Belki 'sığınma', belki 'rahat etme', belki de 'güvende hissetme' türü arkaik genlerim yüzünden olsa gerek, takıntılı biçimde hep aynı yerlere giderim.
Belki 'sığınma', belki 'rahat etme', belki de 'güvende hissetme' türü arkaik genlerim yüzünden olsa gerek, takıntılı biçimde hep aynı yerlere giderim.Kaç yıl oldu hatırlamıyorum ama epey bir yıldır gece gezmelerimin 'merkez üssü' Asmalımescit'teki Yakup'tur. Yola genellikle oradan koyulurum...O gün de arkadaşım Hasan Erdem'le Yakup'ta iki kadeh atıp Nahide'ye, İbrahim Tatlıses'i dinlemeye gidecektik.Şükür masamız pek boş kalmaz, Hilmi de ilişti bir kıyıya...O ara, aşağıdan gelen TRT'nin en genç halk müziği koro şefi olan Zafer Gündoğdu'ya takıldı gözüm. Yanında kasketli ufak tefek biri daha vardı.Biraz yaklaşınca kısa boylu kasketliyi tanıdım. Mutfak masasında çay bardağıyla rakısını içen bizim rahmetli pederin gözlerini daldıran, gözlerini dolduran türküleri 'havalandıran' adamdı gelen. Neşet Ertaş geliyordu.Ben öyle 'meşhur şahsiyet'lerle tanışmaya can atanlardan değilimdir hatta çoğunluk kafamı çeviririm, bakmam.Ama bu 'meşhur' değil, baştan ayağa 'şahsiyet' bir adamdır.Tutamadım kendimi. Hasan'la Hilmi'ye "Abi, ben gidip hocanın elini sıkacağım" dedim."Anılar, kimsenin bizden alamayacağı tek mülkümüzdür" derler ya, o hesap, fırladım terasa. Giderken de, kısa tumturaklı bir konuşma hazırlıyorum kafamda...Bir zamanlar boynuna yattığım kadının kokusunu içime çekerken kulağına fısıldadığım, Gülten Akın'dan ödünç alınmış sözler geldi aklıma ilk; "Seni sevdim, seni birden bire değil usul usul sevdim..." türünden bir şeyler söyleyecektim. Çünkü Neşet Ertaş'ı da usul usul sevmiştim. İçimi yakan onlarca türküsü üşüştü kafama. Merdivenlere yaklaşırken "Ayrılığın acısını az mı çektim/İçten içe sızısını az mı çektim" vardı kulaklarımda. Kafamdaki türkü yüzünden hazırlamaya çalıştığım konuşma da uçup gitti. Fazla uzattığım ama iyi konuştuğum söylenir... Daha gecenin başıydı, sarhoş değildim. Tarkan'a yaklaşan o küçük kızın heyecanıyla vardım masasına. Her halde şöyle bir şeyler söyledim; "İyi akşamlar! Herkese afiyetler olsun. Çok özür dilerim hocam sadece elinizi sıkmak istedim..." Çocuksu bir şaşkınlıkla, "Estağfurullah" dediğini duydum. Teşekkür ettim. Onun ve Zafer Gündoğdu'nun elini sıktım masadaki dostlarına bir kez daha "Tekrar afiyet olsun" diyerek kaçarcasına geri döndüm...Merdivenlerde tekrar kulaklarımı dinledim. Kelle bağlamasının bağrına vura vura Neşet Ertaş sadece benim için söylüyordu; "Seher vakti çaldım yarin kapısını/Baktım yarin kapıları sürmeli..."Şimdi bu önemsiz gibi duran kişisel hatırayı insan yazmasa olur mu? Neşet Ertaş bu yahu! Dünyanın en iç yakan, en oynak türkülerini havalandıran adam... Ben bu adamın elini sıktım... Ah be hocam sıkamadım elini! Yaklaşık bir yıl önce Ertaş Erzincan telefonda, "Hocam Talip Özkan çok hasta. İzmir'e gelmiş, görmeye gidelim mi?" deyince "Tanıyor musun?" diye sormuştum. "Yok be abi, nereden tanıyacağım. Talip Özkan bu, tanımaya gerek var mı? Kim tanımaz ki..." dediğinde de doğrusu biraz utanmıştım. "Tamam usta, öğren nerede olduğunu, ben uçaktan korkarım arabayla gidelim. Erdal'ı (Erzincan) da alırız" diye sözleşmiştik. Ertaş buldu izini. Çok heyecanlanmış "Biz sana gelmek istiyoruz" deyince. Ama ciddi hastaydı, "Biraz toparlayayım sonra gelirsiniz" gibisinden laflar etmiş. Ardından da bir süre sonra Fransa'ya döndü. Ertaş orada da buldu izini, uçak korkusu filan dinlemeyip gidecektik ya bugün yarın derken kaynadı gitti, varamadık yanına.O da tıpkı Neşet Ertaş gibi bu ülkeye, bize, kalbimize 'ruh üfleyen' adamlardandı. Ben o mübarek elini sıkamadan önceki gün öldü Talip Özkan. Geri dönmeyeceklerimin ardından duyduğum pişmanlıklara bir yenisi daha eklendi.