ABD'de ‘kültür şokunu’ yaşadığımı rahatlıkla söyleyebileceğim ilk deneyim bir stadyumda olmuştu. ‘İnönü Stadyumuna’ duyduğum sıla hasretiyle kendimi New York Mets beyzbol takımının maçlarını oynadığı Shea Stadyumuna (sonradan yıkıldı ve yanı başına City Field inşa edildi) attığında kendimi bir maçtan çok bir partide bulmuştum.
Rahat oturaklar, maç içinde ayağa kalkıp sağa sola gitmeyi son derece kolaylaştıran konforlu tribün düzeni, maç boyunca atıştırıp biralarını içen sohbet eden insanlar… Sahada bir hareket olduğunda stada bir uğultu ve heyecan dalgası yayılıyor, sayı alınmasında bir alkış, bağırış kopuyor sonra yeniden pikniğe dönüyordu atmosfer.
Ev sahibi Mets, Pittsburgh Pirates’a 5-3 kaybettiği maçı, baştan sona yenik götürmesine rağmen tribünlerde kızgınlıktan eser yoktu. Maçtan sonra üzüldüğünü yüzünden okuyabileceğiniz az sayıdaki insandan biri de, Mets taraftarlığının ilk günlerini yaşayan bendim. Elbette bu manzarayı genelleştiremeyiz ama sonraki yıllarda gittiğim bütün maçlarda tribün atmosferi bu ortalamaya yakın oldu. En ‘ateşli’ tribünlere sahip olan buz hokeyi ve Amerikan futbolu ligi maçlarında bile Avrupa veya Türkiye’deki anlamda bir tribün tansiyonu ve tutkusu yok.
Oysa Eski Dünyada taraftarlık müthiş ciddiye alınan bir iş. Hatta bu kültürde fanatiklik bile yetmedi ve İtalya’da 1950’li yıllarda doğan ve hızla dünyaya yayılan ‘ultra’ kültürü ilefanatiğin de fanatiği tribünler oluştu. Bu tribünler için taraftarlıklarının ‘spor’u çok aşan bir anlamı var. Deneyimledikleri şey, hayatın kendisi, varoluşlarının anlamı. Stadyum bir eğlence yeri değil adeta bir mabet. Takımın kaybetmesi, bazılarında bir yakınını kaybetmiş kadar yıkıcı etki yapabiliyor.
Peki Eski Dünya ile Yeni Dünya arasındaki bu taraftar psikolojisi farklılığının nedeni ne? Neden, ABD tribünlerinde Avrupa’daki ve bizdeki ölçüde bir fanatizm oluşmadı. Bunun elbette farklı açılardan açıklamaları vardır ama en önemli nedeni iki dünya arasındaki ‘spor kültürü’ farkıdır. İki dünyada spor kültürünün farklılaşmasında ise bazı faktörlere dikkat çekilir.
Amerika, ‘spor’ deyince doğrudan ‘futbolun’ akla geldiği bir ülke değil. Spor kültüründe futbol diktatörlüğü yok, bir tür spor demokrasisi yaşanır. Amerikan futbolu, beyzbol, basketbol, buz hokeyi, futbol gibi birden çok sporun birbirine yakın ölçüde popüler ligi var. Hemen her sporsever, farklı liglerde birden fazla takımın taraftarıdır. Bu farklı liglerin heyecanı yıla dengeli şekilde dağılır. Mart ayı kolej basketbolunda ‘March Madness’ denen playoff heyecanının ayıdır. Nisan ile beraber basketbol ligi NBA ve buz hokeyi ligi NHL’de playoff heyecanı başlar. Ligi nisan ayında başlasa da beyzbol esas olarak bir yaz ve sonbahar eğlencesidir. Beyzbol ilgisi, Ekim ayındaki playoff maçları ile doruğa çıkar ve aynı ayda oynanan ‘Dünya Serisi'nde şampiyonun belli olmasıyla dağılır. Ancak sporseverler, bizde taraftarın, Mayıs ayında ligin bitmesiyle düştüğü boşluğa düşmez. Çünkü, Ağustos’ta başlayan kolej futbolu ve Eylül ayı başında başlayan Amerikan Futbolu Ligi NFL ısınmaya başlamıştır. Amerikan futbolu, kolej futbolunda Kasım ayında ve NFL’de Ocak ayında başlayan play-off karşılaşmaları ile bir heyecan fırtınasına dönüşür. NFL’de heyecan, Şubat başında oynanan Super Bowl finali ile sona erer. Ancak NBA ve kolej basketbolu heyecanı başlamıştır bile. Bu liglere son yıllarda, Mart’ta başlayıp, Kasım-Aralık aylarındaki play-off maçlarıyla taçlanan Amerikan ‘Soccer’ Ligi MLS heyecanı da eklendi. İşte bu çok alternatifli spor keyfinde de, bir takım taraftarın anlam dünyasını egemenliğine alamadığı gibi, tuttuğu takımlardan birinin bir maç kaybetmesi de taraftarda çok da yıkıcı bir etki yaratmıyor.
Yeni Dünyada spor kültürünü farklılaştıran en önemli faktörlerden biri de liglerin yapısıdır. NFL’de, NBA’de, NHL’de, MLB’de ve MLS’da her sene mücadele eden takımlar aynıdır.Ligden düşme diye bir konsept yoktur.
Amerikan ligleri homojen değil, kendi içinde alt liglere, konferanslara veya bölgesel alt gruplara (division) ayrılıyor. Yani bir veya iki büyük takımın sezon boyunca ligdeki bütün takımları sırayla yendiği bir lig yapısı yok. Avrupa'dan farklı olarak Amerikan spor liglerinde sezon, ‘normal sezon’ ve ‘play-off’ sezonu diye ikiye ayrılır. Bölgesel alt gruplardaki başarı, play-off’a katılmaya yeter. Normal sezon önemsiz veya heyecansız değil. Playoff’a katılmada ‘puan’ değil galibiyet sayısı önemli olduğu için normal sezondaki her maç önemlidir. Bizdeki gibi, ‘sezon başı berabere kaldık önemli değil haftaya telafi ederiz’ durumu yok. Her yıl beyzbolda 8 takım, NBA ve NHL’de 16’şar takım, NFL ve MLS’de ise 12’şer takım play-off’a kalır ve şampiyonluk mücadelesine katılır. Bunun en önemli sonucu, liglerin hep aynı takımların egemenliğinde kalmasını engellemesidir. 1990-2011 arasındaki 21 yılda MLB ve NFL’de 13 ayrı takım, NHL’de 12 ayrı takım ve NBA’da 7 ayrı takım şampiyon olurken aynı dönemde Premier Lig’de ve La Liga’da sadece 5 ayrı takım şampiyon olabildi. Sözkonusu 21 yılda İngiliz Premier Ligde Manchester United 11, Bundesliga’da Bayern Münih ve La Liga’da Barcelona 10’ar şampiyonluk kazandı. Türkiye’de de aynı sürede Bursa’nın tek şampiyonluğunu saymazsak hep aynı 3 takımın şampiyon olduğu bir döngü hakim oldu. ABD’de aynı 21 yıllık dönemde herhangi bir ligde en fazla şampiyon olan takım NBA’da 6 şampiyonluk kazanan Chicago Bulls oldu ki sıradışı bir başarıydı.
Futbolun egemenliğindeki Avrupa’da ve bizde ise sadece normal sezon vardır ve bu sezon sonunda en fazla puanı toplayan şampiyon olur. Bu sistem büyük takımların işine gelir ve ligleri 3- 5 büyük takımın egemenliğine hapseder. Avrupa ligleri bir kaç büyük takımın ve birkaç yıldız oyuncunun gösterisinden ibaret aslında. Futbolcuların ve takımların yüzde 90’ına yakın bir büyüklüğü ise bu şovda bir tür figüran konumunda. Bu da lig yönetimlerini, spor endüstrisini, bu birkaç büyük takımın çıkarlarını koruyan kollayan yapılara dönüştürüyor. Her sezonda birkaç ezeli rakibin şampiyonluk mücadelesine hapsolmuş bir lig ise zaman içinde ülke genelinde keskin taraftarlığı besleyen bir kutuplaşmaya yol açar. Amerikan lig yapılarındaki ‘division’ ve ‘play-off’ sistemi başarı olasılığını dengeli şekilde ülke geneline dağıtıyor ve taraftarların tatmin düzeyini artırıyor. Bu da elbette ki daha pozitif bir atmosfer yaratıyor.
Yine Amerikan spor liglerinin temel politikası, bütün takımlar için rekabette 'kalıcı denkliği(perpetual parity)’ korumaktır. Bunun en önemli iki aracı da ‘draft’ denilen transfer havuzu sistemi ile bir takımın oyuncu transferine harcayabileceği paraya üst sınır (salary cap) getirilmesidir. Kolej basketbolu veya kolej futbolu liginden transfer edilecekler ile sözleşmesi biten oyuncuların katıldığı transfer havuzundan transfer yapmada öncelik, ligleri alt sıralarda bitiren takımlarındır. Amaç, yıldızların büyük takımlarda toplanmasını ve ligin birkaç büyük takımın at koşturduğu bir arenaya dönmesini engellemektir. Bütün bu 'denklik' politikasının sonucu olarak ligi en altta bitiren takımlarla, en tepede bitiren takımların bir sonraki sezonda yer değiştirebilmesi mümkündür. Eski Dünyada ise parası olan büyük kulüpler en iyi oyuncuları topluyor. Böylece daha çok para kazanıyorlar. Sadece birkaç takımın büyük olabildiği kısır döngü oluşuyor. Hangi politikanın daha heyecan verici olabileceği elbette tartışılabilir. Amerika'da bile denklik politikasını beğenen de var, beğenmeyen de...
Ancak, Brian Phillips'in, spor liginde 'denklik mi büyüklük mü daha önemli' tartışmasına dikkat çektiği yazısında şakasını yaptığı gibi, Sosyal demokrat Avrupa'nın, liglerinde bu derece kapitalist bir düzen varken, ‘laissez faire’ liberali Amerika’nın liglerinde bu derece sosyalist bir yapı oluşması her açıdan ilginçtir.
En önemli faktörlerden biri ise 'hakemlik’ müessesesine bakış farklılığıdır. ABD liglerinde hakemlikte denge kontrol sistemi kurulmuş. Farklı pozisyonlarda kararlar veren farklı hakemler var. Teknolojiden her şekilde yararlanılır. Şüpheye düşüldüğünde ağır çekim görüntüsü izlenerek karar verilebilir. Eski Dünyanın sporu tek bir hakemin anlık kararlarının diktatörlüğü altında olduğu için hakem hatası sık yaşanır. Hakem kararları, spor medyasının rutin konusudur ve hakemin performansı bazen takımların performansından bile çok konuşulur. Hakemlerin sonuca etki eden kritik hataları da karşılıklı şüphe, itham ve fanatizmi besler.
İki spor kültürü arasındaki bir başka farklılık da rakamlar. Bizim 'sporumuz' istatistik fakiri. Bizde sahada tek bir rakamsal değer vardır: Gol. Amerikan spor medyasını takip edenlerin ilk dikkatini çeken, spor haberlerinin veya puan cetvellerinin rakamlarla dolu olmasıdır. Toplam kaç yard’lık pas atılmış, kaç strike-out yapılmış, kaç ribaunt alınmış gibi, sporseverlerin ilgiyle takip ettiği yığınla sayısal değer var. Bu da maçı taraftarın algısında, bütünsel olarak sadece bir ‘galibiyet-mağlubiyet’ etkinliği olmanın ötesine taşıyor.
Amerikada maçı tribünden izlemek, dünyadaki birçok ülkeye göre ‘gelir oranına’ kıyasla daha ucuz bir aktivitedir. Maçları stadlardan veya televizyondan canlı izleyen insan sayısı, Avrupa ve bizdekinden çok daha fazladır. Stadlar ve salonlar dünya ortalamasının çok üzerinde kapasiteye sahiptir. Haftasonu maçları, şifreli kanallardan değil, ABC, NBC, CBS ve Fox gibi herkesin ek bir ücret ödemek zorunda kalmadan seyredebildiği ana kanallardan yayınlanır. Her sene formalar değiştirilerek, taraftar yeni forma almaya zorlanmaz. Takımların forma tasarımlarında ortalama 5 yılda bir değişiklik olur. Eski Dünyada ise dar gelirli taraftarlar, ‘çoluk-çocuğun rızkından’ keserek aldıkları biletin, formanın veya şifreli kanal aboneliğinin karşılığında daha şiddetli bir başarı beklentisine girebiliyor. Kaybettiğinde daha derin bir aşağılanma duygusu yaşayabiliyor.
Tribün demografisi de bir başka önemli fark. Dev kapasiteli Amerikan stadyumları, hizmet kolaylığı, üniteleri ve ortamlarıyla Avrupadaki muadillerine göre çok daha ‘aile dostu’dur. Genç erkek ağırlıklı Avrupa tribünlerinin aksine her yaştan kadın, erkek ve çocuk tribünde maç seyretmeye gidebilir. Çoğu Amerikan liginin tribününde kadın erkek oranı ortalama yüzde 60’a 40’tır ki dünya ortalamasının çok üzerinde bir kadın taraftar demek bu. Üstelik birçok stadyumda, taraftar tribünü diye bir uygulama yoktur. Rakip taraftarlar karışık oturabiliyor.
Amerikan spor karşılaşması bir eğlence etkinliğidir. Maç da bu eğlencenin tamamı değil yarısıdır. Belki de bu yüzden Amerikalılar spor karşılaşmasına ‘game(oyun)’, Avrupalılar ‘match(karşılaşma)’ diyor. Amerikan liglerinin neredeyse tamamında maçlar sık sık durur. Bu duraklamalarda televizyonlar reklama gider. Sahaya ‘cheerleaders’ denen ponpon kızlar veya kostümlü maskotlar çıkar. Maç öncesinde veya aralarda büyük bandolar gösteriler yapar. Ülkenin en büyük spor karşılaşması olan Super Bowl finali bile, o akşam için özel olarak hazırlanan TV reklamları, devre arası müzik konseri, özel özel ışık ve dans gösterileri ile bir şampiyonluk maçından çok fazlasıdır.
Eski Dünyada sporun taraftarı eğlendirme şekli bundan çok farklıdır. Nick Hornby, 1992 tarihli ‘Fever Pitch’ adlı klasikleşmiş kitabında, ‘’Futbol taraftarının asli ruh hali şiddetli bir çiledir’’ diye yazıyor. Skor önemli değil. Takımın yenikse maç boyunca onun ızdırabını yaşarsın, takımın öndeyse bitmek bilmeyen sürenin. Maçta tatmin yaşamak istisnadır. Taraftar bu ızdıraba bir şekilde bağımlı hale gelir, sever. Peki bu, eğlenmek için mantıklı bir yol mu? Bir süre CNN dijital yayınlarının yöneticiliğini de yapan İngiliz asıllı gazeteci Nick Wrenn, Amerika'da 'taraftar'ın ne anlama geldiğini sorguladığı yazısında, ''20'li yaşlarında bir grup şortlu gencin bir meşin balonun peşinde koşturmasına bu derece bir anlam yüklemek saçma mı? Elbette. Ama futbol ne zaman mantıklı birşey olduğunu iddia etti ki?'' diye yazıyor.
Belki de asıl fark, Eski Dünya ve Yeni Dünyadaki sporseverlerin spora yüklediği anlamda değil, eğlenceye yüklediği anlamda...
@CemalTdemir