‘Saygılı ve alçakgönüllü dış politika’. Sadece dış politika konusunda değil genel entelektüel düzeyi pek de parlak olmayan Cumhuriyetçi Partinin başkan adayı, bütün seçim kampanyası boyunca, dış politika konusunda her konuşmak zorunda kaldığında ‘izolasyonist dış politika’ sinyali veren işte yukarıdaki bu cümleyi kuruyordu.
Sekiz yıldır ülkeyi yöneten Demokrat Partili yönetiminin, ülkelere demokrasi ve insan hakları konusundaki müdahaleci, eleştirel dış politika üslubuna şiddetle karşıydı. ABD’nin dünyanın her yerinde asker bulundurmasını, diğer küresel güçlere tavır almasına da tepkiliydi. Bir açıkoturumda, ‘’ABD başkanının dünyayı dolaşıp ülkelere, bunu şöyle yapmalısınız, böyle yapmalısınız dememesi gerektiğini düşünüyorum’’ dedi. Demokrat aday ile tartıştığı açıkoturumda, ‘Dünyada çirkin Amerikalılar olarak görülmemize son vermenin tek yolu, dünyayı dolaşıp bizim ülkemizde standartlar böyle siz de öyle yapmalısınız demeyi bırakmamızdır’ dedi. Demokrat Partili rakibi gibi Rusya ve Çin’e karşı eleştirel değildi. Her fırsatta, ‘bize karşı olmazlarsa dünyanın her ülkesiyle iyi geçinme niyetindeyim’ beyanında bulundu. Bir başka seferinde, bugün ABD olarak kürede yalnız bir ülke imajı vermelerinin nedeninin uygulanan bu müdahaleci dış politika olduğunu savunuyordu. ‘Alçakgönüllü olup diğer ülkelere de saygılı olursak saygı göreceğiz’ diye konuşuyordu.
Bir açıkoturumda, ‘İnsani sebeplerle bile olsa üçüncü ülkelere müdahalenin’ çok yanlış olduğunu söyledikten sonra Somali örneğini verecekti: ‘’İnsani bir müdahale olarak başladı ve sonra bir ülke inşa etme misyonuna dönüştü. Misyon değişti. Sonuçta ülkemiz ağır bir bedel ödedi. Askerlerimizin ülke inşasında kullanılmasının yararlı bir sonuç doğurduğuna inanmıyorum. Bence o ülkede yaşayan insanlar ülkelerini kurmalı.’’
ABD’nin Avrupa’da, Japonya’da, NATO görev bölgelerinde asker bulundurmasının ve buraları koruma görevi biçmesini defalarca eleştirdi. Bill Clinton dönemindeki Balkanlarda Sırplara müdahaleyi hatırlattı: ‘Ne işimiz vardı orada. Bence orada askerimiz olmamalı’ dedi.
Bir başka konuşmasında, ‘Eğer dünyanın her yerinde asker bulundurmayı ve dünyanın değişik yerlerinde ülke inşası misyonlarını terk etmezsek, buralardaki krizler yurdumuzun içine tehdit olarak gelip bizi bulacak. Ben buna engel olacağım.’ dedi. Katıldığı bir TV programında ise, ‘Dünyanın polisi olmak istemiyorum. Dünyanın barış yapıcısı olmak istiyorum.’ şeklinde konuştu.
Cumhuriyetçi Parti başkan adayının bu mesajları, Moskova’dan Pekin’e kadar birçok başkentte pozitif bir yankı buluyordu. Ama en çok hoşlananlar Müslüman yoğunluklu ülkelerdi. Sekiz yıllık Demokrat Parti beceriksizliği ve müdahaleciliğinden sonra, ‘’Nihayet Ortadoğu’ya huzur getirebilecek bir Amerikan başkanı’’ vardı. Birçok farklı inançtan Amerikan yurttaşı Cumhuriyetçi Partinin başkan adayına şüphe ve temkinle yaklaşırken bile Müslüman Amerikalılar hemen açık çek verdi. Hem destekledikleri aday, ‘gaylerin, ateistlerin, komünistlerin, Yahudilerin desteklediği’ Demokrat adaya karşı, içkiye tövbe etmiş, sosyal muhafazakar bir bir isimdi.
Texas valisi George W. Bush’tan ve 2000 yılı başkanlık kampanyasından söz ediyorum. Müslüman Amerikalıların yüzde 70’ten fazlası o seçimde Bush’a oy verdi ki bu çok hayati bir destekti. Bush, ülke genelinde Demokrat aday Al Gore’dan 500 bin daha az oy almasına rağmen Florida’yı kazandığı için başkan olabildi. 2000 yılında 46 bin 200 Müslüman seçmeni olan Florida’yı ise sadece 500 oy farkı ile kazandı. Bu çarpıcı detaydan dolayı, Cumhuriyetçi tutucu stratejist Grover Norquist, American Spectator dergisinden, ‘Bush, Müslüman oyları sayesinde ABD başkanı seçildi’ diye överek vurgulayacaktı.
Ünlü siyahi yazar Tony Morrison, Bill Clinton için ‘ABD’nin ilk siyahi başkanı’ nitelemesinde bulunmuştu. Cumhuriyetçi Partili Müslüman Amerikalı Suhail Khan’ın deyişi ile ise, George W. Bush da ‘ABD’nin ilk Müslüman başkanı’ydı. Bush, 2000 seçim kampanyasında, Michigan eyaletinde bulunan ABD’nin en büyük Camiini bizzat ziyaret etti ve ABD’nin iki büyük partisinden birinin böylesi bir ziyaret yapan ilk adayı olarak tarihe geçti. Bush, Amerikan tarihinin en tartışmalı seçimlerinden birinden sonra Demokrat rakibi Al Gore’a karşı ABD başkanı oldu ve 2001 Ocak ayında Müslümanların büyük sevinci arasında görevine başladı.
Balayı sadece 9 ay sürdü. Aslında herşey bir terör saldırısına bakacak kadar kırılgandı ve 11 Eylül 2001 sabahı gelen o korkunç terör saldırısı tarihin akışını değiştirdi. Bütün seçim kampanyası boyunca ‘izolasyonist’ ve ‘karşılıklı saygılı’ dış politika vaat eden Bush yönetiminin dünyaya bakışı da… Bütün o parıltılı ‘izolasyonist’ söylem kolayca tuzla buz oldu. ABD, muhafazakar National Review dergisinin yorumcularından Ann Coulter’ın, 2001 Ekim ayında, Müslümanlar için, ‘Ülkelerini işgal etmeliyiz. Liderlerini ödlürmeliyiz ve hepsini zorla Hristiyan yapmalıyız’ akıldışı önerisini dile getirebileceği bir karanlığa yuvarlandı. Bush bile bu psikolojik ortam karşısında panikledi ve hemen Washington’da İslam Merkezini ziyaret etme ihtiyacı hissetti. Bir yandan ABD’nin görevde cami ziyaret eden ilk başkanı olurken, diğer yandan ‘Müslümanlıkla savaş halinde değiliz, teröristlerle savaşıyoruz’ mesajı vermeye çalışacaktı. Ama, işe yaramadı. ABD’de Müslüman karşıtlığı tarihinde olmadığı şekilde kitleselleşti ve yükseldi.
Ve, Balkanlara, Somali’ye insani gerekçelerle müdahaleye bile karşı izolasyonist Bush, 2002 yılında, 11 Eylül ile doğrudan ilgisi ispatlanamayan Irak’a, ‘kitle imha silahları var’ yalanıyla girdi. ‘Yeni ve özgür bir Irak inşa edeceğiz’ misyonu iddiasıyla… Bir noktada ABD’de görülmemiş şekilde askeri üniforma bile giydi. Irak Savaşı, önce Irak’ı, sonra bütün Ortadoğu’yu derken Boston’ı, Paris’i, Brüksel’i yakacak bir karanlığın başlangıcı oldu. Bu, Batı’daki Müslüman karşıtlığını daha da artırdı. Birkaç yıl önce, Bush’u Müslüman oyları sayesinde seçtik diye övünen Grover Norquist, New York’ta inşa edilecek cami projesine karşı kampanyanın liderlerinden biriydi artık. Bu tür yobazlık ve saldırılar da Müslüman yoğunluklu dünyada İslamcı fanatizme ve Batı karşıtlığına gıda oldu.
Karşılıklı birbirini besleyen iki karanlığın yer küreyi kana ve kasvete boğduğu bu atmosferde bugün artık, söylemleri George W. Bush’u bile ürperten biri ABD başkanı seçilmiş durumda.
Sırf, ‘ABD olarak ülkelerin demokratik standartları hakkında konuşmak bizim işimiz değil’ yaklaşımından dolayı, kürenin dört bir yanındaki bütün totaliter liderler, ona sempati ile bakıyor ve seçilmesinden memnun.
İnsan hakları ve demokratik değerler umurunda olmayan bir şarlatanın demokratik dünyanın merkezindeki gücün başına gelmesinin, insan hakları ve demokratik değerler umurunda olmayan otoriter liderleri sevindirmesini anlamak mümkün. Ama, dünyanın birçok yerinde kendi hayatlarına daha fazla savaş, daha fazla kan, daha büyük ekonomik çöküntü getirme olasılığı son derece yüksek, kişisel biyografisi şiddet eğilimi örnekleriyle dolu bir şarlatanın kazanmasına, sokaktaki bazı sıradan insanlar niye seviniyor anlamak güç.
Trump’ı kolayca ‘izolasyonist’ ilan edip ve ABD dış politikasını bu ideolojiye bina edeceğini iddia edenler, hem Trump’ın kişiliği hem de ABD’deki gerçek izolasyonist çizginin ilkeleri ve tarihi konusunda yeterince bilgiye sahip değiller. Trump’ın, NATO, AB ve diğer ittifaklara çok değer vermemesi, ‘bunların kendi işine burunlarını sokması ve ona hiç de hazzetmediği Avrupa değerlerini hatırlatmaları’ olasılığından. Yoksa, dünyanın her yerine burnunu sokmaktan çekinecek bir kişilik ve dünya görüşünden kaynaklanıyor değil. Atlantic Council uzmanlarından Alex Ward, Trump’ın muhtemel dış politika çizgisine ‘Trump-lateralism’ diyor ve bir örnek veriyor: ‘’Trump, ABD’nin Ortadoğu’ya girmesine karşı değil. Önce iyice bombalayıp, ardından girip bütün petrolünü almaktan yana’’.
ABD’deki denge denetleme sisteminden dolayı Trump’ın ABD içinde hareket alanı çok geniş değil. Ancak dış politika, son 30 yılda oluşan teamüllerle başkana oldukça geniş bir herekat alanı sunuyor. Kişisel tatmin arayışı ve tarihe geçme saplantısı ile Trump’ın bu alanda kendisine eğlenceler aramaya çıkması, onu tanıyanlar için hiç de sürpriz olmayacak. Bırakın seçimden önce vaat ettikleri, bir saat önce konuştuklarının bile tam tersini savunup yapabilecek biri olduğunu defalarca göstermiş biri o.
2000 başkanlık seçim kampanyası boyunca üstüne basa basa ‘izolasyonist bir dış politika’ savunan George W. Bush, seçimden önceki son açıkoturumda, halkın Washington DC’den ve oradaki profesyonel politikacılardan bıkıp usandığını vurgulamış ve kendisinin geleneksel politikacılarla karıştırılmamasını istemişti:
‘’Halkın çoğu, Washington DC’deki parti politikacılığından bıktı usandı. Washington’a baktıklarında sürekli suçu birbirine atan profesyonel politikacılar görüyorlar. Seçimden önce bir şey vaat edip, seçimden sonra tam zıddını yapan insanlar görüyorlar. Gerçeği olduğu gibi konuşan, sandıktan önce konuştuğunu sandıktan sonra da yapacak birine oy verin.’’