ancak, "Milliyet'ten Mehveş Evin" deyince bir parantez açmak gerekiyor. Çünkü Evin "Milliyet yazarı" olarak başladığı gezi bitip İstanbul'a döndüğü gün gazetedeki pek çok meslektaşı gibi işten atıldığını öğrendi.
Geçen hafta başı Diyarbakır'da Büyükşehir Belediyesi Eşbaşkanları Gültan Kışanak ve Fırat Anlı ile başlayan gezimiz Silvan'da, Lice'de, Fis Ovası'nda, Cizre'de, Silopi'de sürdü, İnsan Hakları Derneği Diyarbakır Şubesi Başkanı Raci Bilici, Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi ile devam etti, ve Diyarbakır Valisi Hüseyin Aksoy ile yaptığımız görüşmeyle sonlandı.
İlk görüşmeyi yaptığımız Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Eşbaşkanlarından Gülten Kışanak bölgede yaşananları anlatırken "Silvan'dan ağlayarak döndüm" diyordu.
Çatışmalar başlayınca gittiği Silvan'dan ayrılırken beş yaşında bir kız çocuğu öyle bir sarılmış ki Kışanak'ın bacaklarına. Sanki Kışanak gidince yaşanılan çatışmanın ortasında can güvenliğinin tümüyle ortadan kalkacağını düşünerek "Başkan sen şimdi gidiyor musun?" diye...
Gözyaşlarını tutamadığını anlatıyor Kışanak.
Silvan'a girdiğimizde çatışmalar başladı başlayacaktı. Sokağa çıkma yasağı ilan edilmişti. Ancak üç mahallede değil ilçenin tümünde.
Bir yandan silah sesleri geliyor, diğer yandan polis araçları Silvanlılara "evlerinize girin" anonsu yapıyor, hatta TOMA'lar ve akrepler "dağılmazsanız müdahale edeceğiz" diye gazeteci kovalıyordu Silvan'ın sokaklarında.
Biz Lice'ye doğru yola çıktıktan sonra geride kalanlardan dinleyecektik koca ilçede nasıl bir şiddet yaşandığını, her yerin tarandığını, "teröristlerden ele geçen patlayıcıları imha ediyoruz" diye kentin hemen yanında bitmek bilmeyen patlama hikayelerini, çocukların yaşadığı korkuyu...
(Biz bunları yazarken bir son dakika haberi geliyordu Silvan'dan. Zırhlı araçlar geçerken patlatılan bomba 12 yaşındaki Fırat'ın ölümüne yolaçmış. PKK'lilerin patlattığı öne sürülüyor bombayı. Günlerdir bölgede yedi yaşındaki, dokuz yaşındaki çocukların öldürülmesini görmezden gelenler bu habere dört elle sarılıyor. İnsan ölümlerinde, hele sivil ölümlerinde, hele hele çocukların öldürülmesinde insanlığın çifte standardı yoktur. Özel Harekatçılar çocukları öldürünce susanlar, PKK'nin bir çocuğun ölümüne neden olduğu yolundaki iddia üzerine neredeyse zil takıp kınama ikiyüzlülüğünü gösteriyorlar. İster devletin güvenlik görevlileri, ister PKK'liler kim yaparsa yapsın, bu cinayetler aynı şiddetle kınanmalı, lanetlenmeli.)
Lice'deyse büyük bir suskunluk hakimdi. Gündüz çekilen güvenlik güçleri geceleri "nokta atışları"yla baskın yapıyordu evlere.
Yanımıza getirilen kişinin gözleri görmüyordu. Azmi Kumral'mış adı. Oğlu Mehmet Emin'in başına gelenleri anlattı büyük bir sıkıntıyla:
"Eczanede çalışıyordu oğlum. Olaylar başladığı zaman eczaneyi kapatıp eve gitmek istiyor. Telefonu da içerde unutmuş. Yolda çatışmanın ortasında kalıyor. 'Bari amcamlara gideyim' diyor. Bu arada vuruluyor. Eczanenin üstünde oturan çocukluk arkadaşı vurulduğunu görünce koşup yardım istiyor. O esnada siyah camlı bir araba duruyor yanlarında, hastaneye götürüyor oğlumu. Sonra hastaneyi özel harekat timleri basıyor. Sabah altıda helikopter gelip yaralı oğlumu Diyarbakır'a götürüyor. Fakültenin araştırma hastanesinde, özel tim gözetiminde yedi gün kalıyor orada. Bir gece Diyarbakır'dan buraya getiriyorlar. Mahkeme de tutukluyor oğlumu."
Benzer bir öyküyü Lice çıkışında da dinliyoruz. Helikopterlerden atılan, kimine göre ateş topları, kimine göre de kimyasal bir tozla çıkartılan orman yangınlarından biri kentin biraz dışındaki bir lokantaya doğru yayılıyor.
Lokantada garson olarak çalışan bir kişi de söndürmeye çalışıyor yangını. O sırada helikopterlerden atılan bir bombanın şarapneli suratında patlıyor. O da aynı Azmi Kumral'ın oğlu gibi önce hastaneye, sonra emniyete, oradan mahkemeye götürülüp tutuklanıyor.
Anlaşılan Diyarbakır Valisi Aksoy'un daha önce görev aldığı İnsan Hakları Üst Kurulu'ndan Lice'deki "alt kurul"un payına düşen buymuş.
Akşam, hava karardıktan sonra başına gelecekleri bekleyen, ama inançlarını hiç kaybetmeyen insanları geride bırakarak Lice ile Hani arasındaki "Huri" köyünün üzerinde bekleyen "canlı kalkan"ların bulunduğu yere doğru gidiyoruz.
Burası Lice'den 22 kilometre uzakta bir nokta. Geçtiğimiz tepenin üzerinde bir direkte Öcalan'ın posteri var. Zaten köyün bulunduğu Fis Ovası, PKK'nin ilk kurulduğu yer. Bir tepede gerillalar var, diğer tepede askerler. İşte bu iki mevzinin arasına da "canlı kalkan"lar yerleşmişler.
Çadırları, battaniyeleri, ocakları, sırt çantalarıyla ilk bakışta "arkadaşlar buraya kamp kurmuş" görüntüsü veriyorlar.
Ancak işin gerçeği pek öyle değil. Bu "kamp", askerlerin gerillaları, gerillaların da askerleri öldürmemesi için tam da iki cephe arasındaki koridora, "sızma"ları önlemek amacıyla kurulmuş.
17 yaşındaki gençten, 80 yaşındaki kadına; sadece bölgeden değil; İzmir'den, Bursa'dan, Ankara'dan, İstanbul'dan gelmiş farklı etnik kökene, mezhebe, siyasi anlayışa sahip insanlar, gençlerimiz daha fazla ölmesin, diye bedenlerini siper etmişler.
1980'li yıllardan bu yana yaşanan savaşta beş çocuğunu yitiren Sakine ana da 80'lere gelmiş yaşına karşın bir "yiğitlik anıtı" olarak kilimden bir yaygının üzerinde dimdik duruyor, dimdik konuşuyor:
"40 yıldır bunları yaşaya yaşaya ömrümüz tükendi. Kürt olmaktan, Kürtçe konuşmaktan başka kusurumuz yok. Ya bizi kökten imha edersiniz ya da haklarımızı verirsiniz. Erdoğan beni AKP'ye çağırdı. Randevusunu kabul etmediğim için bana üç ay hapis cezası verildi. Türkiye'de herkes evlat acısını görmeden yaşasın."
Sakine ana anlatıyor. O yaşta öyle bir dinamizmi, öyle bir inanç patlaması yaşıyor, derdini o kadar güzel anlatıyor, öyle "sır" konuşuyor ki, bazen kimi kastettiğini anlayamıyoruz:
"Adam katil. Gerilla cenazesi gelmezse, asker cenazesi gelmezse deliye dönüyor."
Yüzlerce kişi var "canlı kalkan" olmak için. Hemen hemen hepsini Kürtler, sosyalistler, demokratlar oluşturuyor. İyi ki Kürt analarını yalnız bırakmamışlar dedirtecek insanlar var; Türkiye'nin batısından gelmiş ilericilerin, sosyalistlerin yanı sıra 78'liler Girişimi'nin "delikanlıları" da katılmış "canlı kalkan" seferberliğine.
Helikopterlerden, asker mevzilerinden bulundukları yerlere onları korkutmak için defalarca ateş açılmış. Ama yine de terketmemişler "barış mevzileri"ni.
Bursa'dan gelen bir genç bulunulan durumu anlatıyor yanımıza gelerek:
"AKP tek başına iktidar olmak için Kürtleri teslim almak istiyor."
"Canlı kalkanları" geride bırakıp Diyarbakır'daki "meslektaşlarla toplantı"ya biraz gecikmeli dönüyoruz. Arkadaşlar bekliyor. Bölgedeki gazetecilerin çalışma koşullarını biraz da onlardan dinlemek istiyoruz.
Birbirinden ilginç öyküler anlatıyorlar, saptamalar yapıyorlar.
Meslektaşlarımızın anlattığına göre bölgede itibarsızlaştırmaya çalışılan üç meslek grubu var. Birincisi gazeteciler, ikincisi avukatlar, üçüncüsü de sağlıkçılar.
Bölgedeki bir gazeteci arkadaşımız ilginç bir saptama yapıyor:
"Çok partili hayata geçildiğinden beri Kürdistan kime oy verdiyse o parti iktidar olmuş."
Yakındıkları konular, gazetecilik yapma olanaklarını tümüyle ortadan kaldıracak koşullar:
"Devlet yine içine kapandı. 90'lı yıllardaki gibi. Vali telefona çıkmıyor. Hastanelerden bilgi alamıyoruz. Sokağa çıkma yasakları çalışma alanlarımızı daraltıyor. İnternet, cep telefonları kesiliyor. Tehdit altındayız, çelik yelek giyinme ihtiyacı hissediyoruz. Başımızda kasklar olmalı ama medya kuruluşlarının merkezleri bunu umursamıyor. Polisin gazetecilere karşı şiddeti had safhada. Biz haberleri veriyoruz ama merkezlerimiz yayınlamıyor. Hiç vermediğimiz haberler devlet kaynaklı bazı odaklar tarafından veriliyor. Onlar haber olarak yayınlanıyor."
Bir gün sonra hedefimizde Cizre ve Silopi vardı ama gidince gördük ki, zaten bu iki ilçe sadece bizim değil, devletin güvenlik güçlerinin de hedefindeymiş!
Çünkü Cizreliler de Silopililer de "özyönetim"lerini ilan etmişlerdi.
"Devlete karşı değiliz" diyorlardı ama bir talepleri vardı:
"Böyle devlet olma anlayışına, böyle yönetilme anlayışına karşıyız.
"Kaderlerini tayin haklarını" kullanmak için yıllardır her şeyi yapmışlardı. İlk "serhildanlar"a çıkmışlardı, 1990'lı yılların Newrozlarında kitle halinde katliama uğramışlardı, faili meçhullerin, gözaltında kayıpların neredeyse bölgedeki birkaç "başkentinden" biri olmuşlardı. Artık "yeni bir hayat" istiyorlardı ve bu yüzden HDP'ye yüzde 90'lar, hatta daha üstünde oy vermişlerdi. Ama şimdi geçmişin aynı ceberrut devleti üzerlerine çullanıyordu zulüm ve kan olarak.
Mahalle mahalle yapılan operasyonlardan, özel harekat timlerinin özellikle "genç sivilleri" öldürmesinden, sonrasında da haklarında yasal bir işlem bile yapılmamasından yakınıyorlardı. Yani "faili meçhul"ler, Başbakan Davutoğlu'nun "çözüm sürecinin güçlendirilmesi için çıkarılıyor" dediği İç Güvenlik Yasası'ndan sonra "Faili Kanun" haline gelmişti.
En büyük yakınmaları da yaşadıkları gerçekliğin, uğradıkları katliamın Türkiye'nin "merkez medyası"nda ve "AKP merkezli medyası"nda tümüyle ters yüz edilmiş biçimde sunulmasıydı.
Bölgeye ilişkin çok somut bir saptamaları vardı:
"Siyaset kurumu Kürdistan'da iflas etti. Kendini ifade edemiyor. Bu yüzden halk "özyönetim" talep ediyor. Hendek kazıp barikat kuruyor. Çünkü o yollar kapanmasa mahallelere giren özellikle özel harekat timleri evlerimizi kurşunluyor, çocuklarımızı öldürüyor."
Cizre'nin bir yüzü Gabar Dağı'na, diğer yüzü Cudi Dağı'na bakıyor. Cizre tarafından bakınca hem Gabar'da, hem de Cudi'de kül olmuş alanlar görülüyor. Silopi'nin yüzü Cudi Dağı'na dönük. Oradan da yanmış ormanlar eski yeşil doğanın yerini almış. Devlete çok kızgınlar:
"Hem yaktılar, hem de söndürmemize izin vermediler."
Aklıma 1990'lı yıllar geldi. O zaman da orman yakmak serbestti, orman yangınını ihbar edenleri "PKK'ye yardım ve yataklıktan içeri alıyorlardı."
"Tehdit altındayız" diyordu Cizre Kent Meclisi Eşbaşkanı Mehmet Tunç, "Özyönetim deklarasyonunu okuduktan sonra arabam tarandı. Halbuki bu yapıyı biz 2005'ten beri uyguluyorduk."
Cizre'de, Silopi'de girdiğimiz mahalle aralarında insanlar hendek kazmışlar, kayalarla ve kum torbalarıyla barikatlar oluşturmuşlar, hatta keskin nişancılardan korunmak için sokak girişlerine örtüleri bir bayrak gibi asmışlar. Zaten bu bölgedeki devlet kurumlarının neredeyse hepsinin çatılarına kum torbalarından siperler yapılmış, arkalarına keskin nişancılar yerleştirilmiş.
Keskin nişancıların vurduğu, öldürdüğü insan hikayeleri anlatılıyor burada. Sanki Beyrut sokakları, sanki işgal ordusu bazı kentlere girmiş gibi...
HDP Silopi İlçe Başkanı Ali Balın karşısında bir gazeteci heyeti görünce yakınmaktan kendini alamıyor:
"1990'lı yılların Anadolu'dan Görünüm tadındaki programlar bizi üzüyor."
Aslında kastettiği o yıllarda TRT'de özel harbin propagandisti Ertürk Yöntem ve avanesinin yayınladığı bir "haber savaş programı"ydı. Şimdi onun yerini AKP'nin yandaş medyası almış, "özel harp" haberlerini, programlarını halka haber diye sunuyorlar. Deyin ki 28 Şubat'ın Ali Kırca'sı...
Yaşanan bütün saldırılara karşın umutluydu Balın:
"Ordudan, subaylardan savaşa karşı gelen tepkiler savaşın içindekilerin bizi anladığını
Ama Silopi'deki HDP yöneticilerinin anlatttığı yaşanan başka gerçekler de var:
"7 Ağustos'ta bir sabah telefondaki feryatlarla uyandık. İnsanların evleri yanıyor. İtfaiye sokulmuyor. Yaralılar var, ambulanslar geçirilmiyor. Hastanedeki doktorların kafasına silah dayanıyor. Hastaneye getirilen yaralılar infaz ediliyor, getiren vuruluyor. Silopi yanıp yıkılıyor. Ancak işin ilginci bunların hiçbirini yapan ne Silopi'deki askerler, ne polisler, ne de Özel Harekat Timleri. Bunları yapanlar dışarıdan gelen Özel Harekatçılar."
Zaten kaymakamların, valilerin olaylar sırasında HDP milletvekillerine verdikleri "Bu bizi aşıyor, operasyon Ankara'dan yapılıyor" yanıtı da, bizim Silvan'la ilgili sokağa çıkma yasağına üç mahallede mi, yoksa bütün ilçede mi, tartışmasına başka bir gözle bakmamıza yol açıyor.
Silopi'de özel harekatçıların rastgele ateş açtığı mahalleleri, hatta girdikleri evde kimseyi bulamayınca kurşunladıkları Kuran'ı Kerimleri, işte bu yüzden kazdıkları siperleri, kurdukları barikatları gösteriyor insanlar.
Hatta, "Polis panzeri görünce şeytan taşlar gibi taşlıyor çocuklarımız, o hale geldi" diye anlatıyorlar.
Yakılmış, yıkılmış, sonunda da özellikle gençlerin hendek kazdığı, barikat kurduğu sokaklarda geziyoruz. Engin Armağan çıkıyor karşımıza koltuk değneğiyle. Evinde otururken polis kurşunuyla vurulmuş. Evinin demir kapısında kocaman bir mermi deliği var. O sabah işe gitmeden önce kahvaltı ediyormuş. Kapıyı delen bir kurşun iki baldırını parçalamış. Engin'in beş çocuğu var. İşi hamallık, kim bilir ne kadar çalışamayacak!
Ensesinde bomba patlamış küçücük çocuklar, yaralı insanlar var "bölge"nin evlerinde, sokaklarında.
Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi ve yönetim kurulu üyeleri, İHD Diyarbakır Şube Başkanı Raci Bilici ve insan haklarına akıl, yürek ve can güvenliklerini koymuş üyeleri tek tek bütün hak ihlallerini ortaya çıkartmaya çalışıyorlar büyük bir çabayla.
Haftanın son iki iş günü de Özgür Gazeteciler Cemiyeti'nde İstanbul'dan, Erzurum'dan, Adana'dan, Gaziantep'ten, Van'dan, Hakkari'den gelen kimi üniversite öğrencisi, kimi sosyoloji ya da iletişim mezunu , yaşları 20'lerde olan 25 genç gazeteci ve adayıyla Röportaj Atölyesi kurduk.
40 yıllık dostum yazar, kültür insanı Şeyhmus Diken rehberliğinde "arazi çalışması için" Sur içini gezdik. Memlekette gazeteciliğin bittiğini düşünenler için büyük bir umut ışığıydı genç gazeteci adayları.
Sansüre Karşı Gazeteciler Platformu'nun heyeti bütün bu yaşananları bir rapora dönüştürerek elbette hem bütün ülkeye, hem de uluslararası kuruluşlara bütün çıplaklığıyla yansıtacak.
Ama bugünlerde bölgede Kürtler barikatlarda, canlı kalkanlar dağlarda...
Gazetecilerle televizyoncuların; hala daha insanın, barışın en yaşamsal değer olduğuna inananları da; yalanlara, zulme, diktatörlüğe karşı hayatın barikatlarını kuruyor, faşizan bir anlayışa karşı "canlı kalkan" oluyordu.
Sonuç olarak bugünlerde bölge; baskı, şiddet, çatışma ve kan revan içersinde. Ancak bölge halkının özgüveni de her şeye karşın geçmiş dönemlerden çok daha fazla yerinde. Umutlarını gerçekleştireceklerine sonuna kadar inanıyorlar. Bu yüzden her şeye karşın direnmeyi seçmişler, gelecek güzel günler için. Silopi'de yaşlı bir yurttaşın "Bu devletten ne bekliyorsunuz?" sorusuna verdiği yanıt; aslında barikatlarda direnen, asker olsun, PKK'li olsun hiçbir genç ölmesin diye bedenini canlı kalkan olarak mermilerin önüne koyan bütün bölge halkının talebini dile
"Biz bu devletin rahat durmasını bekliyoruz."