Acının üvey evladı arabeski, aşağılayıcı ve ‘ötekileştiren’ bir dille eleştiren Fazıl Say, bu türü müziğin de evlatlığı haline getirirken hem gözden önemli şeyler kaçırıyor hem de tartışmayı sürdürürken sapılmaması gereken bir üsluba meylediyor
Bu ülkede adamakıllı bir tartışma yürütüp izleyenlere yeni kapılar açmak, sorulara yanıt aramak ya da geriye yeni sorular bırakmak değildir asıl dert. Asıl dert, tartışma üzerinden şöhreti parlatma çabasıdır. Örnek arıyorsanız, ‘siyaset tartışıyoruz’ gibi yaparak televizyonlarda birbirlerine bağırıp çağıran, ‘şöhret hastalığı’na yakalanmış, kimsenin işine yaramayan o tuhaf adamları bir süre izlemeniz yeterli...
İşin burası böyle de, Fazıl Say’ın başlatıp yürüttüğü arabesk tartışmasında tutturduğu dili anlayabilmek mümkün değil. Çünkü onun şöhrete ihtiyacı da yok. Başlattığı tartışmayı ve iddiasını pekala yanlışlanmaya açık kavramlarla yürütebilir, öğrenmek, tartışmak isteyenleri de alıverirdi içeri... Ben çığırından çıktı çıkacak olan ‘arabesk tartışması’ için bu yolu seçeceğim...
Kalpsiz bir dünyanın kalbi
Kültürel olgular gökten zembille inmez... Evet, belki onları ortaya çıkaran kişisel iradelerdir ama her kültürel olgu içine doğduğu zamanın ruhuna aittir. Arabesk de öyle.
1950’lerdeki iktisadi dönüşümün gadrine uğrayan geniş kitlelerin sancıları, heyecanı, şaşkınlığı vardır içinde. Kırsaldan umutla gelen örgütsüz kol emeğinin, kentte kısa sürede çöken umudunun melodik ifadelerinden sadece biri, ama en güçlüsüdür arabesk.
Olumlamak gerekmez ama dışlayıcı olmadan arabeski anlama gayreti siyasetten, popüler kültüre bir çok alan için yapılacak analizlerde kullanışlı yöntemler geliştirmek için önemli olanakların kapısını aralar.
Doğrudur, arabesk pesimist ve teslimiyetçi görünür ama öte yandan pesimist olan her şey gibi isyankardır. Sinik de olsa verili olana isyandır aynı zamanda.
Ama aynı zamanda bir ihtiyaçtır da. Sanıldığı gibi, olmayan bir ağrıyı üretmez. Tersine varolan toplumsal ağrının nedeni değil, sonucudur ve alttan alta onun ‘ağrı kesici’si olma işlevi görür.
Bu bağlamda Marx’ın dinin bir başka açıdan analizi yaparken kullandığı tanımlamayı arabesk için de kullanabiliriz; “Ruhsuz bir dünyanın ruhu, kalpsiz bir dünyanın kalbi, yoksulların iç çekmesidir.”
Başta Gencebay’a haksızlık ediliyor
Acının üvey evladı olan arabesk, aşağılayıcı ve ‘ötekileştiren’ bir dil tutturan Fazıl Say tarafından müziğin de evlatlığı haline getiriliyor.
Böyle yaparken de bu türün -gerçi o ‘arabesk’ yerine haklı olarak ‘serbest çalışmalar’ demeyi tercih ediyor- en iyilerinden olan Orhan Gencebay’ın müzikal kompozisyonlarına kanımca ciddi haksızlıklar yapıyor. Başta ‘Hatasız Kul Olmaz’ olmak üzere, özellikle 1970-85 arası Gencebay şarkılarındaki müzikal donanımı, enstrüman yerleştirmelerini, duyguyu anlamaya gayret ettiğinde ortada muazzam eserlerin olduğunu da görecektir.
Neden bu tarihsel aralık? Bu tarihsel aralığa özellikle dikkat çekiyorum ki, arabeskin doğru anlaşılabilmesi için toplumsal koşulların, ‘zamanın ruhu’nun da iyi okunması gerekiyor.
Yasaların, devlet gücünün ve toplumsal formasyonun örgütsüz ve dağınık tuttuğu çalışan/çalışamayan, kendini ifade edemeyen kitlelerin ‘iç çekişi’dir arabesk. Aranırsa içinde yüzlerce ‘toplumsal isyan’ ifadesi de bulunur. Özel bir örnek, Müslüm Gürses’in okuduğu Mustafa Sayan bestesindeki Ali Tekintüre’nin sözleridir. ‘Tanrı yazar kullar çeker günahı / Bir eziyet bin isyanı getirir’ diye başlar şarkı, ‘Yaşantımız sanki ateşten gömlek / İçimizden gelir bin defa ölmek / Hakkımız değil mi bizim de gülmek / Bizi bu fark yaraları öldürür’ diye biter... ‘Fark yarası’ gibi bir içtenliği, naifliği, çaresizliği, itirazı hafife almak, bu ve benzeri bir müzikal oluş içinden ‘geri’ bir pozisyon çıkarmak için tutkulu ama gözü fazlaca kamaşmış bir ‘aydınlanmacı’ olmak gerek sanırım.
Bu tartışmayı, siyasetin o üslupsuz, hoyrat, hiçbir şey öğretmeyen, ‘dediğim dedik’çi dilinden kurtarabilirsek hepimiz çok şey öğreniriz, emin olun...