Biliyorum, bir PKK saldırısında öldürülseydi katledilenlerin yarısının yarısı, biz de dahil herkesin eli ayağı titreyecekti.
Merakla beklemiyorum, eminim, kılı kıpırdamayacak büyük çoğunluğun. Çalıştığım işyerindeki atmosferden biçiyorum payı. Çok azımız, yaşananı bir haberden ibaret görmemeyi beceriyor. Biliyorum, bir PKK saldırısında öldürülseydi katledilenlerin yarısının yarısı, biz de dahil herkesin eli ayağı titreyecekti. Nedenlerini tahmin edebiliyorum, ama tahmin ettiğim nedenleri yine de “normal” bulamıyorum. İkiyüzlü ahlakımız Eminim, saldırı PKK'nın işi olmadığı için, "Şehitler ölmez vatan bölünmez" diye bayrağı kapıp sokağa akan kalabalığın da önemli çoğunluğunun umurunda olmayacak 44 kişinin katli. İşimize gidecek, çocuğumuzu öpüp okula gönderecek, evde akşam sofraya konacak yemeğin hazırlığı için pazara, markete çıkacağız çoğumuz... Bir şey olmamış gibi demeyeyim, ama “bizimle ilgili bir şey olmamış” gibi davranacağız... En fazla, ilk duyduğunda "Elleri kırılsın" diye beddua edecek, sonra aynı gün içinde haberin üçüncü tekrarını bile duymaz hale geleceğiz. “İkiyüzlü ahlak”, bu katliamdaki payını, "Hiçbir töre cinayeti kabul edilemez" demeciyle geçiştirecek yine. Çünkü katliamda kurşuna dizilenler, bu ülkenin “ihmal edilebilir” kategorisindeler... 23 Nisan Ulusal Egemenlik Bayramı'nda, özel harekâtçı dipçiğiyle kafası patlatılan çocuk da o kategoride, ayağındaki paramparça sarı çizmesiyle “bayramı”na katılan o küçük kız da... “İkiyüzlü ahlak” aslında ne o çocuğun kafasının yarılmasını dert ediyor ne de paramparça sarı çizmeli kızı. Altı üstü “sarı çizmeli” çocuklar onlar. Sadece onların gazetelerde gördüğü fotoğraflarına üzülüyor “ikiyüzlü ahlak”. Üzüntüsü, sadece fotoğrafa. Özneyle değil suretle, görüntüyle onun ilişkisi. Özneyle olsa, bir de meselenin üzerine düşünmek gibi ağır bir külfetin altına girecek ki, o da zor ve gereksiz bu “hızlı ve aceleci” dünyada. Nerede başlar sınırımız, nerede biter? Onlar, katledilen 44 insan, ihmal edilebilirler, çünkü aslında hayatımızda yerleri yok. Bizim için “kullanışsız” olduklarından, zihnimizdeki “ulusal” sınırımıza dahil değiller. “Sofra”mıza dahil olamadıkları gibi. Dahil oldukları, sadece Türkiye Cumhuriyeti'nin “ulusal egemenlik” alanı. Ne zaman ki köyleri PKK tarafından basılır ve katledilirler, o zaman zihnimizde kurduğumuz / kurulan “ulusal egemenlik” sınırları otomatik olarak devreye girer. Yarılmış başları, kurşunlanmış bedenleri, paramparça çizmeleri bizi ancak o zaman döker sokağa. Oysa bizim için şimdi olan utanç verici, basit ve lanet olasıca bir töre katliamı, kan davası, aşiret içi husumettir. Onların sorunudur, bizimle ilgisi yoktur. Payımız yoktur 44 insanın akrabalarınca katledilmesinde, öyle düşünürüz. Öyle düşünmeye alıştırılmışız. Aklımızın ucundan bile geçirmek istemeyiz payımızı... Sorununu vuruşarak çözen ülke Oysa biliyoruz, eminiz, yemin ederiz... Bu ülke çocuklarını, ölümü ve savaşı kutsamayı öğreterek yetiştiriyor. Dehşetiyle ıslah ediyor. Kulağını bükerek, ensesine patlatarak, kıçını tekmeleyerek büyütüyor evladını. Ülkenin yarısında, hatırı sayılır sayıda sivil insan sırtında devlet envanterine kayıtlı Kaleşnikof'lar, G-3’lerle geziyor yıllardır. Ülkenin neredeyse her yanında, sorunlar düşünerek, konuşarak, tartışarak, yazışarak değil, vuruşarak çözülmeye çalışılıyor. Ülkenin en basit, en sıradan sorunu, bir savaş diliyle, haykırarak, böğürerek, kaşları çatarak dile getiriliyor siyasilerce. Düşünün, adam altı üstü bir çocuk parkı açacak, ona da utanmadan kendi ya da bir yakınının adını vermiş, Hitler gibi bağırıyor kürsüden rezil bir mikrofonla çocukların üzerine doğru, "HER ŞEY YAVRULARIMIZ İÇİN..." diye. Her yanı şiddete kesmiş bir ülke burası. Çocuklarına okuttuğu tarih kitaplarının sayfalarını üretime, uygarlığa, bilime ve sanata değil, böbürlenerek anlatılan fetih seferlerine ayıran, onlarla dolduran bir ülke... Biz kendimizden saymıyor muyuz onları? Ülkenin yarısı başka bir ülkede yaşıyor, yarısı bambaşka bir ülkede. İki ayrı ülkeyi sınırlayan “dış çizgi” aynı, ama kıyılardan içeri doğru girdikçe her şey hızla değişiyor. İnsan değişiyor, hayvan değişiyor, bitki değişiyor, eşya değişiyor... Aşk da değişiyor. Her gün yaşadığı, yaşamak zorunda kaldığı “vahşi, eskil hayatı” taklit ediyor attığı her adımda kıyıdan uzakta, daha doğuda olan, daha doğuda kalan... Öyle ki, batıya yerleştikçe "Ya benimsin, ya toprağın" diyerek bir parça da olsa ıslah edebildiği ruhunu kendi toprağında uysallaştıramıyor bir türlü. Yetmiyor ülkenin diğer yarısında yaşayanlar için içindeki vahşiyi sakinleştirmeye hiçbir sözcük, hiçbir duygu... Sevdiğiyle, alamadığıyla yetinemiyor, çekiyor, tarıyor gözünü kırpmadan 44 insanı. O katiller kendinden saymıyor kurşuna dizdikleri insanları. Peki, biz müreffehler, internette yaşayanlar, kısa yazı okumayı tercih edenler, hızlı arabalar kullananlar, iyi evlerde oturanlar, maça, meyhaneye gidip eğlenenler, sevgilisinin elini korkmadan tutanlar, biz, hem o kurşuna dizilenleri, hem de onların katillerini kendimizden sayıyor, sayabiliyor muyuz?