Bilge… Ümmühan… Rukiye… Kamile… Esma… Özgecan… Nurcan… Güleda… Selda… Ayfer… Emine…
Bir gün bekle dedim, yalnızca bir gün daha klavyenin tuşlarına dokunmak için…
Gülperi… Melike… Ceren… Halidiye… Seda… Döndü… Ebru… Rabia… Serpil… Nihal…
Bir gün daha bekle dedim, yalnızca bir gün daha klavyenin tuşlarına dokunmak için…
Zeynep… Durdu… Serap… Nimet… Nilgün… Zehra… Lale… Hatice… Güleda… Nevin… Saliha…
Benim artık tahammül edip beklemeye, onların ise vazgeçmeye hiç niyetleri yoktu…
Aslı… Betül… Beyhan… Bihter… Damla… Defne… Beyza… Banu… Belgin… Çiğdem…
Ya öldürüldüler… Ya şiddet gördüler… Ya da bu güne kadar izleri bulunamadı, meçhule düştüler…
Ulus olarak ucu kendimize dokunmadığı zaman toplumsal tepki vermekten uzaklaştığımız bir dönemdeyiz. Geldiğimiz bu noktanın utanç verici olması bir yana, gür sesle söylenmesi gerekenlerin fısıldayarak ağızdan dökülmesini bile alkışla karşılayacak hale geldik. Ama yine de sessizce… Ne yazık!.. Bırakalım bir yana ekonomiyi, siyaseti, askıda ekmeği, keyif çaylarını, sabah öğlen bir simitle geçiştirilen akşamına da varsa tarhanaya kaşık sallayan milyonların çektiği ızdırabı.
Bırakalım derken unutalım gitsin demek değil tabii ki dile getirdiğimiz -bugünden yarına- çözemeyeceğimiz sorunlarımız. Elbet bunlar böyle görünüyor ama bugünden yarına çözebileceklerimiz için yeterince çaba gösteriyor muyuz sizce?
Geçtiğimiz haftalarda İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'nun Emniyet Genel Müdürlüğünce kullanıma sunulan Kadın Destek Uygulaması (KADES) programı sayesinde 535 bin kişiden 42 bin 544 ihbar aldıklarını, bu ve benzeri önleyici tedbirler sayesinde geçen yılın aynı dönemine göre kadın cinayetlerinde yüzde 29 azalış olduğunu açıklaması yüreklere su serpti mi gerçekten? Unutmayalım ki kadına yönelik şiddette dünya birincisiyiz. OECD'nin 36 üyesi arasında fiziksel veya duygusal şiddet gören kadın oranının en yüksek olduğu ülkeler arasında yüzde 38 ile Türkiye başı çekerken yüzde 36 ile ABD'nin, çok garip olarak değerlendirsem de yüzde 35 ile Yeni Zelanda'nın üçüncü sırada bulunması çok daha düşündürücü.
Avrupa kıtasına baktığımızda da yine ilginç verilerle karşılaşıyoruz. Romanya 1 milyon kişi ortalamasında kadın cinayeti sayısında 4.3‘lük oranla Avrupa'nın tepesinde yer alırken, eğitim sistemi örnek olarak gösterilen Finlandiya ise 3.6 oranla üçüncü sırada bulunuyor. Ne garip değil mi? Ya da bize mi öyle geliyor bu durum? Birleşmiş Milletler'in yayınladığı 2019-2020 ‘Değişen Dünyada Aile' konulu raporuna göre ise dünya genelinde her bir günde 137 kadın aile fertlerinden biri tarafından öldürülüyor. Akıl almaz bir durum ile daha karşı karşıyayız…
Dillere pelesenk olmuş coğrafya kaderdir söylemi içine sıkıştırmadan ve dahi yüzeysel yaklaşımdan çok her yönüyle incelenecek sosyolojik bir birikime dönüşüyor konu. Aslında öyle mi? İsimleri zikretmeden giderek artan bir şekilde yaşadığımız kadın cinayetleri bize gerçekte neyi gösteriyor. İşte tam da asıl soru burada… Aslında sorundan ziyade kimsenin pek de bakmadığı ve ancak irdelenmesi gereken yer de burada.
Bu konuda; İstanbul Sözleşmesi, sosyolojik analizler, gelenekselleşmiş aile ve toplum yapısı, tabular ve dahi birçok etmeni dışarda bırakmak istiyorum… Yazıldı, çizildi, irdelendi… Yapılacak her yorum tekrara yol açacaktır. Bunları geçip bu eylemin faillerine odaklanmak gerektiği apaçık ortada… Evet faillere… Hepimizin ya da çoğunluğumuzun adalet dinamiğinin sistematik belli kuram ve yazılı kurallar çerçevesinde ilerleyişini reddetmemiz mutlak ki mümkün değil. Bu mümküniyatsızlık fiiliyattan ziyade eylemin yapılış sebebi ile doğru orantılı olarak bizi farklı düşünceye itiyor mu? Mutlak ki katili ya da o akıl almaz şiddeti meşrulaştırmak değil niyetimiz ama en azından bir soru sormamız gerekmiyor mu?
"NEDEN?"
Demiştik ya her gün 137 kadın aile fertlerinden biri tarafından öldürülüyor… Bu cinayetlerin yüzde 96'sı erkekler, yine bu cinayetlerin yüzde 95'i eski/şu anki eş, sevgili veya takıntılı aşık… İşin içine sevgi ve aşk girince psikanalist görüş kaçınılmaz oluyor. Gelin Sigmund Freud (ö;1939) bu konuya nasıl bakmış ona bakalım birlikte.
Freud saldırganlık temelinde yatan eğilimleri içgüdü kuramına bağlamıştı. Buradan hareketle "açlık ve sevgi" güdülerinin insanların diğer bütün ilişkilerini belirlediği içgüdü kuramının çıkış noktasını ise libido ile ilişkilendirmiş ve böylelikle sosyal yaşamda saldırgan eğilimlerin bu şekilde geliştiği savını ortaya atmıştı.
"Birine duyduğunuz sevgi ve sinir doğru orantılıdır. En çok sevdiğiniz insana, herkesten çok sinirlenirsiniz" diyen Freud şu eklemeyi de yapmıştı; "Cinsellik ve şiddetin yarattığı aşk ve öfke duygusunun bulunduğu nöronlar beyinde birbirlerine çok yakın yerdedirler. Bu yüzden çok aşık olduğunuz birine çok öfke duyarsınız."
Ne diyorlar bu cinayetlerin failleri kravatlarını takıp mahkemede hakim karşısına çıktıklarında çoğu kez? İşte tam da bunları;
"Aşıktım, çok seviyordum, onsuz bir hayatı düşünemezdim, sevgime karşılık alamadım, başka birini sevdi vb. vb." Hep aynı savunma, hep aynı söylem… Ne söyletiyor bunları? James Papez tarafından ortaya konulan ancak hâlâ tartışmaları süren beynimizdeki "Papez döngüsü mü?"
Emosyon yani duygular konusundaki görüşleriyle bilinen anatomist James Papez tarafından 1937 yılında ortaya atılan bu teori günümüzde tartışmaları beraberinde getirse de hâlâ önemini koruyor. Papez, birçok subkortikal (beyin kabuğu dışında kalan bölge) yapının lezyonlarında emosyonel davranış bozukluklarının ortaya çıktığını fark etmiş. Papez, emosyonel uyaranların önce talamusa (koku haric duyu sinirlerinin beyinde toplandığı yer) ulaştığını, oradan hipotalamus (beynin seks, açlık susuzluk, zevk, acı ve kızgınlık gibi duygularını işlevselleştiren kısmı) ve kortekse (beyin kabuğu) yansıttığını ileri sürmüş. Böylelikle korteks ile subkortikal yapıları bağlayan bu hayali devreye Papez halkası veya Papez döngüsü denmiş. Günümüzde "subkortikal" kelimesinin; beynini, akıl ve mantığını yeterince kullanmayan, genellikle derin sorgulamalar yapamayan, iradesiz, davranış şekilleri geliştiren, içgüdüleri ile hareket eden, vicdanını dinlemeyen kişiler için argo bir tanımlama olduğunu da belirtmekte de fayda var.
Freud'un "aşk ve öfke duygusunun bulunduğu nöronlar beyinde birbirlerine çok yakın yerdedirler. Bu yüzden çok aşık olduğunuz birine çok öfke duyarsınız" tezinden bahsetmiştik. Buradan yola çıkarak şiddete yol açan beyinsel fonksiyonun bu olabileceği sorusu da akla takılıyor. Günümüz psikiyatristleri, psikologları ve kuramcıları hâlâ tartışıyorlar, yeni tezler ortaya atıyorlar. Ama ortada bir gerçek var ki bu şiddet durmuyor ve duracağa da pek benzemiyor. Yalnızca ülkemizde değil parmakla gösterilen en gelişmiş ülke ve toplumlarda bile…
Aslında bilimsel daha doğrusu fizyolojik bir yaklaşımla baktığımızda kanıtlanmış bir şeyin olmadığı apaçık ortada. Kadına şiddet konusunda sosyoloji ışığında analizler yaparak elde edilen veriler ve bu bağlamda insan yaklaşımları da çok önemli. Aslında teşhis iyi konulduğunda tedavi de bir o kadar kolaylaşacak gibi görünüyor.
İşte bu açıdan baktığımızda yazar, eğitimci ve kuramcı Kanadalı Michael Kaufman'ın sözlerine de kulak vermek gerekiyor. Kendini; cinsiyet eşitliğini teşvik etmek, kadına yönelik şiddeti sona erdirmek ve erkekliğin kendi kendini yıkıcı ideallerini sona erdirmek için erkek ve erkek çocuklarla ilgilenmeye odaklayan Kaufman, erkeklerin, çocuk bakımı ve yetiştirme süreçlerine olumlu ve şiddetten uzak katılımlarının, gerekliliğine işaret ederek bakınız neler söylüyor;
"Araştırmalar göstermiştir ki şiddete tanık olarak büyüyen kız ve erkek çocuklarının kendilerinin de şiddete başvurma ihtimali yüksektir. Bu şiddet; dikkat çekme çabası, sorunlarla başa çıkma yolu ve başa çıkılması imkansız duyguları dışsallaştırma yöntemi olabilir. Bu tarz davranış görüntüleri çocukluğun ötesine geçerek devam eder. Şiddet uygulayan erkeklere yönelik programlara katılan erkeklerin çoğu ya annelerinin mağduriyetine şahit olmuş ya da kendileri mağdur olmuşlardır. Birçok erkeğin geçmiş deneyimlerinde kendi yaşadıkları şiddet de yer almaktadır.
"Erkeklik düzeyine ulaşmada yaşanan başarısızlıkların yarattığı kişisel güvensizlikler veya daha basit bir ifadeyle başarısız olma korkusu erkekleri, özellikle gençken bir korku, tecrit, öfke, kendinden nefret etme ve saldırganlık girdabına itmeye yeterli olmaktadır. Bu duygusal durum içerisinde şiddet bir telafi mekanizması olarak ortaya çıkmaktadır. Erkeklik dengesini yeniden sağlamanın ve kendisine ve diğerlerine bir erkek gibi yaşadığını beyan etmenin yolu olarak şiddet kullanılmaktadır."
Şiddetin tarihine baktığımızda bilinenin 3 bin yıl öncesine kadar dayandığını görüyoruz. İnsanlık tarihi ile paralel. Ancak ilginç bir tarafı da var bunun. Yapılan bir araştırmaya göre arkeologlar, erkek mumyaların kemiklerinde yüzde 9-20 oranında kırıklara rastlanırken, kadın mumyalarda bu oranın yüzde 30-50'ye yükseldiğini görülmüş. Dün neysek bugün de aynı mıyız? Geçmişte yaşananların modern olarak tanımladığımız bugünün en ileri toplumlarında bile hâlâ yaşanıyor olması gerçekten acı veriyor. Ve tüm toplumla birlikte devletin de caydırıcı adımlar atarak bu iç acıtan istatistikleri olumlu yönde değiştirmesi gerekiyor. Acilen…