Hızır Muazzam Han (Khizr Khan), Pakistan’ın Pencab eyaletindeki yoksul bir çiftçi ailesinin 10 çocuğunun ilki olarak 1950 yılında dünyaya geldi. Pencab Üniversitesi’nde hukuk okurken aynı üniversitede Fars dili ve edebiyatı okuyan eşi Gazala Han ile tanışıp evlendi. Hızır Han, ABD’de yüksek eğitimini tamamlamak istiyordu. Ama bunun için biraz çalışıp para biriktirebilmek amacıyla önce Dubai’ye göç ettiler. İlk çocukları Şehriyar ve ikinci oğulları Humayun Dubai’de dünyaya geldi. 1980 yılında Hızır Han’ın hukuk eğitimi için ABD’ye taşındılar. Hızır Han, Missouri Üniversitesi hukuk fakültesinde 1982 yılında hukuk yüksek lisansını tamamladı. Daha sonra Harvard Hukuk fakültesinde yine yüksek lisansa başladı ve 1986’da yüksek lisans diploması aldı. Aile daha sonra Maryland eyaletine taşındı ve üçüncü oğulları Ömer burada doğdu. Hızır Han, Washington DC’de Hogan & Hartson hukuk firmasında avukatlığa başladı. 2000 – 2007 yılları arasında ise bu hukuk firmasının yöneticiliğini yaptı. Ailenin ortanca oğlu Ömer, Virginia Üniversitesinde okurken, Amerikan ordusunun gönüllü üniversite öğrencilerine maaşlı askere hazırlık eğitimi veren programına kayıt oldu. Başlangıçta amacı hukuk eğitimi için para biriktirmekti. Ancak buradaki çevresini sevdi ve askere yazıldı. Yüzbaşılığa kadar yükseldi. Irak Savaşında görev aldı. 2004 yılında Irak’ın Bakuba şehrinde nöbet bölgelerindeki askerleri denetlerken şüpheli bir aracın yaklaştığını gördü. Erleri geride tutarak kendisi aracı kontrol etmeye gitti. Arabadaki 100 kilogram patlayıcıyı infilak ettiren iki intihar bombacısı ile beraber yaşamını yitirdi. Vatan kahramanı ilan edildi ve Arlington Devlet Mezarlığında devlet töreni ile toprağa verildi. Hızır ve eşi, ölen oğulları Humayun’un çok sevdiği askere hazırlık eğitim programına (ROTC) büyük destek olmaya devam ettiler. ROTC camiası da onları çok sevdi. ‘’Bütün ROTC programının anne babası’’ diye adlandırdılar. Hızır Han, elektronik keşifler hukuku alanında uzmanlaşarak avukatlığını sürdürdü.
Hızır Han, 28 Temmuz 2016 günü bütün Amerikan medyasının en çok konuştuğu isimdi. O gün, Hızır Han yanında eşi Gazal Han olduğu halde Demokrat Partinin Ulusal Kurultayı’nda kürsüye geldi ve Müslüman Amerikalılar adına Cumhuriyetçi Parti’nin ‘Bütün Müslümanlara ABD’ye giriş yasağı koymayı’ vaat eden ABD başkan adayı Donald Trump’a yönelik şu konuşmayı yaptı:
‘’Donald Trump, Amerikalılara benimle geleceğiniz güvenli ellerde diyorsun. Acaba Amerikan Anayasası’nı bir kez bile okudun mu? Evimdeki anayasa kitapçığını memnuniyetle sana gönderirim. Aldığında içinde, ‘kanun önünde eşitlik’ ve ‘özgürlük’ maddelerine özellikle bakmanı istiyorum. Hayatında bir kez bile Arlington Mezarlığı’na gittin mi? Git ve ABD’yi korumak için hayatlarını vermiş, her inançtan, her ırktan, her etnik kökenden kahramanları gözlerinle gör. Sen bu ülke için bugüne kadar bir şeyini, bir kimseni feda ettin mi?’’
Donald Trump ise, somut yanıt verilebilecek bu net sorulara yanıt vermek yerine, Han ailesinin Amerikalılığını sorguladı. Bunu rahatlıkla yapabildi çünkü Han ailesi beyaz değildi ve daha da önemlisi Müslüman’dılar. Trump, Hızır Han’ın somut sorularına yanıt vermek yerine Gazal Han’ın kürsüde kocasının yanında olmasına rağmen konuşma yapmamasına da dikkat çekti ve bunu ‘İslam’ın kadınlara konuşma yasağı getirmesi’ ile ilgili olduğunu ima etti. Böylece, ortalama muhafazakar beyaz Amerikalının bu ‘gavur’ ailenin ‘onlardan olmadığı’ hissi yaşamasını ve böylece bu ‘’gavurların’’ Trump’a sorularını ciddiye almamasını hesaplıyordu. Elbette ki başarılı oldu.
Oysa aile, Trump’ın veya dinci Amerikalıların 1,5 milyar insan için genelleştirmeyi pek sevdiği Müslüman profilinin dışında bir aileydi. Gazal Han, toplum önünde konuşmaktan çekinen bir kadın değildi. Bir aktivistti. Nitekim daha sonra Washington Post’ta o gün kendisine de konuşma yapması teklif edildiğini ancak ölen oğullarının sahnedeki büyük fotoğrafının önünde çok duygulandığı için kendi isteğiyle konuşmaktan vazgeçtiğini açıklayacaktı. Gazal Han’ın da WP’a açıklamasında dikkat çektiği gibi, ‘kadınları eve kapatmak’ Müslüman kimliğine sahip 1,5 milyar insanın ortak kabulü ve uygulaması değildi. Bu anlayışı reddeden çok sayıda Müslüman kadın ve toplum vardı dünyada. Bu konuda genelleme yapmaya elbette kimsenin hakkı yoktu ama hele Trump gibi karılarına ve tüm kadınlara eşya muamelesi yapagelmiş birinin hiç yoktu.
Melanija Knavs, 1970 yılında Slovenya’da doğdu. Modelliğe başladıktan sonra soyadını Almanlaştırarak Knauss yaptı. 1996 yılında mankenlik yapmak için New York’a geldi. O dönemde Slovenyalılar en fazla 1 yıl süreli vize alabildiği için 4 kez ülkesine dönüp yeniden New York’a geldi. AP’nin 2016 yılındaki bir araştırması, çalışma vizesi olmadan New York’ta modellik yaptığını ve bu yasadışı çalışma döneminde 20 bin dolar para kazandığını ortaya çıkardı. Yani hem göçmenlik yasasını hem de ondan çok çok daha ağır bir suç öngören gelir vergisi yasalarını ihlal etmişti. Donald Trump’a ait modellik firması için manken ve model olarak çalışmaya başladı. 2001 yılında yeşil kartını aldı. 2006 yılında ise ABD vatandaşı oldu. 1998 yılında bir defilede tanıştığı Donald Trump ile daha sonra daha da yakınlaştı ve 2005 yılında Trump’ın üçüncü karısı oldu. Donald Trump’ın başkanlık kampanyasında en fazla dikkat çeken şeylerden biri Melania’nın eksikliğiydi. Çok fazla ön plana çıkmadı. Trump başkan olduktan sonra da ortalıkta gözükmedi. Aylarca Beyaz Saray’a taşınmadı. Televizyonlara ve gazetecilere açıklama yapmasına Trump’ın izin vermediği biliniyor. Amerikalı komedyenlerin en fazla şaka yaptıkları konulardan biri, Melania’nın bu ‘eve kapatılmışlık’ durumu...
Melania Trump da Hızır Han da ABD’nin kuruluş felsefesine, Amerikan Anayasasına ve modern vatandaşlık kültürüne göre ‘Amerikalı’dır. Doğuştan veya sonradan vatandaşlığına, deri rengine, dinsel kimliğine, vatandaş olma sırasına göre birini diğerinden daha Amerikalı görmek, Amerikan anayasası perspektifinden bakınca son derece saçma. Fakat Trump’a ve onun sözcülüğünü yaptığı ‘Amerikalı’ zihniyetine göre ise bu böyle değil. 1996’da gelip, çalışma izni olmadan çalışarak Amerikan yasalarını çiğnemiş ve 12 yıl önce ABD vatandaşı olmuş, oğullarına öncelikli olarak Slovence öğreten ve evde onunla Slovence konuşan Melania’nın, beyaz Avrupa kökenli olduğu için Amerikalılığı sorgulanamaz bile. Ama 40 yıldır ABD’de kanunlara uyarak yaşamış ve vatandaş olmuş, bir oğlunu ülkeye feda etmiş, çocuklarıyla İngilizce konuşan 37 yıllık Amerikalı Hızır Han, ABD’de bin yıl daha yaşasa, diğer iki oğlunu da bu ülkeye feda etse de esmer veya Müslüman olduğu için Amerikalı değil ve asla olmayacak. Bu zihniyetin gözünde Han ailesi, bizim sosyo-politik literatürümüzden acımasız ve ilkel kavramını ödünç alacaksam hep ‘gavur’ kalacaklar. Onlar için asla ‘biz’in içinde olamayacaklar.
1789 Fransız ihtilalinde halk ayaklanıp 16’ncı Lui’yi devirdiğinde ilan ettikleri deklarasyon, ‘Vatandaşlık ve Evrensel Haklar Bildirgesi’ydi. Modern vatandaşlık kavramı yolunda en önemli hamleydi bu devrim. Napolyon ordusu Avrupa içlerine sadece Fransa için değil, ‘özgürlük, eşitlik, kardeşlik’ iddiasıyla da yürüyordu. Bundan kısa süre sonra Alman birliğini oluşturacak motivasyonun sloganı ise ‘Blut und Boden (kan ve vatan)’ şeklindeydi. Soyunun ve kültürünün diğer bütün soy ve kültürlerden özel ve seçkin olduğuna inanan, etnik geleneğe değer veren hamasi ve romantik bir bakıştı bu.
‘Kan ve toprak’ söylemi Otto von Bismarck 1871’de modern Alman ulusunu kurarken ortaya çıkmış romantik milliyetçi ve ırkçı bir zihniyetin formüle edilmiş haliydi. Bu felsefeye göre, şehirlerde Yahudilerle, çingenelerle, diğer toplumlarla karışarak ‘’kanı ve kafası kirlenmiş olanlar’’ değil, köylerde, taşrada, kırsalda yaşayan izole Almanlar gerçek Alman etnitisesinin taşıyıcısıydı. Bu nedenle de devlet politikası, bu Alman ırkı stokunu, yaşadıkları kırsal toprağa (vatan) bağlı tutmalı ve şehirlere göç ederek bozulmalarını engellemeliydi.
‘Kan ve vatan’ ideolojisi, Nazilerin 1930’ların hemen başında iktidara yürümeye başlamasıyla ikinci dirilişini yaşadı. Nazilerin en çok kullandığı sloganlardan biri haline geldi. Hatta Nazilere iktidara gelmeden bir süre önce şehirlerdeki Almanlara, toprağa (kırsal kesimlere) göç çağrısı bile yaptılar. Çünkü kentler, kozmopolitizmi, çoğulculuğu, farklı yaşam ve kültürlere açıklığıyla ‘Alman olmayan herşeyin etkinlik alanı’ydı. 1933 yılında Nazi iktidarı başlayınca ‘kan ve toprak’ partinin ve hükümetin resmi sloganı oldu. Ve hayata geçme şansı bulduğunda, kağıt üstünde durduğu gibi durmadığını gösterdi.
Kan ve Vatan felsefesi, Hitler’in Doğu Avrupa ve Rusya’da toprak işgaline yönelmesine neden olan ‘Lebensraum (yaşam alanı)’ politikasının doğmasına yol açan en önemli faktör oldu. Başka uluslarca yüzyıllardır ‘’işgal edilmiş’’ toprakları, Alman ulusunun yaşam alanı, tarihsel ve doğal hakkı olarak görüyorlardı. Sadece Avrupa’yı yıkıma sürüklemedi. Alman topraklarını da ‘’saf’’ Alman kanıyla doldurdu.
Yine, engellileri, çirkin bedenlileri elimine etme, çocuk sahibi olmalarını engelleme üzerine kurulu ‘üstün ırk yaratma’ politikasına da ‘kan ve vatan’ ideali yol verdi. ‘’Kan ve vatan’’, daha da önemlisi Holokost politikası ve çalışma kamplarında insanlığa karşı cinayetleriyle Almanlar için kuşaklar boyunca sürecek bir utanç bırakarak tarih sahnesinden çekildi. En azından çekildiği sanılıyordu.
İkinci Dünya Savaşı'ndan beri ilk kez aşırı sağ bir partinin Alman Federal Meclisi'ne girmeyi başardığı 24 Eylül akşamı, 94 sandalye kazanan Almanya için Alternatif (AfD) partisinin eş başkanı Alexander Gauland, ‘’Vatanımızı ve milletimizi geri kazanacağız’’ vaadinde bulundu. Almanca’da ‘volk’, ‘millet’ demek. Peki Almanya’yı kimden geri kazanacak AfD? Zihnen ve genetik olarak melezleşmiş Almanlardan, küreselci liberallerden, solculardan ve elbette AfD’nin ‘Yahudileri’ olan Müslümanlardan ki bunların çoğunu da Türkler oluşturuyor.
Hitler mitinglerinin en fazla haykırılan sloganlardan biri de, ‘’Fuhrer, Volk und Vaterland (Lider, Millet, Vatan!) şeklindeydi. Elbette ki bu ‘millet’in içinde bütün Almanlar girmiyordu. ‘Millet’ dendiğinde kast edilen adece Nazi partisini destekleyen en azından ona karşıt olmayan ve Aryan oldukları vehmedilen topluluklardı. Geri kalan herkes yarı insandı (untermenschen)’. Yahudiler soykırıma tabi tutularak, Slavlar ve çingeneler köleleştirilerek ‘millet’ arındırılacaktı.
Nazi çağının günlükçülerinden Victor Klemperer, Hitlerin iktidara geldiği 1933 yılındaki günlüklerinde, her yerde her zaman her konuşmada artık ‘millet’ kelimesinin yerli yersi kullanılmaya başlanmasına dikkat çekiyor:
‘’Sofrada tuz neyse, ‘millet’ kelimesi de artık her konuşma ve her yazı için o… Her şeye ‘millet’ baharatı serpiliyor. Volksfest (millet festivali), volksgenosse(Millet dostu), volksgemeinschaft (milli cemiyet)…’’
Almanya çok kanlı bu deneyim sonrası işte bu soya dayalı ve dışlayıcı Alman milleti anlayışından vatandaşlık kültürüne dayalı daha kuşatıcı bir Alman milleti anlayışına geçmeye çalıştı. Yıllar içinde kısmen önemli mesafe de kat edildi. 1945 sonrası kuşak kendisi ile daha barışık, daha özgüven sahibi büyüdü ve kendisine benzemeyeni de içine alıp kucakladı. Modern vatandaşlık kültürünü benimsemeye başladı. Nitekin bu kuşağın üyesi olan bugünkü şansölye Angela Merkel, ‘’Millet (volk), bu ülkede yaşayan herkestir’’ diyerek net bir şekilde Fransız devrimi bakışından yana tavır koyacaktı.
Alman Federal istatistik verilerine göre 82 milyonluk Alman nüfusunun 18.6 milyonu, yani ülke nüfusunun yüzde 23’ü göçmen kökene sahip. Roger Cohen, New York Times’taki bir analizinde günümüz Almanlarının önemli bir kısmının, kabileci ve genetik tınısı nedeniyle ‘volk’ yerine, ‘nüfusumuz’ anlamında ‘bevolkerung’ sözcüğünün tercih ettiğine dikkat çekiyor. Volk ile Bevolkerung arasındaki çekişme, gerçeklikten kopuk mitler ile göçmenlik arasında bir ulusal kültür ortalaması oluşturma çabasının başarısını belirleyecek şey.
Nazi felsefesinin, sadece Avrupa’yı değil kendi ülkesini de kan denizine çevirerek yenilmesinden 75 yıl ve Fransız devriminden yaklaşık 230 yıl sonra dünyanın birçok önemli ülkesinin, Fransız devriminin uygarlığı taşıdığı, içleyici ‘vatandaşlık’ kavramından, dışlayıcı ‘kan ve vatan’ etnosentrik bakışına; Üretkenlik ve barış üzerine kurulu pozitif vatanseverlikten, öteki kimliklere düşmanlık üzerine kurulu negatif nasyonalizme; Dayanışma ve eşitliğe dayalı birlikten, kendi ten renginden, etnik soyundan veya inanç kimliğinden olmayan herkesi tehdit olarak algılayan ‘sözde millet’ anlayışına kayması son derece trajik bir sapma.
Ama hiç biri, Fransız devriminin hedeflediği modern vatandaş kültürünün dünyadaki en önemli, tarihteki en sıradışı örneği olagelmiş ABD’de de bu rüzgarın üst perdeden esmeye başlaması kadar dramatik değil.
Ağustos ayında Virginia’nın Charlottsville kentinde toplanan beyaz ırkçılarının Nazilerin gamalı haçlarının yanı sıra "Blood and Soil (Kan ve Vatan)" yazılı pankartlar taşıyıp sürekli bu sloganı atmaları, Birleşik Devletler'e güneyli lümpen klanların ötesinde bir sorunla yüzyüze olduğunu gösterdi. Çünkü, belki de tarihinde ilk kez ülkenin başında modern vatandaşlık hukukuna değil, ‘kan ve vatan’ ideolojisine inanan bir başkan var.
ABD Başkanı Donald Trump, uygarlığın ürettiği ‘vatandaşlık’ kültüründen, tarihin ürettiği ‘kan ve vatan’ çılgınlığına sapmanın da küresel avatarına dönüşmüş durumda. ‘Öteki’lerden arınmış homojen toplum savunuculuğunu çok kaba ve sığ bir popülizm ile paylaşmaktan çekinmiyor. Bir beyaz ırkçısı olmasına rağmen, Afrikalı faşist diktatörlerin de, Hindu milliyetçilerin de, Slav şovenistlerin de, Japon ırkçıların da, İsrailli ve Arap ırkçıların da veya İslamcı faşistlerin de sempatisini kazanması bundan.
‘Saf Aryan Irkı’, 19’ncu yüzyıl Almanya’sı için bile bir saçmalıktan başka bir şey değildi ve gerçekle hiçbir bağı olmayan bir kuruntuydu. İngiltere’nin bir kaç sahil kolonisinin isyanıyla kurulmuş ve o günden beri her ırktan insanın yerleşmesiyle, dünya nüfusunun bir özetine dönme yoluna girmiş ABD’de ‘’etnik saflık’’ iddiası ise ancak ciddi bir sosyal cehaletin ürünü olabilir. Kendi kasaba çevresini ülkeyi ve dünyayı açıklayan bir veri sanma cehaletinin.. ABD’de bir etnik homojenite yaratamayacağını gören biraz okumuşlar ise, ‘Avrupa kökenli beyazlığı’ bir etnisiteye dönüştürerek bu zihinsel hastalığa yol veriyor. Nitekim Trump’ın ve Kongre’deki bazı muhafazakar isimlerin de göçmenlik sistemini, 1965 öncesine döndürmeye çalışması bundan. ABD’nin kapılarını yine 1965 öncesinde olduğu gibi sadece Avrupa kökenlilere açıp, dünyanın geri kalanına kapatmak…
Bir insanı ne ‘Amerikalı’ yapar? Hala yürürlükteki ABD anayasasına göre ya Amerikan topraklarında doğacaksın veya buraya göç ettikten sonra vatandaşlığına geçeceksin. İkisi arasında tek bir fark var: İkinciler başkan adayı olamıyor. Ancak bunun bile anayasal olup olmadığı tartışmalı. Amerika’da vatandaşlık, ‘kan ve vatan’dan, dilden, dinsel kimlikten değil, anayasa ve hukuktan doğuyor.
ABD, tarihteki ilk demokrasi veya ilk cumhuriyet değil. Emperyal gücüne başkaldıran ilk koloni de değil. ABD’nin ‘bağımsızlık mücadelesi’ni özel kılan, örnek kılan şey, krallığa, kendi krallıklarını kurmak için başkaldırmamış olmaları. ‘’İngiliz kralını devirdik, kendi kanımızdan kendi dinimizden, kendi meşrebimizden, kendi ideolojimizden bir diktatör çıkaralım’’ diye düşünmemiş olmaları. Aksine, vatandaşlık bağıyla herkesin devleti olacak bir idareyi ve yine ‘başkan dahil’ bütün vatandaşların kanun önünde eşit olacağı düzeni kuracak bir sosyal sözleşme etrafında birleşebilmeleri.
Her fırsatta ‘Amerikan değerlerinin gerçek savunucusu’ olduklarını iddia etse de Trump’ın avatarı olduğu çizgi, Amerikan kurucu babalarının öngördüğü eşitlikten yana değil. Trump’ın kişisel olarak eşitlikten hiç hazzetmediğini bütün yaşamınca göstermiş biri. Başkan olduktan sonra bile kendisinin bireysel olarak yazılı hukuktan üstün olduğuna inanarak, etik kuralları, teamülleri, yasaları hatta anayasayı test etmeye kalkıyor. Yine deri renginin ona Amerikalılığın ‘gerçek sahibi’ olarak konuşma yetkisi verdiğine de inanıyor... İşte bu kişiliği onu, 'bazılarının daha eşit olduğu' fikrine daha açık hale getiriyor.
Amerikan yurttaşlarının Amerikalılığını, ülkelerine kattıklarına, ülkelerinin anayasal değerlerine bağlılıklarına göre değil de ırklarına, kökenlerine ve dinlerine göre değerlendirdiğini, sadece Han ailesi olayında değil hemen her tartışmadaki yaklaşımıyla bir kez daha sergiliyor.
Örneğin, beğenmediği bir yargı kararı veren doğma büyüme Indianalı yargıç Judge Gonzalo Curiel’i, sırf kökenleri Meksikalı diye, ‘Meksikalı’ diye niteleyebildi. Ama dedesi ‘Alman’ Trump her zaman Amerikalı olabiliyor. Beyazlar ve Hristiyanlardan farklı inanç ve kökenlerden insanlardan bahsettiğinde adlandırmanın başına onları monolitik bir yapı gibi sunan ‘the’ artikelini koyuyor, “the Hispanics,” “the Muslims” ve “the blacks” gibi… Bu basit bir gramer tercihi değil, yüz milyonlarca Müslüman’ın, siyahın, Hispanik’in birbirlerinden çok farklı unsurları barındırdığı gerçeğini yok sayan oldukça ırkçı genellemeci bir zihnin ifadesi.
Derin bir yararsızlık duygusunda debelenen çorak yaşamlarına ‘değerlilik’ illüzyonu yaşatttığı için kifayetsiz yığınlara çok çekici gelen ‘’kan ve vatan’’ söylemi, sadece bilimsel açıdan değil, aynı zamanda tarih ve sosyal gerçekler açısından da bağnazca bir cehaletin ifadesi. Nazi Almanyası bir vehme dayanan bu tehlikeli cehaletin bir ülkenin başına ne türlü felaketler açabileceğinin acı örneği.
Bir ülkede uygarlığın da birliğin de özgürlüklerin de refahın da ilk garantisi, anayasal eşitlik ve vatandaşlık kültürünün, toplum ve devletçe içtenlikle benimsenmesidir. Alman başbakanının, Amerikan başkanına ve Amerikalılara bunu hatırlatması ise nasıl tuhaf zamanlar yaşadığımızın resmidir.