İçinden çıktığın sınıfa da, mesleğine de ihanet edip "Batı standartlarında" bir soytarı olmak istedin, görgüsüz bir doğu sarayında dalkavuk oldun. Çünkü senin heves ettiklerin, "köy" deyince Kadıköy'ü, Vaniköy'ü, Erenköy'ü anlıyordu; oysa senin "şehir" anlayışın Kırşehir'den, Nevşehir'den öteye geçmiyordu.
Yalakalık bile bir kalite meselesidir. Bunu anlayacak düzeyde değildin, ne yazık ki. Gazetecilik, gazete patronluğu yapmamıştı baban. Milletvekili de değildi. Hem gazeteci, hem milletvekili hiç değildi.
Gözünü açtığın evde binlerce kitaptan oluşan bir kitaplık da yoktu.
Cumhuriyet'ten Milliyet'e memleketin en kaliteli gazetelerinden geçip, TRT'de İsmail Cem'le omuz omuza özerklik kavgası verip de gelmedin olduğun yere. Hani, altyapısı sağlam iyi bir yalakalığın olmazsa olmazı bir "sosyalist eskisi" de değildin. Yani "eski tüfek" zaten olamazsın da, "eskimiş tüfek" de olmadın hiç. "Devrim Çin'de dahi olsa gidiniz" sözüne uyup bir yazı dizisiyle 68 kuşağının başkaldırısına bir demet çiçek atacak birikim de yoktu sende. Ecevitler'in, Demireller'in masasına oturmadan Evren'e yalakalık yapılır mı sanıyordun? Evren'den sonra Özal'ın yalakası olmak için de Hüzzam'dan Uşşak'a en az on şarkıyı teklemeden söylemen gerekiyordu. Ne makam, ne ses, ne de nefes vardı sende. İki kıytırık "siyasal İslamcı" gazete ile bir tüketici dergisinde muhabirlikten yayın yönetmenliğine yükselince artık her iktidara yalakalık yapacak yetenekte mi sandın kendini? "Yoksul ama onurlu" bir muhalifken sınırlı yeteneklerine, entellektüel zavallılığına, mesleki beceriksizliğine rağmen yine de saygı görüyordun. Kooperatiften aldığın bir evin taksitlerini ödeyememen bile zedelememişti bu saygınlığını. Ne zaman ki iktidarın eteğine tutunup uçan bir balon gibi yükseldin, taksidini ödeyemediğin kooperatif evinden çıkıp "taş gibi yapı"lara girdin, gazete yönetmenliğinden grup başkanlıklıklarına, televizyon yıldızlığına sıvandın, işte o zaman ne zekân yetti, ne becerin, ne de donanımın. Hani söylemesi ayıptır, yükselen bütün maymunların yaşadığı sorun senin de başına geldi; popon göründü. Havuza dalıp olimpiyat madalyası almaya kalktın ama ne kulaç atmasını biliyordun, ne kelebek yüzmesini, ne de kurbağalama... Ancak köpeklemeydi senin stilin. Bu da yetmedi elbet her devirde iktidarda olmana. Bu kadar cehaletle, yeteneksizlikle değil değişen iktidarlara ayak uydurmak, bir iktidarı bile idare edemedin. Bir "gazeteci" olarak işten atılman "basın özgürlüğü"nün değil de hırsızlığın, yolsuzluğun, yalakalığın, dalkavukluğun ilgi alanına giriyorsa durumun vahametini anla artık. Yani, değil bir gazeteci itibarı görmek, "kralın soytarısı" bile olamadın. Dalkavuklar "evet efendimcilik"le doğunun hükümdarlarını eğlendirirdi. Soytarı ise batının ürünüydü. İlhan Selçuk'un nefis anlatımıyla "kralın soytarısı sarayda özel yeri olan bir kişiliktir, tahtın yamacına konmuştur, protokolün hem içindedir hem dışında..."
Bir bakarsın ki soylu törenlerin en görkemli dakikasında soytarı yerde yatıp yuvarlanmaya başlamış, prenslerin, düklerin, baronların, kontların, nazırların, rektörlerin, kardinallerin kırmızı bayram balonu gibi şişirilmiş ciddiyetlerini sivri yergileriyle delerek ortalığı birbirine katmış, öfkeleri, kahkahaları, fısıltıları, kaygıları soytarılığın sarmalına dolayıp saray halısı gibi salona yayıvermiş. Soytarı 'Evet efendimci' değildir." Anladın değil mi neden "balonları iğneleyen" soytarı olamayıp ancak "balonları şişiren" bir dalkavuk olduğunu. Ne yazık ki dalkavukluğa bile soluğun yetmedi. Başbakan'ın yanağını okşayan bir soytarı olmaya heves ettin, her "alo"sunda esas duruşa geçen dalkavuk oldun. Çünkü senin heves ettiklerin, "köy" deyince Kadıköy'ü, Vaniköy'ü, Erenköy'ü anlıyordu; oysa senin "şehir" anlayışın Kırşehir'den, Nevşehir'den öteye geçmiyordu. İçinden çıktığın sınıfa da, mesleğine de ihanet edip "Batı standartlarında" bir soytarı olmak için yola çıktın, görgüsüz bir doğu sarayında dalkavuk oldun. Hiç değilse Ertuğrul Özkök kadar şarap markalarını bilip fiyatını etiketinden anlayacak kadar bir yaşama gustosuna sahip olsaydın, belki durumu daha uzun süre idare edebilirdin. Ama dalkavukluğun, yalakalığın, siftindiğin iktidarın bile ömrüne yetmedi. Ne sandın kendini, Mehmet Barlas mı mübarek!
NOT: Bu yazı ortalama bir "yalaka" tipolojisi üzerinedir, Mehmet Barlas ve Ertuğrul Özkök ise gerçek kişilerdir.