‘’İnsan, adına ‘evren’ denilen bir bütünün, zaman ve mekanla sınırlı bir parçasıdır sadece. Buna rağmen kendisini, düşüncelerini ve duygularını başka herşeyden ayrı ve özelmiş gibi deneyimliyor. Bu, bilincinin ona optik bir illüzyonudur sadece… Bu illüzyon, bu vehim, her birimiz için bir hapishanedir. Bizi, kişisel hırslarımıza ve yakınımızdaki birkaç kişiye alakaya hapsediyor.’’
- Albert Einstein -
15 bin yıl önceymiş. ‘’Bu benim’’ deyip bir mağaranın duvarına işte bu şekilde imzalarını atmışlar. Santa Cruz ‘El Mağarası’ndaki bu el izleri bir dini ayin mi, antik çağ duvar yazılaması mı, ilan-ı aşk mı bilmiyoruz. Çünkü yazının icat edilmesine daha binlerce yıl var. İsimlerini, dertlerini duvara ağaçlara kazıyamazlardı. Bunun yerine ellerini yassı hale getirip mağara duvarına yasladıktan sonra üzerine toz üfleyip işte bu antik siluetleri oluşturmuşlar. Evrenin ıssız bir köşesindeki bu minicik gezegen üzerinde türümüz binlerce yıl mağara duvarına böylesine işlemiş derdini. Her el bir kişiye, hiçbir detayını bilmediğimiz bir hayat öyküsüne ait. Avcı toplayıcılara, mağara insanlarına, atalarımıza…
Hepimiz özümüzü bir ‘bütün’ olarak duyumsuyoruz ve kendimizi, kafamızda kim olduğumuza ilişkin oluşturduğumuz bu bütünsel varlığa indirgiyoruz. Kendimizle ilgili bu ‘ben’lik fikri, kimliğimiz olmaya başlıyor. Bizim ‘kimlik’ dediğimize İngilizce’de ‘identification’ deniyor. Birçok Batı dilindeki anlamdaşı gibi Latince kökenli. Latince ‘aynı’ anlamına gelen ‘idem’ ile, ‘yapmak’ anlamına gelen ‘farcere’ fiilinden oluşturulmuş bir kavram. Aynından yapmak. Yani bizim kendimizi olduğumuzu düşündüğümüz kişi ile aynileştirmek, kendinden menkul düşünce ve hislerimizle hayali bir selfie’mizi yapmak gibi. Tıpkı ağaç dendiğinde hayalimizde, yeşilin tonları, kıvrımları, kökünü, gövdesini, dallarını, sallanan yaprakları bir matriks simülasyonu gibi ayrı ayrı canlandırmayıp sadece bir bütüne, ‘ağac’a indirgememiz gibi…
Aslında bu zihni konsept ile doğmuyoruz. Bebeklerin egosu yoktur. Anadolu’da ve birçok kültürde bu yüzden bebekler, ‘insan’ olarak değil de bir tür ‘melek’ olarak görülür. Bir bebeği aynanın karşısına koyduğunuzda sanki karşısında bir başka bebek varmış gibi ona ulaşmaya çalışır. Ancak bir buçuk yaşından sonra, aynaya reaksiyonunda büyük bir farklılık gelişir. Bebek, aynaya baktıktan sonra, bize bunun kendisi olduğunu anlatmaya çalışacaktır. İşte ego yıldızının parladığı andır bu. ‘Ben’ duygusu gelişmeye, melek insanlaşmaya başlamaktadır.
İnsan olarak, aynada kendisini tanıyabilme konusunda yalnız bir tür değiliz. Yetişkin şempanzeler ve orangutanlar gibi bazı hayvanların da aynada kendilerini gördüklerinde tanımaları, bilim insanlarında onlarda da bir tür ‘kendilik’ konsepti olduğu düşüncesi uyandırmaktadır.
Birçok hayvanın bebeği doğduktan çok kısa süre sonra yürümeye-yüzmeye-uçmaya başlar. Bizim türümüzün ise desteksiz oturabilmesi bile ayları bulur. Yürümeye başlamamız 1,5 – 2 yıldır. Bu bağımlılıktan dolayı da aidiyet duygusu bilinçaltımızın en önemli güçlerinden birine dönüşür.
Bir bebeğin doğup büyüme ve yetişkin insana dönüşme süreci, bir yönüyle insanın on binlerce yıllık serüveninin de bireysel planda özeti gibidir. Konuşma-kavram devriminden önceki döneme ait arkeolojik bulgular, insanımsıların beyninin kompleks bir egoya sahip olmadığını gösteriyor. Tarihin bir noktasından sonra, mağara duvarlarına yansıyan sanat ortaya çıkıyor. İnsan, gördüklerini ve hepsinden önemlisi kendisine ilişkin algısını mağara duvarlarına çiziyor. Hayal gücü, daha kompleks bir egoyu hayal edebilecek şekilde gelişiyor. Konuşma ve dil kapasitesi geliştikçe de insanlar kendilik tecrübeleri hakkında şeyler anlatmaya başlıyor.
Kişisel tanışmalarda yaptığım atıflar dışında kendimi tek bir kimliğe indirgemeyi pek de beceremem. Kimliklerimi reddettiğimden değil. Hepsi, ‘beraber’ beni ben yapan şeylerdir. Birini alıp ‘ben’ yapıp diğerlerini dışarıda bırakmak varlığımın önemli bir kısmını koparıp atma duygusu verir. En rahatlıkla kullandığım kimliklerimden birisi Beşiktaşlılığım. Beşiktaş’ın galibiyetinden veya mağlubiyetinden bahsederken, ‘yenildik’ veya ‘kazandık’ diyorum. Beşiktaşlılığım, hayalimde geliştirdiğim bir mental kimlik aslında. Takım konsepti ile ‘kendi’mi özdeşleştiriyorum ve bunun üzerimde güçlü duygusal sonuçları var. Beşiktaş artık egomun bir parçası. Onun hezimetleri ve zaferleri benim kişisel hezimetlerim ve zaferlerim oluyor. Ne var ki birçok diğer kimliğim gibi bunun da gerçek yaşamda bir karşılığı yok. Ben Beşiktaş kulübünün sahibi değilim, onun gelirinden pay almıyorum dahası birçok modern taraftar gibi bahis de oynamıyorum. Sahadaki 11 futbolcu ile hiçbir ahbaplığım da yok. Ama bir şekilde bu 11 kişinin yenilgisi veya galibiyetinden çok güçlü şekilde etkileniyorum. Bu kimliğim zihinsel bir kimlik ama etkilerini biyolojik olarak bile ölçmek mümkün. Örneğin bilimsel araştırmalar, takımı kazanan taraftarın testosteron düzeyinin yükseldiğini ortaya koyuyor.
Yani ki, bir şey ile kendimizi kimliklendirdiğimiz zaman, o şey tamamen bilinçaltı etkisiyle ‘kendilik’ konseptimizin bir parçası haline geliyor ve egomuzun kanatları altına giriyor. Ve zihnimizdeki bu kimliksel konsepte sözel bir saldırı olduğunda bile, şahsımıza fiziki saldırı olmuşçasına bir duygusal travma yaşıyoruz. Modern çağ insanı, takım taraftarlığı gibi çok sayıda fazla şey ile kendisini kimliklendiriyor. Bir yandan takım taraftarı kimliği, bir yandan siyasal kimlik, bir yandan etnik kimlik, inanç grubu kimliği, meslek grubu kimliği, internet grubu kimliği, şehir kimliği, sınıf kimliği, semt kimliği vs… Ve hepsi sürekli, birilerinin saldırısı altında... Bu da modern insan için yaşamı bir yönüyle, tehditlerin kol gezdiği bir korku tüneline dönüştürüyor.
Politik davamız çok güçlü bir muhalefetle karşılaştığında, sanki bedenimize yönelik fiziksel bir saldırı altındaymışız gibi feverana kapılabiliyoruz. Kimliğimizle özdeşleşen her hangi bir entelektüel kabulümüze güçlü bir eleştiri, vücudumuza işkence ediliyormuş gibi etki uyandırıyor. Kimliklendirmenin gücüne göre, eleştirinin üzerimizdeki etkisi de o oranda güçlü oluyor. Bütün bu kimlik savaşlarımızın temel itici kaynağı ise egomuz.
Uygarlığın tarihi, egonun, yani hükmetme, kontrol altında tutma, kendine benzetme mücadelesinin doğal tarihidir bir yönüyle. Bu gücüne rağmen, balığın suyun farkında veya kuşun havanın farkında olmaması gibi, ego da çoğunlukla tarih kitaplarının farkında olmadığı bir şey.
Her birimiz otobiyografimizi yazsak hiçbirimiz ömrümüz boyunca ‘nefes alıp verdiğimizden’ söz etmeyiz. Oysa yaşamımız boyunca en fazla yaptığımız şey bu. Peki önemsiz bir detay mı? Hayır, trilyonlarca nefesimizin tek tek her biri yaşamsal değerde! Sadece bir an üzerinde düşünsek, ölümle aramızdaki tek şeyin o bir anlık fiziksel refleks olduğunu görürüz. Gün içindeki binlerce nefesimizden sadece tek birini bile verdikten sonra geri alamazsak ölürüz. Bu kadar basit ama müthiş güçlü bir gerçek olmasına rağmen onun hayatımızdaki muazzam rolünün üzerinde durmayız bile. Aynen böyle de egomuza bir an için dikkatli bakmayı becerebilirsek birçok mücadelemizin, süslü kelimeler, kuvvetli iddialar arkasına sakladığımız gerçek amaçlarını açıkça görebileceğiz. Kişisel yaşamımızın en anlamlı, en saf, en kişisel, en mahrem sorularının yanıtlarına ulaşabileceğiz. Kendi egomuzun farkındalığına erişirsek, fanatiği olduğumuz kimlik tartışmalarında, dış şartlarımız, doğum coğrafyamız, anne babalarımız farklı olsaydı bugünkü hararetli taraftarlıklarımızın belki de tam zıddı konumlarda da olabileceğimizi fark edeceğiz. Örneğin, yeryüzündeki en yaygın kimlik dinsel kimliktir ama insanlığın yüzde 99.99.99’u bu kimliği ‘doğumla’ kazanır. İnsanın dinini seçmesi çok çok nadirdir. Hristiyanları şeytanın ordusu gören fanatik bir İslamcı, Ortadoğu yerine Kansas’ta doğsaydı, Müslümanları şeytanın ordusu gören bir Hristiyan fanatik olacaktı. Yine örneğin, Eric Hoffer, günümüz Asya’sına rengini veren şeyin, ağzı bol laf yapan okumuşların bitmez tükenmez statü arayışı olduğunu yazar. Sürekli değişim diye diretirler ancak iktidar ve muktedirler onların özel sıkıntısını giderdiğinde birer istikrar direği olup çıkarlar. İçten bir değişim arzusu değildir bağırtan, kişisel veya grupsal sıkıntılarıdır aslında. Bu nedenle de Asya'nın kısır döngüsü sürer gider.
İnsan doğuştan ‘grupçu’ bir canlıdır. Tecritin bir işkence olması bundandır. Aşırı grupçu, kabileci toplumlar ise egonun hormonlu büyüme alanıdır. Çünkü, grubumuz tarafından onaylanma veya reddedilmenin ego üzerinde müthiş etkisi vardır. Sosyal statümüzü maksimize edebilmek için sözlerimize davranışlarımıza geri dönüşlere aşırı duyarlı oluruz. Beynimiz, ‘bu beni öne çıkarır’ veya ‘bu beni gözden düşürür’ü biz ya hiç farkında olmadan veya çok zayıf bir farkındalıkla otomatik olarak yapmaya başlar. Diğer insanlarla ilgili yargımız da aynı otomatiğe bağlıdır. Onlardan hoşlanmamız veya hoşlanmamamız, nazik veya kibirli insan oldukları, vatansever veya hain, akıllı veya ahmak olduklarına hep bizim statümüze veya grubumuzun statüsüne oluşturdukları tehditle doğru orantılı olarak farkında olmadan karar verdiğimiz şeyler.
Bilinçli olmanın yolu egoyu yok etmek değildir. Zaten istesek de ego yok olmaz. Hem ‘insan’ kalabilmemiz için gereklidir de... Ama onun farkındalığına erişmektir önemli olan. İnsanı kendi kendinin farkındalığına ulaştıracak mekanizma da donanımımızda var. Ötekileri sorguladığı kadar ve hatta daha çok kendisini sorgulayan kendisinin farkındalığına erişmiş ‘vicdani bilinç’tir bu.
Çünkü vicdani bilinç, egonun parmaklıkları arasında değildir. Bu saf bilinç, doğumla edindiğimiz ettiğimiz veya sonradan parçamız olan bütün kimliklerden bağımsız olarak en doğal en fıtri yönümüzü yansıtma kapasitesine sahiptir. Apollo 11 mürettebatının Yer’in uzaydan görünen fotoğrafını ilk kez çekip göndermesinin, ‘aynı gezegeni paylaşan bir tür’ olduğumuz gerçeğine uyandırması gibi bizi kendi gerçekliğimize her an uyandırabilir. Çünkü vicdani bilinç bir ayna gibidir. Her şeyi yansıtır ama içinde bir şey yoktur. Egomuzun, kimliklerimizin ve önyargılarımızın yaptıklarını olduğu gibi yansıtır. İnsanın bu aynada kendi gerçeğini görmesi de değişmeye olgunlaşmaya sevk eder. Dans eğitimlerinde duvarların ayna olması buna benzer. Biz amatörler kendi kafamıza göre dans ettiğimizde harika dans ettiğimizi düşünürüz ama dışarıdan bakan hareketlerimizin uyumsuzluğunu komikliğini görür. Bu nedenle de profesyonel dansçı kendisini yetiştirirken, kendisini ‘kendi kafasına’ göre değerlendirmez, aynada kendisine bakar ve nasıl göründüğünü görür ve hareketlerini doğru yönde değiştirir.
Egonun bize yaşattığı en büyük illüzyonlardan biri de kişilik ve kimliğimizi değişmez sabit yapılar sanmamız. Ruhsal ve mental süreklilik ve istikrar için kendimizi asla değişmeyen sabit bir varlık olarak deneyimleriz. Gerçi her birimiz, geçmişimize baktığımızda hatalar, aşırılıklar, kusurlar görürüz ama bugün bu yaşımızda artık mükemmele ulaştığımızı düşünürüz. Duyguda düşüncede en doğru noktaya varmışızdır. Bu ‘ben’, ölünceye kadar olacağım ‘ben’dir diye düşünürüz. Oysa bugün kaç yaşında olursak olalım, nasıl bugün 15 yıl önceki ‘ben’ değilsek, 15 yıl sonra da bugünkü ‘ben’ asla olmayacağız. Bugünkü aşırılıklarımızı, kimliklerimize yüklediğimiz anlamların sahiciliğini, saçmalıklarımızı ancak 15 yıl sonra geriye dönüp baktığımızda fark edebileceğiz. Kimliklerimizin çoğu elbette ki tamamen yok olmaz ama onlara yüklediğimiz anlamlar zaman ve şartlara bağlı olarak değişir. Amin Maalouf, Ölümcül Kimlikler’de Balkanları örnek veriyor. 1980’lerde sorduğunda ‘gururla Yugoslavım’ diyen kişiler, 1990’lı iç savaş yıllarında aynı gururla ‘Müslümanım’ veya ‘Katolik’im, 2000’lerde ise ‘Boşnak’ım, ‘Hırvat’ım, ‘Sırp’ım diyor.
Egomuza ve kimlik savaşlarımıza karakterini veren şeylerden biri de batılı psikoloji literatüründe ‘cognitive bias’ denen psikolojik önyargı mekanizmalarıdır.
Örneğin, ‘conformation bias’, bizim kendimizi sadece mevcut yargılarımızı pekiştiren bilgi ve haberlere açık tutup, onları sarsan bilgi ve haberleri görmezden gelmeye sevk eder. Otobiyografimizi yazdığımızda hakkımızda negatif imaj oluşturacak olayları anımsamayız ama pozitif imaj oluşturacak tüm detayları anımsarız. Okuduğumuz kitaplarda yargılarımızı pekiştiren cümleleri anımsarız ancak onları çürütenleri unuturuz. Darwin, otobiyografisinde, iddialarına, fikirlerine, tespitlerine karşıt olan iddia, fikir ve tespitlere denk geldiğinde onları hemen not aldığını, çünkü bunu yapmazsa kısa sürede unutacağına emin olduğunu yazıyor. Bu müthiş bir ‘farkındalık’ göstergesidir.
‘Tutuculuk yargısı (conservatism bias)’, mevcut mental yapımızı ‘düşünce konforuyla’ sürdürebilmemiz için dünya görüşümüzü sarsabilecek düşüncelere mesafeli, temkinli ve hatta kapalı olmamızı sağlayan mekanizmadır.
‘Self serving bias’ denilen zihni mekanizma, başarılardan kendimize veya kimlik grubumuza pay çıkarmaya, başarısızlık ve sorunlarda ise bütün sorumluluğu ötekilerine atmaya yönlendirir.
Akrabalarımızın, kendimize en fazla benzeyen kişilerin veya aynı kulvarda yer aldığımız grupların başarılarından rahatsız olmamıza yol açan haset (envy) eğilimi… Tarihin en acımasız savaşları, kan bağı, amaç, kültür, inanç, ideoloji olarak birbirlerine en yakın gruplar arasında gerçekleşmiştir.
Hepimize kendimizi ortalamanın üstü bir donanıma sahip olduğumuzu düşündürten ‘üstünlük vehmi (superiority bias); Yerleşik duygu ve düşüncelerimize aykırı, ezberlerimizi bozan düşünceleri, konseptleri peşinen reddetmemize yol açan Semmelweis refleksi; Diğer insanların ne kadar eksik ve subjektif düşündüğünü fark ettirip kendimizin açık görüşlü ve objektif olduğumuzu düşündürten önyargı kör noktası (bias blind spot); Grubumuzla uyumlu harekete ve düşünmeye yönlendiren sürü psikolojisi (Bandwagon effect); Önyargımızı pekiştiren bir bilgiye yanlış olduğu ortaya çıktıktan sonra da inanmaya devam etmemizi sağlayan ‘continued influence effect’; Sevdiğimiz ve takdir ettiğimiz insanların, grupların kusurlarını, hatalarını, suçlarını görmezden gelmeye sevk eden ‘liking tendency’; Sevmediğimiz kişi ve grupların iyi yanlarını görmezden gelmeye sevk eden ‘disliking tendency’; Görmezsek yoktur yanılgısına yönlendiren deve kuşu psikolojisi; Algıda seçicilik ve daha yüzlercesi…
Bunlar, beynimizin milyonlarca yıllık evrim sürecinde, doğada var olabilmek için geliştirdiği oto-refleksler aslında… Son yüzyılda dünya ve çevremizle ilgili bilgimiz arttı ancak çevremizle ilgili bilgimizin son derece kısıtlı olduğu on binlerce yıl boyunca bu yargı mekanizmalarımız, hızlı karar alabilmemize yardım etti. Bizim, gıdaya, sekse ve güvenli barınma yerlerine ulaşmamızı sağladı. Bir tehdit mi var? Bu tehdide karşı ne yapmalıyım? Kim dost kim düşman? Bulunduğum durumdan nasıl hızlıca çıkabilirim? Beynimizin bu kestirmelerle düşünmesi, bilgisayarların, akıllı telefonların yazdığımız sözcüğü otomatik tamamlama fonksiyonu gibi. Bu kestirmeler olmaksızın çok az şey yapabilirdik. Gündelik yaşamımızda verdiğimiz kararlarımızın, vardığımız yargılarımızın çok büyük çoğunluğu da işte bu otomatik yargı mekanizmaların ürünü... Fanatizm, neredeyse tamamı ile bu zihinsel otomatiğe dayalıdır. Açık fikirlilik, bu otomatiğin dışına çıkma girişimidir.
Kimliğimizin temeli olan ego, bir yönüyle de sahip olduğumuz en büyük bilişsel önyargıdır (bias). Bilincimizde, kendimizi evrenin merkezinde yer alan ve izole bir varlık gibi görme illüzyonu yaşatır. Bu kör cehaletle de olan biten her şeyi kendimizle veya kimlik grubumuzla ilgili zannederiz. Ve beynimizdeki diğer önyargı mekanizmaları gibi aşırı şekilde kullandığımızda bir kuyuya dönüşür.
Gezegen üzerinde milyarlarca sayıda olan ‘diğer insanlar’, zamansal olarak bir 'an’da ve mekânsal olarak bir zerrenin kabuğunda geçen ve adına yaşam dediğimiz bu akıl almaz süreçteki yol arkadaşlarımız. Kimse ‘kimliğinden’ dolayı aslında bize tehdit değil. Bunlar bizim kafamızdaki vehimlerdir. Gezegenimizin, hatta Güneş’imizin ve hatta galaksimizin evrenin merkezi olmadığının artık farkına vardığımız gibi, kimliğimizin ve egomuzun herkesinkinden özel ve merkezi olmadığı gerçeğinin de farkına varabilmeliyiz.
Hiç birimiz tam olarak olduğunu sandığımız kişi değiliz. Kafamızdaki ‘ben’ veya ‘biz’, çoğu zaman zihinsel bir avatardan fazlası değil. Türümüzün en büyük trajedisi bu…
Mental dünyamızda, farkında bile olmadığımız yığınla duygunun ve düşüncenin tuğlalarını oluşturduğu, Einstein’in deyişi ile bir hapishanedeyiz. Kendimizi, bundan kurtarmaya başladığımız zaman, tıpkı bir hapishaneden yeni salınmış biri gibi bir açıklığa ve özgürlüğe kavuşuruz. Bu da yaşamın, egomuzun ve kimliğimizin perdelediğinden çok daha fazlası olduğuna bir farkındalık yaratır. Vaktimiz çok az ve değerli. O yüzden de her zaman, her yerde, her aşamada kendimizi sorgulama cesaretini gösterip kendimize şu soruyu sormaktan çekinmemek lazım; Kim olduğunu sanıyorsun sen arkadaşım?