Son haftalarda farklı alanlarda tanınmış birçok ünlü ve muktedir erkek hakkında, bu erkeklerin taciz ve tecavüzüne uğradıklarını belirten kadınlarca art arda yapılan ifşalar, ABD'deki sosyal, hukuksal ve psikolojik bir eşiği temsil etmesi nedeniyle çok önemli tartışmalara da kapı aralıyor.
Bu ifşaların kamuoyunun harekete geçirmesi nedeniyle mağdurların işlerini kaybetmeyeceklerini anlaması her geçen gün daha fazla kadının ortaya çıkarak muktedir erkeklerce uğradıkları tacizleri kamuoyu ile paylaşmasına neden oluyor. Bununla beraber, bu ifşa fırtınası, ABD’de muhafazakâr çizgideki ikiyüzlülükten, iktidarın, iktidar sahibi insanların moral değerlerinde ve psikolojisinde meydana getirdiği doğal tahribata ve kendinden olanı ne yaparsa yapsın savunmaya sevk eden asabiyyeye (kabilecilik) kadar geniş alanda konu başlıklarında da önemli tartışmalara kapı aralıyor. Bu yönüyle de Amerikan toplumsal ve politik düzenini farklı yönlerden yansıtan çarpıcı bir aynaya dönüşmüş durumda. Peki o aynadan neler yansıyor?
Bugüne kadarki ifşalar içinde adını duymanın beni şok eden tek isim olan Charlie Rose, yayınladığı özür açıklamasında, ‘’yanımda çalışan kadınlara sarkarken duygularımız karşılıklı sanıyordum’’ mealinde bir savunmada bulundu ki içtenliğinden hiç şüphem yok. Charlie Rose’un ve bütün muktedirlerin, başka insanların duygularına ve haysiyetlerine empatiyi kaybettiren şey iktidarları. Tarihçi Lord John Acton’un ‘’İktidar insanı yozlaştırabilir, ama mutlak iktidar mutlaka yozlaştırır’’ sözü iktidarın bu zehirleyici etkisi hakkındaki en veciz tablo olarak politik bilimin duvarlarında asılı kalmaya devam ediyor. Peki iktidar sahibini neden yozlaştırır?
Princeton Üniversitesi Sosyal Psikoloji profesörü Susan Fiske, SA Mind dergisinin son sayısında, ‘’İktidar, sahiplerine, iktidar alanında keyfince takılabileceği duygusu veriyor’’ tespitini paylaşarak, araştırmaların, insanların muktedirlikleri arttıkça, detayları (küçük insanları da) önemsememeye ve empati duygusunu yitirmeye başladığını gösterdiğini kaydediyor.
Sadece iktidar değil, iktidar karşısında acizlik hissi de insanı, 'gerekli ve ilkeli tavırlardan' uzaklaştırıyor. Kadınların neden yıllarca susup da bugün konuştuğunu açıklayan şey de burada, yani iktidar algısında gizli aslında.
Columbia Üniversitesinden psikolog Adam Galinsky liderliğinde bir heyetin, 2003 yılında yaptığı bir sosyal deney, ‘iktidar’ ile ilgili algımızda küçük bir değişikliğin bile ne derece önemli farklılık yarattığını çarpıcı şekilde sergiliyor. Söz konusu deneyde seçilen 66 denek iki ayrı gruba ayrılır. İlk gruba, muktedir oldukları ve bu güçlerini uyguladıkları bir dönemlerini yazarak anlatmaları istenir. Diğer gruptan istenen ise bir muktedirin iktidarına maruz kaldıkları bir dönemlerini tasvir etmeleridir. Galinsky ve ekibinin amacı, deneklerin, bunları yazarken kendilerini o an için yeniden muktedir veya aciz hissetmelerini sağlamaktır. Daha sonra bu iki grup üçüncü bir odada bir araya getirilerek piyango başvurularını ayıklama işi verilerek çalıştırılmaya başlanır. Bu 66 kişi, deneyle tamamen ilgisiz bu konuda çalışırken, rüzgarını biraz da rahatsız edecek şekilde yüzlerine vuran vantilatörler çalıştırılır. Ve psikologlar şu gerçeği gözlemlemeye başlar: Az önce muktedir hissettirilenlerin üçte ikisi vantilatörlerin yönünü değiştirir. Az önce acizlik hissi yüklenenlerin sadece üçte birinden bile daha azı vantilatörün yönünü değiştirir. Ezici çoğunluğu başına vuran rüzgarı kabullenir. Mağdur kadınları bugün konuşmaya sevk eden şey, toplumun ve yakınlarının gözünde değersizleşmeyeceklerini, işlerini kariyerlerini kaybetmeyeceklerini, aciz kalmayacaklarını görmeleri...
Diktatörler için, yönettikleri toplumun kendisini devlete karşı güçsüz hissetmesi ve bu acizlik hissini sürekli yaşatmak da işte bunun için hayatidir.
‘’Muktedir insanlar ve aciz insanlar iki farklı dünyada yaşar’’ diyen California Üniversitesi sosyal psikoloğu Dacher Keltner da dergiye, ‘’Kendimizi yeterince güçlü hissetmediğimiz zaman, daha çekingen bir insan oluyoruz; başkalarının ihtiyaç ve isteklerini de daha fazla dikkate alıyoruz; ve cezalandırmaya karşı daha duyarlı oluyoruz’’ değerlendirmesi yapıyor ve ekliyor; ‘’Ama muktedirleştikçe, iktidar sahibi olmanın ödüllerini kabule daha açık hale geliyoruz; Ve keyfi davranmaya başlıyoruz’’.
Keltner ve ekibi de, ‘kurabiye canavarı’ diye anılacak bir deney ile iktidar sahibi olmanın insan karakterine etkisini gözlemleyecekti. Bu deneyde, üç kişilik bir gruba sıkıcı bir araştırma yazma görevi verip, ekipten birine ise diğer ikisinin performansına not vermesi görevi verildi. Çalışmaktan yoruldukları hissedildiğinde kendilerine içinde 5 kurabiye bulunan bir ikram yapıldı. Gizli kamerayla denekleri izleyen psikolog ekibi, tabakta kalan son kurabiyeyi, kendisine otorite verilen deneğin hiçbir çekince göstermeden rahatlıkla alıp yediğini gözlemledi. Otorite sahibi olmanın ona verdiği özgürlük hissi bununla da sınırlı değildi. Muktedir denek, kurabiyeyi, tıpkı Susam Sokağındaki kurabiye canavarı gibi, ağzını şapırdata şapırdata, dudaklarını yalaya yalaya, döke döke yiyordu. Otoritesi altındakilerin bu yiyiş tarzından rahatsız olabileceği gibi hiçbir endişe taşımadığı açıktı. Keltner ve ekibinin bu deneyleri de şu gerçeği daha da pekiştirdi; İnsanlar muktedir oldukları oranda, dikkate aldıkları sosyal norm sayısı da azalıyor.
Charlie Rose’un ‘’karşılıklı sanıyordum’’ yanılgısını anlamamıza yardım edecek bir diğer iktidar gerçeği ise, iktidarın, sahiplerine, kendini aşırı önemsettirmesi ve kendisini olduğundan daha ‘alfa (örneğin daha çekici bir erkek)’ görmesine sebep olması. Donald Trump, organize ettiği güzellik yarışmalarına katılan kızların tamamının nihai amacının aslında kendisi ile yatmak olduğuna inandığını belirtmişti bir defasında. Bir kez iktidardan düştüler mi altlarındaki insanlarda yüzleştikleri nefretten şaşkınlık yaşamaları bundan. Daha düne kadar kapısında dünya çapında sayısız ünlünün filmlerinde rol kapmak için adeta gecelediği için kendisini bulunmaz hint kumaşı sanan bir adam, ertesi sabah figüranların bile selam vermeye tenezzül etmediği bir insan olduğunu öğrenmenin şaşkınlığını yaşıyor.
Bir diğer gerçek ise, güç sahibi olmanın, iktidarın, sahibine, kendisi ve iktidarı dışında her şeyin önemsiz bir detay olduğu duygusu yaşatması. Diktatörlerin koltuklarını korumak için her şeyi hatta ülkelerini bile toptan ateşe atabilmeleri bu duygu(suzluk) durumunun eseridir. Hakkında cinsel taciz iddiası bulunan erkeklerin kurbanlarının neden hep birden fazla olduğunu açıklayan şeydir de bu. Bir kadını çok beğendikleri için ona tacizde bulunuyor değiller, etraflarındaki bütün kadınları, duygu ve şahsiyetleri olan bir insan gibi değil, rahatlıkla dokunabilecekleri eşyalar gibi görüyorlar. Psikologlar, muktedirlerin, soyut ve dışlayıcı düşünmede hep ortalamanın çok üzerinde olmasının nedeninin bu olduğunu belirtiyor. Sahici hayatlar, sahici dramlar, bir propagandaya konu olmadıkça, üzerinde çok dertlenecekleri şeyler değil. Tacizci muktedir, tacizde bulunduğu kadınların nasıl bir travma yaşayacaklarını anlayabilecek empatiden yoksundur.
Tecavüz ve taciz iddiaları, başta muhafazakâr Hristiyan çevreler olmak üzere aşırı politize grupların, karşıt gruptan biri hakkındaki iddiaya hiçbir şüphe payı duymadan hemen inanıp, kendilerinden olana yönelik delilli iddiaları bile 'komplo' görmesini de tartışma konusu yapıyor.
YouGov tarafından Kasım ayı içinde yapılan anket, Amerikan muhafazakâr çevrelerin bu mantığa daha fazla sahip olduğunu sergiledi. Ankette Demokrat Partili ve Cumhuriyetçi Partili seçmenlere son dönemde haklarında cinsel taciz iddiaları gündeme gelmiş bazı önemli isimlerle ilgili iddialara inanıp inanmadıkları soruldu. Söz konusu ankete katılan Hillary seçmenlerinin yüzde 65’i Bill Clinton hakkındaki iddiaları inandırıcı bulurken, inandırıcı bulmayanların oranı sadece yüzde 11’de kaldı. Politico gazetesinin bu hafta açıkladığı bir anket de benzeri bir sonuca ulaşacaktı.
Donald Trump seçmenlerinin ise sadece yüzde 6’sı Trump hakkındaki iddiaları inandırıcı bulduğunu belirtiyor. Yüzde 52’si ise Trump hakkındaki taciz iddialarını inandırıcı bulmuyor.
Yine, muhafazakâr dinci yorumcu Bill O’Reilly hakkındaki iddiaları inandırıcı bulan Trump seçmenlerinin oranı da yüzde 18’de kalıyor. Bu tabloyu, muhafazakâr kültür açısından sorunlu yapan detay şu: Trump’ın kadınlarla ilgili tacizciliği gerek mahkemelere yansıması ve anlaşmayla sonuçlanmasıyla sabit gerekse de kadınlara tacizci perspektifinden baktığı kendi ses kaydıyla ortaya çıkmış durumda. Yine Bill O’Reilly, tacizlerini kendisi kabul etti. O’Reilly'nin kurbanı olan kadınlara 32 milyon dolar tazminat ödediği ortaya çıkan muhafazakâr Fox News, kendisini kanaldan kovmak zorunda kaldı. Yani Harvey Weinstein ve Bill Clinton hakkındaki iddialara inanmak için delile bile ihtiyaç duymayan muhafazakârlar, kendilerinden gördükleri birilerinin, bu birileri suçlarını kabullense bile inandırıcı bulmuyor.
Bu ikiyüzlülüğün en çarpıcı örneği ise Alabama’da 12 Aralık günü yapılacak Senato seçiminde Cumhuriyetçi Partinin adayı olan Roy Moore hakkında bir düzine kadının ortaya çıkarak taciz, sarkıntılık ve birinde de tecavüz girişimi iddialarında bulunmasıyla yaşanıyor. Aşırı politize olmuş bazı Evanjelik çevrelerin ve beyaz ırkçısı aşırı sağın kahramanı eski yargıç Roy Moore hakkındaki iddialar tamamen soyut suçlamalar da değil. Kadınların verdiği bilgiler ve politik kimlikleri, politik bir motivasyonla hareket etmediklerini de gösteriyor. Hatta Roy Moore’un çocuk yaştaki genç kızlara sarkıntılık yaptığı için yaşadığı kentin en büyük alışveriş merkezine girmesinin polis tarafından yasaklandığı bile ortaya çıktı. Buna rağmen, Politico’nun yaptığı ankete katılan Cumhuriyetçilerin sadece yüzde 30’u Moore hakkındaki iddiaların gerçek olabileceğine inanıyor. Alabamalı Evanjeliklerin Moore’a desteği ise azalacağına daha da arttı. Moore, ise konuşmalarında ‘’Hristiyan değerleri savunduğu için hedef olduğunu, Allah’ın komploculara karşı kendileri ile olduğunu’’ savunuyor. Son günlerde Twitter üzerinden, muhafazakâr kesimlerin nefret objesi solcu ünlülerle 'Hristiyan değerler' polemiklerine girerek, kabileci güdülerle hareket eden tabanını kendisini savunmaya sevk ediyor ve başarılı olabiliyor.
Muhafazakâr kesimlerde etkili yazar Rod Dreher bu ''ahlakçı ikiyüzlülüğü'' keskin şekilde eleştirenlerden biri. Muhafazakârların, iddiaların ortaya çıkış zamanlamasına veya düşman gördükleri ana akım medyada geniş yer bulmasına dikkat çekmekle yetinmelerini eleştiren Dreher, iddiaların doğru olup olmamasıyla hiç ilgilenilmemesini, ‘bir sapkınlık’ olarak niteliyor. Muhafazakârların, Moore’a en azından ‘’ya daha ikna edici bir açıklama yap veya adaylıktan çekil’’ demesi gerektiğini kaydeden Rod Dreher, ahlaki değil kabileci bir mantıkla hareket edilerek, şaibeli bir isme sırf ‘’bizden biri’’ mantığıyla ısrarla destek vermeye devam etmelerinin uzun vadede toplumdaki Hristiyan algısını tamiri imkansız şekilde yıkacağını savunuyor. ”Solcular bu adamdan nefret ediyorsa ne yaparsa yapsın destekleyelim’’ demenin ‘ahlaki çürüme’ olduğunu” söyleyen Dreher, ‘’Bu tavır, bu dünyada muktedir olmayı, ahlaklı ve haklı olmaya yeğlemektir’’ diye yazıyor.
ABD politikası ve dini gruplar ilişkisi konusunda uzman Evanjelik yazar Michael Wear ise, Twitter hesabından, ‘’Hakim dini çevrelerin, dinin geleneksel gerekleri ile hiçbir ilişkisinin kalmadığı bir süreçten geçiyoruz. Eskiden dindarlık, tanrının insanlardan iyi şeyleri yapıp, kötü şeyleri de yapmamalarını istediğini ifade ederdi. Ancak günümüzde dini görüş, kişinin, eğer doğru şeylere inanıyorsa, en kötü şeyleri de yapsa, doğru bir insan olduğu yönüne evrildi. Söylem ve icraat arasındaki bu kopuş, kilisenin kendisi için de büyük bir yük haline geldi ve günümüzde Hristiyan ile Hristiyan olmayan arasında yaşayış açısından hiçbir fark kalmadı’’ tespitini paylaşıyor.
Ahlakçı ve muhafazakâr yayınların merkezindeki Fox News, Amerikan medyasındaki en büyük seks skandallarından bazılarının odağında yer aldığı halde, solcuların, gaylerin Amerikan aile değerlerine saldırı içinde olduğu propagandasına devam ediyor. Muhafazakâr yorumcu Michael Gerson, Washington Post’ta Amerikan muhafazakâr kesimlerindeki ilkesizliği eleştirdiği yazısında, Trump yönetiminin, Tweetlerinden ilişkilerilerine kadar tepeden tırnağa yalan konuşan bir yönetim olmasında, herkesin doğrusunu bildiği konularda bile rahatlıkla yalan açıklama yapabilmesinde, muhafazakâr kesimin, yalanı artık bir günah olarak görmemesinin ve mücadelenin bir gereği gibi görerek olağanlaştırmasının etkisini sorguluyor. Muhafazakâr kesimde düşmana koz vermemek adına kabullenişi tasvir ederken, Fox News’in eski kadın sunucusu Andrea Tantaros’un, sonradan yine seks skandalı nedeniyle istifa edecek Roger Ailes’ın yönettiği ve Bill O’Reilly’nin omurgasını oluşturduğu günlerde Fox News’e egemen iklimi tasvirine atıf yapıyor; ‘’seksten beslenen, tehdit, haysiyetsizlik ve çok eşliliğin normalleştiği, kült tarikatımsı Playboy dergisi konağı gibi’’.
Gerson, bazı muhafazakârlarda, ırkçı ve dinci söylemi benimseyince, başka herkesin ve herşeyin değersizleştiğini, başkalarına merhametin yok olduğunu, acımasızlığın kolayca meşrulaşabildiğini vurgularken muhafazakâr yoldaşlarına şu şekilde sesleniyor: ‘’Bu utanmaz bir çağın en büyük utancı. Din savunmuyorsa, ahlakın ve erdemlerin yüceliğini başka hangi müessese savunacak? Hangi müessese, kadınlara, azınlıklara, çocuklara zulme itiraz edecek? Hangi müessese toplum ve dünya ile ilişkilere terbiyeyi taşıyacak ve mensuplarına herkesin ortak iyiliği için gayret göstermeyi öğütleyecek?’’
Buna benzer bir sorgulama da sol kesimde yaşanıyor. Çünkü, Roy Moore'a istifa çağrısı yapan Demokratların önemli bir kesimi, hakkında taciz iddiaları çıkan Minnesota senatörü Al Franken'i görmezden gelebiliyor. Hala istifa etmemiş olmasını anlayışla karşılayabiliyor. Yine, Bill Clinton'ın Oval Ofis'in gücünü kullanarak 20'li yaşlarındaki bir asistanı baştan çıkarması da 'muktedir tacizi' tarifine her haliyle uyduğu halde, Demokratların o dönemde Bill Clinton'ı savunmaya devam etmesi yeniden sorgulanmaya başlanabiliyor.
Almanya Köln Üniversitesi sosyal psikoloji profesörü Joris Lammers’ın 2010 yılında yaptığı bir deney de insanların muktedirleştikçe, ilkelerden koparak, kendi yaptıklarını yanlış görmeme, aynı yanlışı öteki yapınca kızma eğilimine girmesini anlamamıza yardımcı oluyor.
Lammers ve ekibi de iki ayrı gruba ayırdıkları deneklerin yarısına iktidar duygusu, yarısına da acizlik duygusu aşılayacak bir performanstan sonra şu sorular sorulur:
‘’Sokakta park etmiş sahipsiz bir bisikleti alsanız ne olur ki?’’
‘’Gelir vergisi beyannamenizde bazı gelirlerinizi beyan etmememiş olmanızda bir sakınca var mı?’’
‘’Hız sınırının üzerinde araba sürmenizde bir sakınca var mı?.’’
Deneklerin yarısına bu davranışları, kendilerinin yapmasında bir sakınca görüp görmedikleri, diğer yarısına ise, başkalarının yapmasında sakınca görüp görmedikleri şeklinde soruldu. Sorulardan önce kendisini muktedir hissetmesi sağlanan deneklerin, kendileri söz konusu olduğunda bu davranışlarda hiç sakınca görmedikleri gözlemlendi. Başkaları içinse kurallara uymayı savundular. Ancak kendisini aciz hissetmesi sağlanan denekler, kendileri ve başkaları için neredeyse aynı standart tavırda kaldılar. Hatta bazıları, kendilerinin yapmasına başkalarının yapmasından bile daha kınayıcı bakabildi.
Amerikalı muhafazakâr kesimlerin, gerçekler yerine, kendisini bir savaşta görerek bu savaşta üstünlük sağlayacak olan yalanlara inanmaya meyilli mevcut zihniyetinin olası sonuçlarına işaret ederken Rod Dreher, Washington Post kitap eleştirmeni Carlos Lozada’nın ‘’20’nci Yüzyıldan Tiranlık Üzerine 20 Ders’’ yazısındaki ‘’ne pahasına olursa olsun ortaya çıkan bir gerçeğe inanın’’ dersinden alıntı yapıyor:
‘’Çünkü gerçeği terk etmek özgürlüğünüzü terk etmektir. Eğer hiçbir şey gerçek değilse, o zaman kimse hiçbir zaman iktidarı eleştiremez. Çünkü artık bunu yapabilecek bir zemin yoktur. Eğer hiçbir şey gerçek değilse o zaman herşey bir gösteriden ibarettir. En şişkin cüzdan, toplumu en kör edici ışığı satın alır.
Duymak istediğiniz ile gerçekte olan arasındaki farktan feragat ettiğiniz anda tiranlığa onay vermiş olursunuz. Gerçeklerden bu kopuş başta doğal ve rahatlatıcı gelebilir. Ancak sonuç, şahsiyetinizin iktidar karşısında yok olması, ve devlete karşı bireyin haklarını savunan her türlü politik söylemin çökmesidir. Bu ortamın ilk aşaması onaylanabilen gerçeklere bile açık düşmanlıktır. Gerçek bir işgal girişimi gibi, yalanlar ise gerçekler gibi sunulur’’.
Rod Dreher, Amerikan muhafazakâr zihnine egemen olan bu ilkesizliğin Trump ile başlamadığını da ifade ederken, ‘’Trump, sadece bunun imkan sınırlarını genişletti. Kiliseyi ‘pu..sy’sinden avuçladı ve dolayısıyla kiliseyi kendisini onun kollarına bırakmaya tavlıyabiliyor’’ şeklinde sert bir eleştiride bulunuyor.
Amerikan toplumunun, ‘onlara karşı biz’ kabileci mantığıyla hareket eden, 'onlara karşı kazanmak için' her türlü değerin, erdemin, ilkenin feda edilebileceğini düşünen ‘emotivist’ bir topluma dönüşmekte olduğunu belirtiyor. Emotovist bir toplumda demokrasinin çalışmayacağını ama tek kaybın da bu olmayacağını belirterek, ‘çok daha kötüsüne hazırlıklı olun’ uyarısıyla ekliyor: ‘’Bütün bu süreç bittiğinde biz muhafazakâr Hristiyanlar için rezil bir hesap faturası çıkacak. Kendi ektiğimizi önümüzde bulacağız’’.
Sosyolog Max Weber, iktidarı, bir kişiye veya toplumsal kesime, kendisinin gerçekte neyin peşinde olduğunu görmesi için mükemmel bir şans olarak niteliyor.
İktidar sahibi olma şansının en acı laneti ise, mutlak muktedirin, iktidarında gerçekte neye benzediğini ancak iktidardan düştüğünde görebilmesi. Taciz ettikleri, işlerini, saygınlıklarını yitirmeyeceklerini anlayıp da karşısına geçip hesap sorabildiğinde, kendisinden başka herkesin görebildiği çirkin gerçekle yüzleşir. Artık çok geçtir.