"Güya muharririm ya, sevgilim, benim yazılarımın hiçbiri hikâye değil, röportaj değil, mektup değil, nedir ben de bilmem!" Sait Faik'in "öykü"lerinin sırrı da, Havada Bulut (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları) kitabındaki "İkinci Mektup"un bu ilk tümcesinde olsa gerek. Ne hikâye, ne röportaj, ne deneme… Alışılmış, tanımlanmış kalıplara göre düşünürsek, Çehov'a, Maupassant'a kadar vardırabileceğimiz "kısa hikâye" deyiveririz. Ama ne önemi var! İlle de bir türe bağlı olması mı gerekir? Sait Faik'in yazıları, yazdıkları akıp giden bir düş ve gözlem gücünün bizi sarıp sarmalayan ruh halleri değil midir? Ruhumuza yol gösterir Sait Faik. Suların altındaki kayalıklara çarpmayalım, denizin altına gizlenmiş kayalara oturmayalım diye. Ferit Edgü bir keresinde Sait Faik için boşuna "Benim deniz fenerim!" dememişti…
Ne zaman ruhsal bir deprem yaşasam ya da karanlık sularda yolumu yitirsem, eski bir Adalı olarak Sait Faik'e sığınırım. Stelyanos Hrisopulos gemisiyle denizlere açılırım… Beyazıt Havuzu'nun kenarındaki kanepelerden birine oturur, sizi beklerim; herkesler geçer, siz geçmezsiniz… Eftalikus'un Kahvesi'nde, "incir çekirdeği doldurmayacak mevzuları yazan" bir hikâyeciyle sohbet ederim… "Korkakların en korkağı, namussuzların en namussuzu olduğu alnında okunan" adamın oltasına yakalanan Sinağrit Baba'yla birlikte bağırmak ister gibi ağzımı açıp kapattıktan sonra son nefesimi veririm…
Sait Faik'i her zaman bir Burgazadalı olarak düşünürüz; belki de zaman zaman vapura binip şehre inen bir İstanbul yazarı olarak. Oysa doğma büyüme Adapazarlıdır. Hikâyelerinde memleketi Adapazarı da azımsanmayacak bir yer tutar.
1951 yılında, kırk beş yaşındayken yayımlanan Havada Bulut'taki "Falcı Matmazel Todori" hikâyesinde yazarın sevgilisi bir akşam basıp gider: "Dünyalar yıkıldı sandım. Çiçekler güzel kokmuyor olmalı. Meyveler çürümüş, kuzular doğmuyor, insanlar konuşmuyor… Yıkılmak üzereydim."
Kalkar, ver elini doğduğumuz memleket, der. Orada sevgilisine göndermediği iki mektup yazar: "Birinci Mektup" ve "İkinci Mektup". Ne ki, bu mektuplarda sevgilisine dair bir şey söylemiyordur artık. Yalnız dünyayla, kendisiyle, yazısıyla alakadardır. Bu yazılar öteki yazılarına da benzemiyordur… Başından geçenleri hikâye eder…
Geçenlerde Havada Bulut'u yeniden okurken, Sait Faik'in "İkinci Mektup"ta uzun uzun bir depremden söz ettiğini görünce şaşırır gibi oldum. Demek okuyalı çok olmuş…
Bu deprem 336 insanın hayatını kaybettiği 6.6 şiddetindeki 1943 Adapazarı-Hendek depremi olsa gerek.
"Şimdi memleketimdeyim. Memleketim yeni zelzele görmüş bir memleket. Her taraf toz toprak, moloz, çadır, sefalet içinde. Zenginler evlerini tamir ettirmiş, içlerine girmişler bile. Havalar daha iyi gidiyor. Evini yaptıramayanlar yağmur başladığı zaman çadırlarına girip çıkabilmek için çamurda yüzebilen bir kayık keşfini düşünüyorlarmış… Bu sabah böyle bir tanesini iki belediye çavuşu trene bindirdi. Tedavi edilecekmiş… Bence adamın hakkı vardı. Ne diye götürdüler adamcağızı bilmem."
İnsan hayal etmekte aşırıya kaçmasın, alıp akıl hastanesine götürüyorlar demek.
Ardından deprem sonrası dolaşan söylentileri ayrıntısıyla aktarır:
"Kahveler dedikodu dolu. Bunlar bayağı, bildiğimiz dedikodular. Anlatayım istersen: (…)
Zelzele mıntakasında '11.700' liraya memur evleri yapılmak üzere müteahhitlere ihale yapılmış. Evler başlanmış; bitmek üzere… Fakat bütün memleketin ağzında çalkalanan, bu evlerin anha minha '5.000' liradan fazlaya çıkmayacağı!.. Eğer hakiki, iyi malzeme kullanılırsa hadi diyelim '6.000' liraya çıksın… Hadi buna '1.500' papel müteahhit payı verilsin. Bir evin '7.500' liraya pekâlâ yapılabileceği açık…"
"İkinci Mektup" hikâyesini okumayı sürdürüyorum. Söylentiler bir yana, Kızılay'ın yoksul halka yaptığı yardım geliyor gündeme:
"Memurlar evlerinde güle güle otursunlar. Memleketi medeni, Avrupai hale getirmek için uğraşsınlar. Işıklarına da bir an evvel kavuşsunlar. Dedikoduyu bırakalım. Kızılay da fukaralara yardım ediyormuş!.. Evlerini yaptırsınlar diye adam başına yüz elli lira dağıtmış… Fukaralar da yüz elli lirayla evlerini yaptıracaklarmış. Adam gördüm, bir fukara yüz elli lirayla pekâlâ tamiratını yapabilir, diyordu. Bütün fukara halk, yüz elli lirayla ev yapacaklarına, bayram yaklaşıyor diye çocuklarına bir ceket, bir pantolon, bir de yemeni almışlar. Son olarak da ellerine birer tane horozşekeri tutuşturmuşlar. Bayram yerinde fukara çocuklarını salıncakta seyrederken insan doğrusu serinliyor, şekerim. Yüz elli lirayla ev yapılır mı, sevgilim? Sen yüz elli liraya bir şapka ile bir pabuç alabilirsen, ben, 'Vallahi kelepir!' diyorum. Bilirsin ki, ben de babadan kalmayı yiyorum. Üzülen kimse yok. Çünkü fukara halk, Kızılay'a çadırlarını vaktinde iade edecek vaziyette değil. (…)"
"Topal hoca"nın verdiği yeni deprem haberi halkı sokağa dökebiliyor!
"Sonra o kadınlar sevgilim, onlar yine bir âlem!.. Sen yine biraz adam oldun. Hiç olmazsa danslar ediyor, spor üzerine münakaşa yapıyor, hiç olmazsa 'Çalıkuşu' romanını okuyorsun. Buranın kadınları yine eskisi gibi… Ramazanın 23'üncü günü yine müthiş bir zelzele olacakmış, diye çıkarmışlar. Bilmem neredeki topal hoca haber vermiş… Saatine kadar… Sokakta kadından geçilmezdi. Kaymakam bile asayişi temin edemedi."
Yeni evleri yapacak müteahhitlerle ilgili haberler mizah öyküsünden farksız:
"Daha başka havadisler de var sevgilim. Evleri yapan müteahhitlere altışar tane otomobil lastiğiyle, kilometre başına bilmem ne kadar litre benzin dağıtılmış, yağ da caba! Kimse kamyonla iş görmemiş, ne dersin? Ne iyi insanlar. Otomobil lastiğine acımışlar. Bu zamanda benzin sarf edilir mi diye işlerini hayvanlarıyla görmüşler. Kumu, taşı, keresteyi, manda arabaları taşımış. Otomobil lastikleri de herkesin evinin altında duruyormuş. Kaça almışlar bilmem, galiba altı yüz liraya! Bir gün satarlarsa üç bin beş yüz liraya satabilirlermiş. Ama satamazlar. Neden satsınlar hem? Otomobil, hele kamyon lastiği hem güzel, hem kıymetli şey… Kasalarına koyarlar. Belki de durdukça kıymeti artar. (…)"
Neyse ki, yardımların dağıtılması için "namuslu bir heyet" görevlendirilmiş. Gelgelelim, başvuranların arasına zengin bir "hafız efendi"nin karısı da karışmış:
"Bir havadis daha vardı. Neydi acaba? Dur hatırladım: Zelzeleden sonra fakir halka dağıtılmak üzere biraz zeytinyağı, zeytin, mum, şu bu verilmiş. Binlerle fakir hücum etmiş. Bakmışlar ki olacak gibi değil. Memleketi tanıyan bir namuslu heyet seçmişler. O dağıtsın demişler. Müracaat edenlerin içinde bakkal dükkânlarında -Allah'ın hikmetinden- bir kocaman kara binlik zeytinyağı şişesine bile bir şey olmamış bir hafız efendinin karısı da bu fakirler arasında değil miymiş? Herife yüz binlik derlerdi. (…)"
Aradan seksen yıla yakın bir zaman geçmiş, yaşananlar üç aşağı beş yukarı aynı… Yüzlerce yıldır hareketi arz ile sarsılan bu topraklarda iktidarlar, yönetimler değişiyor, halkın başına, canına, malına gelenler değişmiyor.
Sait Faik'in yergisi zehir zemberek. Hayatta olsa, kimbilir bugünkü depremde olup bitenlerle ilgili neler yazardı?
Şimdi, güneydoğudaki büyük deprem karşısında iktidarın iktidarsızlığını, iktidara yaranmak isteyen basının yüzsüzlüğünü izlerken, o faciayı yaşayanların yürek yangını karşısında acılara boğulurken, bir kez daha Sait Faik'in insan ruhunu sağaltan hikâyelerine sığınıyorum...
Celal Üster kimdir? Celal Üster, İngiliz Erkek Lisesi ve Robert Academy'yi bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü'nde öğrenim gördü. 1983'te George Thomson'ın Tarihöncesi Ege adlı yapıtının çevirisiyle Yazko Çeviri dergisinin Azra Erhat Çeviri Ödülü'ne değer görüldü. Aralarında Yeni Dergi, Aries, Sözcükler ve Notos'un da bulunduğu birçok dergide çevirileri yayımlandı. Belgelerle Türk Eczacılığı, National Geographic Fotoğraflarıyla İstanbul, Metropolis: Ana Tanrıça Kenti, Unforgettable/Unutulmaz Dizisi, Ortak Kültürel Miras: Birlik İçinde Çokluk gibi kitapları yayına hazırladı. Uzun yıllar Cumhuriyet Gazetesi Kültür Editörlüğü'nü, ilk yayımlandığı yıllarda Cumhuriyet Kitap'ın, 1996-2005 arasında P Dünya Sanatı Dergisi'nin, 2003-2008 arasında Can Yayınları'nın yayın yönetmenliğini üstlendi. “Yeryüzü Kitaplığı” yazılarını Radikal Kitap'tan sonra Cumhuriyet Kitap'ta sürdürdü. Robert Louis Stevenson, H. G. Wells, Jaroslav Hašek, James Joyce, Liam O'Flaherty, George Orwell, Juan Rulfo, Iris Murdoch, Roald Dahl, Jorge Luis Borges, John Berger gibi yazarların yapıtlarının yanı sıra Marx ve Engels'in Komünist Manifesto'su ve Lenin'in Devlet ve Devrim'i gibi Marksist klasikleri dilimize kazandırdı. Ünlü yazarlardan özlü sözleri Sözün Özü, eski ozanlardan aşk şiirlerini Aşk Olsun! adlı kitaplarda bir araya getirdi. İngiliz ve Amerikan Edebiyatında Kısa Öykünün Büyük Ustaları adlı bir antoloji hazırladı. Körün Taşı ve Bir 'Çevirgen'in Notları adlı kitapları yayımlandı. |