Tam 100 yıl önce bu ay Birinci Dünya Savaşı başladı. Hepimiz bu korkunç savaş ile ilgili öyle ya da böyle bir bilgiye sahibiz. 100 yıldır yayınlananlara ek olarak sadece bu yaz yayınlanan yüzlerce kitap ve binlerce makale de 100 yıl önce gerçekleşen tarihin bu en büyük silahlı çatışmalarından birini yeniden hatırlamamıza neden oluyor. Yaklaşık 9 milyon asker ve 7 milyon sivil hayatını kaybetti o savaşta. Hiç şüphesiz konuşulmayı anılmayı hakeden bir tarihsel olay. Ancak 1’nci Dünya Savaşı sürerken başlayan ve savaşta ölenin 5 katı insanın ölümüne neden olan bir başka felaket ise, muhtemelen ‘politik’ olmadığı için ne tarih kitaplarında ne de insanlığın hafızasında hakettiği yeri bulamadı. Batı kaynaklarında "Spanish Flu (İspanyol Gribi)" olarak adlandırılan küresel salgında, sadece 1,5 yılda yeryüzündeki her 5 insandan biri belli seviyede de olsa bu hastalığın pençesine düştü. Salgın, o zamanki dünya nüfusunun yarısının, yani 1 milyar kişinin yaşamını etkiledi. Salgın nerede başladı kesin değil ama ilk ölüm vakaları ABD’nin Kansas eyaleti ile New York'un Queens bölgesinde görüldü. Öyle bir hızla dünyaya yayıldı ki, kutuplara yakın yerleşim birimleri ve ıssız Pasifik adalarında bile insanlar bu hastalığın pençesine düştü. Pasifik adalarındaki yerli kabileler büyük kayıplar verdiler. Dünya üzerinde İspanyol gribine yakalananların yüzde 5'inin öldüğü tahmin ediliyor. Yani, bu hastalık 1919 yılı sonuna kadar 100 milyona yakın insanın ölümüne yol açtı.
Bu grip salgınının neden bu kadar öldürücü olduğu bugün bile muamma. Bu salgının bir başka tuhaflığı daha vardı. Tarihte, öncelikle hastaları, yaşlıları, yoksulları vuran salgınların tam tersine orta ve genç yaşlardaki orta ve üst gelir seviyesi insanları kırıma uğrattı daha çok. ‘Harb-i Umumi’yi kuşakta kuşağa anlatan toplumsal hafıza, bu büyük salgını o kadar hızla unuttu ki, birçok edebiyat ve tarih kitabında, "unutulmuş salgın" diye nitelendiriliyor. 2005 yılında 1918 grip salgınının virüsünün ABD'de ordu laboratuvarlarına yeniden üretilmesi, gelecekte olacağı varsayılan "biyolojik silahlar" tartışmasının yeniden şiddetlenmesine de yol açmıştı.
1995 yılı yapımı ‘Outbreak(Salgın)’ filmi, Nobel ödüllü moleküler biyolog Joshua Lederberg’in, ‘’Yeryüzü üzerinde insan varlığının devamını engelleyecek biricik tehdit virüstür’’ sözü ile başlar. Filmde, Zaire’den California’ya yolculuk yapan şirin mi şirin bir maymunun taşıdığı ve bulaştığı insanı 2-3 günde öldüren ‘motaba’ virüsünün ürkütücü şekilde küreye yayılma senaryosu anlatılır. Filmin çekildiği tarihe göre erken bir kehanetti, ancak ‘Outbreak’ten beri son 20 yılda art arda patlayan Sars, Ebola, Kuş Gribi, Domuz Gribi salgınlarından sonra bu ürkütücü senaryo artık çok daha yakın ve olası görülüyor.
Oysa çok değil daha 50 yıl önce çok yanlış bir düşünceye kapılmıştık. 1967 senesinde Beyaz Saray’da ABD Başkanı Lyndon Johnson ve ülkenin en üst düzey sağlık yetkililerinin yaptığı ünlü toplantı bu yanılgının zapta geçmiş hali adeta. Dönemin ABD Sağlık Bakanı William Stewart, ‘’Bulaşıcı hastalıklar defterini kapatmanın zamanı geldi’’ diye gururla seslenir o gün o odada bulunanlara... O gün itibarı ile en azından Batı dünyasında, çocuk felci, tifo, kolera ve hatta kızamık tarih olmuştur. Her hangi bir savaştakinden çok daha fazla insanı öldüren çiçek hastalığı da çok geçmeden listeye eklenecekti.
Ancak Amerikan Sağlık Bakanının ‘bulaşıcı hastalıkların kökünü kazıdık’ övünmesinin boş bir efelenme olduğu 20 yıl içinde ortaya çıkacaktı. Sadece 1967’den sonra hayvanlardan insanlara en az 50 tehlikeli virüs daha bulaştı. Bunların bazısının ismine artık adını duyunca bizi ürkütecek derecede aşinayız: HIV, Sars, Domuz Gribi, Ebola. Bazısı ise halen yerel kalabildiği için çok fazla insanın ilgi-bilgi alanına girmiş değil...
Irkçıları rahatsız edecek bu bilgi belki ama insan türü, ‘genetik’ olarak çoğulcu bir canlı türü değil. Bu sebeple dünyanın bir köşesinden bir tek insanı öldürebilen bir hastalık dünyanın en uzak köşesindeki bir başka insanı da öldürebilir. Hangi dinden, hangi ırktan, hangi milletten, hangi siyasal görüşten, hangi sosyal sınıftan olduğunuzun hiç bir önemi yok...
Gündemi büyük ölçüde iç politika ile sınırlı Türkiye kamuoyu çok ilgi göstermiyor ama dünya yeni bir virüs salgını tehdidi altında. Türkiye’nin aksine bütün dünya, Batı Afrika’da başlayan Ebola virüs salgınını çok yakından izliyor. Dünya Sağlık Örgütü’ne(WHO) göre 13 Ağustos itibarı ile 4 ülkede bugüne kadar 1975 vaka tespit edildi ve 1069 kişi öldü. Laboratuvar testleri bu ölümlerin en az 660’ının Ebola’dan kaynaklandığını onayladı. Ebola, ölümcül bir virüs. Bulaştığı insanların yüzde 50 ile 90’ını öldürüyor. WHO başkanı, şu an bir milyondan fazla insanın salgından etkilendiğini ve gıda desteğine ihtiyacı olduğunu açıkladı. Tehdit halen ‘epidemik’ düzeyde yani belli bir coğrafyada görülüyor. ‘Pandemik’ yani küresel düzeyde değil. Ancak mal ve insan dolaşımının olağanüstü hıza ulaştığı günümüzde bir virüsün her an ‘pandemik’ hale gelmesi artık işten bile değil.
Birkaç yıl önceki bir yazımda, ‘Domuz gribi’ günlerinde New Yorker dergisinden Michael Specter’ın, Kamerun’un güneydoğusunda ormanlar içindeki Mindourou adlı bir köyün toprak yolunda Küresel Viral Gelişmeler Tahmin Merkezinin (Global Viral Forecasting) müdürü olan biyolog Nathan Wolfe ve birkaç meslektaşı ile yolculuğunun öyküsünü paylaşmıştım. Specter, biyolog Wolfe ve bir kaç uzman, GVF’nin Afrika tropik ormanlarında ölümcül virüslerin gelişimini takip etmek için kurduğu ‘virüs karakollarından’ birinin bulunduğu Ngoila köyüne gitmektedirler. Derken yanlarından Çin yapımı bir motorsikletle Kamerunlu bir çift geçer. Arkada oturan kadını gösterir Wolfe, New Yorker muhabirine. Kadın bir eliyle motorsiklet sürücüsünün belini sarmalarken diğer eliyle bu bölgede sık bulunan bir maymunun leşini kuyruğundan tutmaktadır. Kamerunlu çift, maymunu köyün pazarında satmaya götürmekte. ‘’Bu maymunlar birer virüs ambarıdır’ der Wolfe muhabire.
Yenilmesi gelenek olmayan, maymun, şempanze, kirpi, karıncayiyen gibi yabani hayvanların etine İngilizce’de ‘bushmeat’ diyorlar. İnsanoğlu aslında bu tür vahşi hayvanların etini binlerce yıl boyunca yemiş. Afrika’nın bu köşesinde ise bu halen çok yaygın. Bu insanların nerdeyse biricik protein kaynağı bu tür etler. Michael Specter, sadece Orta Afrika ülkelerinde yılda 2 milyon ton ‘bushmeat’ tüketildiği bilgisi veriyor.
Motorsikletli çiftin taşıdığı kuyruklu maymunlar insanları etkileyen birçok virüsü taşıyan canlılar. Mesela ‘t hücreli lösemi’ virüsü. Tabii ki alternatifi açlık olan bu insanları, ‘’sakın yemeyin, bu maymunların etleri, bugün size, geçmişte atalarınıza olduğundan çok daha büyük tehdit’’ diye ikna etmek zor.
Yaklaşık 10 yıldır Afrika’nın tropik ormanlarında virüs avcılığı yapan 40 yaşındaki Nathan Wolfe, ‘’Böyle sokaklarda pazarlara taşınan maymun ölülerini gördüğümde patlamaya hazır dolu bir silaha bakıyormuşum hissine kapılıyorum. Beni korkutuyor.’’ diyor.
Şu anda yeryüzünde viral bir salgından daha hızlı gelişebilecek bir küresel tehdit yok insan soyu için. Henüz adını bilmediğimiz öldürücü ve kolay bulaşan bir virüsün bir hayvandan bir insana geçmesine bakıyor bütün olay. Nükleer tehdit bile bu kadar yakınımızda, ve kırılgan bir dengede değil. Şu anda dünyanın en önde gelen virüs avcılarından biri olan Wolfe, ‘’Yakın gelecekte milyonlarca insanı hangisinin öldürmesi muhtemel? Nükleer silah mı, virüs mü? Eğer yarın Las Vegas’a gitsem ve bundan sonraki toplu katliamın sebebi üzerine bahse girsem bütün servetimi virüse oynarım’’ diyor ve ekliyor: ‘’İnsanlık olarak, HIV gibi güçlü bir virüsün kontrolden çıkmasıyla başedecek potansiyelimiz yok.’’
‘Virüs’ kelimesi Latince ‘zehir’ demek. Virüsler canlı(insan, hayvan, bitki, bakteri) olan her yerde bulunuyor. Kendini kopyalayıp çoğalması için bir hücre içinde bulunması gerekiyor. Hücrelere giriyor, hücrenin üreme mekanizmasını bozuyor ve kendinden üretmeye başlayarak vücuda yayılıyorlar. AIDS'ten kuduza, gripten, su çiçeğine, vebadan koleraya kadar bugün tespit edilen 5 binden fazla virüs çeşidi var. Aslında insan vücudu bunlar ve bakteriler gibi mikroplarla dolu. Ortalama bir insanın vücudunda hücre sayısının 10 katı mikrop var.
Virüslerin kökeni hakkında çok fazla bilgimiz yok çünkü virüsler fosilleşmiyor. Bilim insanları, virüslerin ayrı bir canlı olup olmadığını da çok tartışmışlar. Çünkü hücresel bir metabolizmaları yok. Bugün genel kabul, canlı olmadıkları yolunda. Ancak, son yıllarda virüslerin genetik yapıları ilgili araştırmalar, canlı teorisini savunanların tezlerini güçlendirecek bazı bulgulara da ulaşmış.
Modern virüs bilgisi ise Rus kökenli biyolog Dmitri Ivanovsky’nin 1880’li yıllardaki keşfiyle başlıyor. Son yüzyıldaki bazı virüs salgınları, onlar hakkındaki araştırmaları da duyarlılığı da derinleştirdi. Bugüne kadar 30 milyon kişiyi öldüren ve iki katı kişiyi de etkileyen HIV (Human İmmunodeficiency Virus – İnsan Bağışıklıkyetmezliği Virüsü) mesela... Acquired Immune Deficiency Syndrome (Kazanılmış Bağışıklık Yetersizliği Sendromu) ya da bilinen kısaltmasıyla AIDS hastalığına neden olmakta bu virüs. HIV, yaklaşık yüz yıl kadar önce Kamerun’da bir şempanzeden onu avlayan, kesip satan ya da yiyenin kanına bulaşarak insan vücuduna geçti ilk kez.
Virüs, sadece enfekte ettiği hücre kadar gidebilir. Bu nedenle de insanlık tarihinin büyük bölümünde virüslerin çoğu yerel kaldı. Michael Specter, ‘’HIV insana birkaç yüzyıl önce bulaşsaydı, o insanı öldürürdü en azından sadece o köyü etkilerdi’’ diyor. Ancak şimdi o maymunu daha büyük kasabalara satmaya götürenler, oralardan Paris’e New York’a restoranlara uçaklarla gönderenler var. Afrika’da yeni yollar ulaşım imkanları sadece insanlar için artmıyor aynı zamanda virüslerin de dolaşımı daha kolay hale geliyor.
Aslında yeryüzünde geçen yüzyılda başlayan ve devam eden orman katliamı da tehlikeli virüslerle bizi daha yakın kılıyor. Çünkü ormanlar azaldıkça bu tehlikeli virüsleri taşıyan yabani hayvanlarla insanların karşılaşma olasılığı da artıyor. Örneğin tropik bazı bölgelerde yaşayan yarasa türleri. Bu uçan memeliler, yer yüzündeki en kayda değer virüs kaynaklarından biri. Son Ebola virüsü salgının kaynağının da meyve yarasaları olduğu tahmin ediliyor. Küresel ısınma da doğal habitatta değişikliğe yol açarak virüslerle insanların daha fazla karşılaşmasına yol açan bir başka etken.
Richard Preston, 1994 yılında yayınlanan The Hot Zone kitabında, ‘’Muhtemelen biyosfer, 5 milyar insan fikrine sıcak bakmıyor. İnsanlardan parazitlerle kurtulmaya çalışıyor. AIDS, yağmur ormanlarının onu yok eden insandan intikamıdır.’’ diye yazarken belki de bu gerçeğe dikkatimizi çekmeye çalışmıştı.
Ancak virüs avcısı Wolfe, iletişim ve ulaşım imkanlarındaki gelişmelerin, bu virüslerin yayılmasını kolaylaştırdığı gibi, bunlarla mücadeleyi kolaylaştırmak için de bir fırsata dönüşebileceği iyimserliğinde. Daha çok virüse daha çok bilgiye ulaşıyoruz. Virüslerle ilgili derli toplu bilgimiz artıyor.
Nathan Wolfe, tıp dünyasının bulaşıcı viral hastalıklar karşısındaki halini, 1960’lı yıllardaki kalp rahatsızlıkları karşısındaki durumuna benzetiyor. Yani doktorların, kalp krizi geçiren kişinin hastaneye yetiştirilmesini bekleme ve ancak ondan sonra onu kurtarabilmek için bazı çabalar harcamaktan başka pek fazla birşey yapamadığı yıllar… Ancak, beslenme ve sigaranın etkileri, tansiyon hakkındaki bilgiler derinleştikçe, kalp rahatsızlıklarına tıbbın müdahalesi, ‘tedavi’ ile sınırlı olmaktan çıkıp önleyici boyuta da geçmiş.
‘’Risk nedir biliyorsanız, göreviniz onu düşürmenin yolunu bulmak. Ve viral salgınlarla ilgili risk nedir bilmeye başlıyoruz artık yavaş yavaş. Ancak halen çoğu zaman riski bilir hale geldiğimizde çok geç kalmış oluyoruz. Bakın H1N1 virüsüne (domuz gribi virüsü). Ortaya çıktıktan sonra çok kısa sürede dünyada yüz milyonlarca insana bulaştı.’’
Wolfe gibi virüs avcılarının bir büyük amacı var. Virüslerin genetik bilgilerine ait bir havuz oluşturup, birgün bütün virüslerde ortak olan bir genetik özelliği keşfetmek. Böylece standart bir aşı geliştirmek mümkün olabilir. Ancak insanlık böylesi bir sonuçtan henüz çok uzak. Özellikle yakın gelecekte biyolojik silahların çok daha etkili olacağını öngören askeri unsurlar, yoğun şekilde böylesi çabaların içinde. Nitekim Wolfe da araştırma raporlarına Savunma Bakanlığı uzmanlarının ve askerlerin büyük ilgi gösterdiğini belirtiyor.
‘’Virüslerin insanlara nasıl bulaştığı hakkında bilgimiz arttıkça onları durdurma kapasitemiz de artabilir.’’ diyor Wolfe. Ancak insanoğlu için bugün bir viral salgını ortaya çıkmadıkça bilmek çok zor, salgın başlamadan müdahale etmek ise ondan da zor. ‘’Bir tek virüs insan hücresine nasıl yerleşiyor?’’ , ‘’Neden bazı virüsler diğerlerinden daha öldürücü?’’ bu tür soruların çoğunun henüz bir yanıtı yok. Wolfe virüslerin de yılanlar gibi, kötü niyetli, zehirli, öldürücü türleri bulunduğunu aktarıyor.
Aslında, tıpkı yılanların çoğunun zararsız olması gibi tehlikeli virüsler de nadir. Virüsün zararlı sınıfı içine girmesi için bazı biyolojik engelleri aşması gerek. En başta bağışıklık sistemimizde sicilinin temiz olması gerek. Bu sistemi koruyan antikorlardan yakasını sıyırabilmeli. Ve insanı hasta edebilmeli. Son olarak, etkili şekilde bulaşabilmeli. Öksürükle, öpmeyle, el sıkışmayla… Virüslerin çoğu bu kriterlerden birini, bazısı ikisini çok azı üçünü birden gerçekleştirme kapasitesine sahip. Wolfe, bu noktada dikkatimizi HIV’e çekiyor: ‘’Eğer bu öldürücü virüs, grip gibi öksürükle bulaşıyor olsaydı, yer yüzünde kaç insan kalırdı düşünebiliyor musunuz?’’
Daha kötüsü, iyi huylu olan virüsler sonradan kötü huylu bir virüse de dönüşebiliyor. Bilgimiz çok zayıf. Wolfe devam ediyor: ‘’19’ncu yüzyılda bir an geldi ki o kadar çok memeli yeni hayvan türü ile karşılaşıldı ki bilimadamları, bu gezegendeki hayvan türlerinin bir listesini yapmamız asla mümkün olamayacak ümitsizliğine kapıldı. Memeli hayvanlar için bu endişe artık komik kalıyor. Günümüzde yeni bir hayvan türü keşfedebilmek için nerdeyse bütün hayatınızı bu uğurda harcamanız gerekebiliyor. İşte virüsler hakkında da biz şimdi 19’ncu yüzyıldaki bilimadamlarının noktasındayız.’’
Her virüs salgını dünyanın uzak bir köşesinde bile oluyorsa çok dikkatle takip edilmesi, gerekiyorsa medyada oldukça abartılması gereken bir tehdittir. Birkaç yıl önceki Domuz gribinin (H1N1) çok fazla insana bulaşmakla beraber çok öldürücü olmadığı ortaya çıktıkça, ‘bütün o gürültü fos çıktı’ diye dudak bükenler olmuştu. Oysa eğer H1N1 çok daha öldürücü olsaydı on milyonlarca insan ölürdü. Şanslı olacağımız bir virüse denk gelmiştik sadece. Ama öyle şans her zaman karşımıza çıkmaz.
Virüs salgınları, uzayın dipsiz derinliğindeki bu mavi gezegen üzerinde, Türk, Kürt, Arap, Ermeni, Rum, İngiliz, Amerikalı, Rus, Çinli, siyah, beyaz, Müslüman, Yahudi, Hristiyan, Budist, Ateist olmaktan önce ‘insan’ olduğumuzu hatırlatıyor bize. Ve aynı zamanda doğal ekosistemin hükümdarı değil bir üyesi olduğumuzu da… Bu sebeple, bu tehdidin sadece biyolojik ve medikal yönlerini konuşmaya değil, insan soyunun doğaya karşı artan düşmanlığı ve bencil tutumuyla ilgili felsefi bir özeleştiriye de ihtiyacımız var. Daha vahim uyarıları beklemeden konuşmak gerek…