‘’Güzel haber, doğru haber olmayabilir’’ Patrick Cockburn
Bizimki gibi kriz toplumlarında sıradan yurttaşların kafa karışıklığının en önemli nedeni ‘gazetecilerin’ büyük çoğunluğunun ‘iliştirilmiş gazeteciler’den (embedded journalism)’ oluşması. ‘Embedded Journalism’, savaş ve sıcak çatışma alanlarında, çatışmanın bir tarafındaki askerlerle beraber hareket eden ve savaşı onların açısından yaşayan muhabirler için kullanılan bir deyim. Uygulaması çok daha eski olsa da en pervasız kullanımı 2003 yılında başlayan Irak Savaşı’nda oldu. 775 gazeteci ve fotoğrafçı ABD ordusuna ‘iliştirilmiş’ olarak savaş bölgesine götürülerek, ‘zırhlı araçlar içinden gördükleri savaşı’ ABD kamuoyuna ‘’yansıttılar’’. Neden böyle bir uygulamaya gittikleri sorulan Deniz piyade yarbayı Rick Long, ‘’Açık söyleyeyim, savaşı kazanmak istiyoruz. Ve enformasyon da bu savaşın önemli bir parçası. Biz de enformasyon alanını domine etmek istiyoruz’’ yanıtını verecekti. Haksız çıkmayacaktı. Bu gazeteciler olan biten her şeyi tam da Bush yönetiminin istediği haberlerle yansıttılar. ABD Irak’ta nasıl bir bataklığa saplanmakta olduğunu göremedi.
‘’Embedded journalism’’ uygulamasını eleştiren medya otoriteleri, bu tür gazetecilere "inbedded journalist (yatağa girmiş gazeteciler)" dediler. Reuters adına 2. Dünya Savaşını takip eden ‘iliştirilmiş gazeteci’lerden Charles Lynch, yıllar sonra bir itirafında o yıllardaki gazeteciliğini, ‘’Hükümetin propaganda kolu olmuştuk. Başlangıçta hükümetin sensorları bizi yönlendiriyordu. Kısa süre sonra biz kendimiz sensora dönüşmüştük. Hepimiz birer tribün amigosuyduk artık’’ şeklinde anlattı. Türkiye’de daha çok ‘One minute’ kriziyle tanınan Washington Post köşe yazarı David Ignatius ise 2 Mayıs 2010 tarihli köşe yazısında, ‘iliştirilmiş gazeteci’ olarak Irak ve Afganistan’da yaşadıklarını anlattıktan sonra şöyle yakınacaktı:
‘’İliştirilmiş olmanın bir bedeli var. Savaşı bir bütün olarak değil sadece tek bir perspektiften görüyorduk.’’
Günümüzde iliştirilmiş gazeteciliğin savaş haberlerini de aşan politik ve kültürel habercilikte bile bir ‘norm’ haline gelmeye başladığı endişesini paylaşan Ignatius, ‘’Politik ve kültürel tartışmalarda bile gazeteciler bindikleri karavandan görünen kısmı aktarıyor sadece. Sürekli olarak bir politikacının, bir partinin ya da bir sosyal grubun karavanında bulunmanın, savaşta bir tarafın tankında bulunmaktan farkı yok. Elbette, ‘bir parti otobüsüne’ veya ‘bir önemli uçağa’ binen gazeteciler haber kaynağına doğrudan irtibat kazanıyorlar ama bu aynı zamanda da gazetecilikte tarafgirliği besleyip, serbest rekabeti yok ediyor’’.
Ignatius’un bir tecrübesini daha önemsiyorum. Irak işgali başladıktan sadece 2 gün sonra bir grup gazeteciyle kendi kiraladıkları bir arabayla güneyden Irak’a girmişler. Hiç bir askeri koruma altında olmadıkları için oldukça riskli ve tehlikeli bir yolculuk yapmışlar. Ancak o kısacak yolculukta bile ‘iliştirilmiş gazetecilerin’ görmedikleri şeyi görmüşler: Yerel halkın ABD güçlerine karşı silahlı isyan hazırlığı içinde olduğunu… Ignatius ve arkadaşlarının bu yolculuğundan haftalar, savaşın başlamasındansa 2 ay sonra, Bush, uçak gemisinin üzerinden ‘zafer kazanıldı savaş bitti’ konuşması yaparken ‘iliştirilmiş gazeteciler’ bu zaferi manşetlerinden coşkuyla duyuracaktı. Oysa ki ABD’nin küresel itibarını sarsacak ve tarihinin en büyük ekonomik krizlerinden birine sürükleyecek Irak Savaşı daha yeni başlıyordu. Irak’taki ‘gerçek’le hiç ilgilenmeyen iliştirilmiş gazeteciler bunu göremezdi. ‘Nefes’ filminin ünlü cümlesini uyarlayacak olursam, ‘gazeteci uyursa herkes ölür’.
Nisan ayında bu köşede yayınlanan ‘Post Journalism’den çıkış’ başlıklı yazıda Mark Bowden’in, ‘gazetecilik ötesi düzen’ ile ilgili gözlemini paylaşmıştım:
‘’Bu düzende tahrifat, hata, yanlış hüküm, içerik yoksunluğu çok önemli değil. Herkesin peşinde olduğu tek şey var. Bu tek şey "gerçek" değil, "zafer". Çünkü bu dünyada kazanmak haklı olmaktan daha mühim’’
‘’Savaş’’, reytingleri ve tirajları patlatır. Ve toplumun gerildiği böylesi ortamda en az ilgi görecek olan ‘pür gazetecilik’tir. Çünkü çok az insan ‘gerçeği’ merak eder. Böylesi sosyal piskolojik ortamda çoğunluk, sadece ‘kendi kampının gerçeklerini’ duymaya teşnedir. İsterse dedikodu, isterse söylenti olsun, bu insanlara ‘gerçek’ olarak bu propaganda bilgileri yetiyor.
Bir çok muktedirin en çok arzu ettiği şey, gazeteciliğe paralel bir gazetecilik düzeni oluşturmaktır. Hiçbir dar görüşlü iktidar kendisine ‘sorulmasını istemediğini soracak’ gazetecilerden hazzetmez. Ancak bazı demokratik ülkelerde yerleşik gelenekler nedeniyle bunlardan tamamen kaçınılamaz. Anthony Marro, Columbia Journalism Review’nün nisan 1985 sayısında ‘When the government tells lies’ başlıklı makalesinde, Başkan Ford dönemi Beyaz Saray sözcüsü Ron Nessen’in bir anekdotunu anlatır. Nessen, basın toplantısında bir soruya yanıtına ‘’gerçeği söylemek gerekirse…’’ diye başlayınca, bir anda basın odasındaki muhabirler kalemi kağıdı bırakıp Nessen’i dakikalarca alkışlar. Resmi hükümet açıklamalarının ‘gerçekliğine’ ilişkin keyif veren bir medya protestosudur.
Anti-demokratik eğilimli iktidarlar için, soru sorulmasını zorlaştırmak ve bu tür gazetecilerden uzak durmak kadar, ‘iliştirilmiş gazetecileri’ ve ‘gazeteleri’ sık sık onore edip ödüllendirmek de önemlidir. 1930’lu yıllarda Louisiana polisi, karayollarında hız ya da kural ihlali nedeniyle durdurduğu araçların sürücülerine trafik cezası yerine, New Orleans Tribune gazetesine ‘abone olma cezası’ kesermiş. Öyle ki polis memurları yanlarında trafik cezası dekontu yerine abone formu taşırmış. Bu, Louisiana valisi Huey Long’un eyaletin en büyük gazetesine, yönetime verdiği destek ve ‘eyalette işler süper’ manşetleri nedeniyle bir teşekkür yöntemiymiş. Huey Long’un elinde bir de kamu bankaları ve ticari kurumların reklam pastası veya ihale verme imkanları olsa kim bilir nasıl teşekkür ederdi…
Gazeteciliğin paralel evreninde en sık duyduğumuz savunmalardan biri ise ‘kimse ne yazdığıma karışmaz. Hepsini kendi özgür irademle yazıyorum. Hiç telkin almadım’ iddiasıdır. Ben bu lafı ne zaman duysam, "gazeteci" tanımının hakkını vermiş efsane gazetecilerden George Seldes aklıma geliyor. Amerikan medyasına 20'nci yüzyılın ilk yarısında ciddi ayarlar veren toprağı bol olasıca Seldes, 1938 yılında, "Günümüz gazetecliğinin tarihindeki en ahmakça böbürlenme, yazarın, 'ben hiç emir almadım. ne yazdıysam özgürce yazdım' demeleridir" demiş. Seldes, sadece, ne yazarsa veya ne yazmazsa ‘patronun’ kızacağını, patrona söyletmeden bilenlerin iş bulabildiği gazetecilik ortamına dikkatimizi çekiyordu.
‘Post-journalism’ düzeninde bir de ‘acaba hangi tarafın propagandasını yaparsam en çok kazanırım’ hesabını yapabilen zavallı gazeteciler vardır. Kısa vadede bazı isabetler kaydetse bile böyle bir gazeteciliğin yaşama şansı iliştirilmiş gazetecilikten bile azdır. Amerikan bağımsızlık savaşı sırasında New York’ta yayınlanan New York Mercurygazetesinin yayıncısı Hugh Gaine, bağımsızlıkçı Yankee’ler ile İngilizler savaşa tutuşunca, ‘tarafsız kalacağını’ ilan eder. Bir çatışmada tarafsız gazeteci, bütün tarafları rahatsız eder. Öyle de olur. İngiliz İmparatorluğuna bağlı ‘Toristler’ de, korku imparatorluğunu yıkmaya kararlı Yankee’ler de ateş püskürünce korkan Gaine, New York’ta Yankee’lerin çoğunluğu oluşturduğunu görünce Yankee’lerin yanında saf tutar. Fakat çok geçmeden İngilizler şehri ele geçirir. Gaine, gazetesine el koyan İngilizlerin, ‘Yankee karşıtı yayın yapma’ şartıyla gazetesini geri iade etme teklifini kabul eder. Daha bir ay önce haberlerinde Yankee’lerden ‘ordumuz’ diye söz eden Gaine artık onlardan ‘isyancılar’ diye sözetmeye başlamıştır. Ancak işler yine öngördüğü gibi gitmez. Yankee’ler bir kez daha New York’u ele geçirip İngilizleri defeder. Gaine, ‘’F.ck you all!’’ diyerek bir daha dönmemek üzere gazeteciliği bırakır.
Bir iktidar için en büyük yanılgı, oluşturduğu paralel gazetecilik ile gerçeği değiştirebileceğini sanmasıdır. Bu tür bir gazetecilikle aslında toplumun değil kendi gözlerini bağladığını farkettiğinde çok geç olur. Vizyoner ve bilge bir yönetim, kendisinin ve ülkenin gerçek dostlarının durmaksızın soru sorup eleştiren gerçek gazetecilik olduğunu bilir.