1 Şubat 1960, Pazartesi günü, Kuzey Karolayna’nın Greensboro şehrinde, o dönemin ‘’7 Eleven’’ı hüviyetinde olan ünlü kafe-market zinciri Woolworth şubesi, birazdan ‘güney’de birşeyleri kökten değiştirecek bir olayın tarihi anıtı olacağından habersiz, normal bir işgünü yoğunluğu içindeydi. North Carolina A&T Üniversitesi’nden 4 siyah öğrenci, mekana girdiler. Etraflarına biraz bakınan öğrenciler, bar şeklindeki tezgah bölümüne otururken, önce kafedeki diğer müşterilerin sonrasında ise tarihin dikkatini çekeceklerdi. Çünkü bu Woolworth, güneydeki birçok işletme gibi, ‘’sadece beyazlara’’ servis yapan bir café zinciriydi ve ilk defa dört siyah bu kuralı çiğniyordu.
Beyaz ve yaşlıca bir kadın olan garson hemen 4 gence yaklaştı. O dört öğrenciden Franklin McCain, yıllar sonra o anı şöyle anlatıyor; ‘’Benim arkama düşen taraftan bize doğru yaklaşırken, elinde dikiş iğnesi ya da makas gibi kesici alet olduğunu ve arkadan batıracağını düşündüm. Çünkü, deri rengimiz sebebiyle, oturmamamız gereken bir yerde oturuyorduk.’’
Siyahlara diş macunu veya ampul bile satmayan bu market-café zinciri, pizza mı servis ederdi? Garson kadın, McCain’e dikiş iğnesi batırmak yerine eliyle sıcak şekilde omuzuna dokundu ve ağzından, ‘’Çocuklar, sizinle gurur duyuyorum. Keşke 10 yıl önce yapsaydınız bunu’’ sözleri döküldü.
‘’Bu sözler hayatımın en ilham verici sözleriydi. Hiç beklemediğim bir anda hiç beklemediğim birinden geldi’’ diye anlatıyor McCain. Kadının bu sıcak yaklaşımına rağmen kafe zincirinin sıkı politikası gereği, Franklin McCain,Joseph McNeil, Ezell Blair ve David Richmond’a yani o 4 siyah gence, o gün kahve servisi yapılmadı. Ancak gençler, beyazlara ait o koltuklardan kalkmadılar. Kelimenin gerçek anlamıyla kalkmadılar. Haklıysanız, yakıp yıkmadan, kırıp dökmeden, şiddet yaratmadan sadece oturmanın bile bir özgürlük devrimi yaratabileceğini bir kez daha dünyaya gösterdiler.
O gün dükkan kapanana kadar orada sadece oturdular. Kendilerine servis yapılmadı ama oturdular. Dükkan kapanınca üniversite kampüsüne geri döndüler. Bu büyük bir kazanımdı. Kahve içmemenin pizza yememiş olmanın önemi yoktu. Beyazlara ait 4 koltuğa birgün boyunca oturabilmişlerdi ya... Siyah olmayan anlayamaz bu ayrıcalığı. Ertesi sabah kafe-bakkal açılırken kapıda 4 kız tam 25 öğrenciydiler. Yine oturdular. Üç gün sonra 4 Şubat günü kampüsün beyaz öğrencileriyle beraber tam 300 öğrenci Woolworth kafe-bakkalın kapısındaydı. Grup birkaç hafta boyunca hergün gelip oturdu. Kahve içemiyor birşey yiyemiyorlardı ama olsun... İncil de dahil kitaplardan yüksek sesle pasajlar okuyarak günü geçiriyorlardı.
Derken, bu masum eylem ırkçı ayrımcılığın bütün şiddetiyle egemen olduğu güney eyaletlerinin tamamına yayıldı. Önce Winston-Salem, Durham, Raleigh, ve Charlotte. Derken, Nashville, hatta Richmond, Virginia. Hatta, Kentucky Louisville... Nerede siyahların oturması yasak bir restoran ya da kafe sandalyesi varsa oturdular. Kırmadan, dökmeden, yakmadan, taş atmadan, molotof atmadan sadece oturdular.
New York Times gazetesi tarihinin en talihsiz başlıklarından birini 14 Şubat 1960 günü attı: ‘’Negro oturma eylemleri, Güney’de huzursuzluk ve korkuya sebep oluyor’’. Şüphesiz, ırkçı beyaz gruplar da boş durmadı. Karşı gösteriler yaparak, ‘’Güney’in huzur ve asayişini bozan bu negrolara karşı’’ durdular. Polis değişik şehirlerde kafelere girip oturan yüzlerce siyah ya da beyaz aktivisti tutukladı.
Güney eyaletlerinde üst düzey yöneticiler de dahil çok sayıda üst düzey isim, ‘’zencilerin durup dururken huzursuzluk çıkarmalarını’’ kınayan ortak bildiriler yayınladılar. Ancak dönemin ABD Başkanı Eisenhower, siyasi kariyerinin en onurlu çıkışlarından birini yaptı. 16 Mart 1960 günü, ‘’Doğrusu Anayasa’da teminat altına alınan eşitlik hakkı için mücadele eden herkese sempati duyarım’’ diyerek, ‘’Greensboro Dörtlüsü’’ diye anılan zenci gençlerin başlattığı mücadeleye en üst düzey desteği verdi.
Eşitlik eyleminin başladığı Woolworth Greensboro şubesi 6 ay sonra Temmuz 1960’ta ayrımcılık uygulamasını kaldırdı. Kafenin 4 siyah hizmetlisi, kafede yemek yiyip kahve içebilen ilk siyahlar oldular. Greensboro Dörtlüsünden Joseph McNeil, 1960 yılı Eylül ayında okula dönmek için şehre geri geldiğinde ilk işi eylemi başlattıkları kafeye giderek oturmak oldu. Artık siyahlara da servis yapılan kafede büyük bir heyecan ve keyifle pizza ve kahve ısmarladı. ‘’Bir daha da gitmedim’’ diyor; ‘’Pizzaları berbattı!’’.
Tam 50 yıl sonra 2010’un Şubat ayında McNeil’i iki yoldaşı ile beraber Greensboro Woolworth’ta yeniden oturuşunu seyretme ayrıcalığını yaşadım. 1968 senesinde Müslüman olarak adını Cibril Hazan yapan Ezell Blair, sonradan Amerikan ordusunda general olan Joseph McNeil, sonradan kimyager olan Franklin McCain yine beraberdiler. Dördüncü yoldaşları David Richmond 1990 senesinde 49 yaşında hayatını kaybetmişti.
1990, aynı zamanda ünlü kafe zinciri Woolworth’un da tarih olduğu seneydi. Peki 2010’da bir araya geldikleri mekan neydi? O meşhur Woolworth şubesi Sivil Haklar Müzesi olarak yeniden düzenlendi ve tam 50’nci yılında 1 Şubat 2010 günü yeniden açıldı. O dört gencin oturduğu tezgah-bar ve dört sandalyesi ise artık Washington DC’de ülkenin en prestijli müzesi olan Smithsonian Müzesinde bir özgürlük abidesi olarak sergileniyor.
ABD’de 1960’lı yıllara damga vuran sivil haklar hareketinde beni en büyüleyen yön, mücadelenin şiddete son derece mesafeli ‘sivil’ niteliği. Bu gençlerin ve daha nicesinin şiddete prim vermeyen mücadelelerinin en önemli ilham kaynağı kimdi? Bu sorunun yanıtı için, sizi o gençlerin o kafeye girdiği günden 5 yıl öncesine bir başka acılı güney şehrine davet ediyorum.
1 aralık 1955 Cuma günü, Alabama’nın Montgomery şehrinde, siyah terzi bir kadın, şehir fuarındaki işinden akşam 6’da çıktı. Çok yorgundu ve bir an önce evine ulaşmak istiyordu. Otobüsün ortasındaki ‘değişken’ statülü koltuklardan birine oturdu. Yasalara göre ilk 10 sıra beyazlarındı. Siyahlar ise en arka bölümde yolculuk etmek zorundaydılar. Ortadaki değişken statülü koltuklarsa beyazların sıraları doluncaya kadar siyahların da oturabilecekleri koltuklardı. Beyaz sıralar dolduğunda ya da şoför gerekli gördüğünde siyahlar bu koltukları boşaltmak zorundaydılar. Eğer arkada da yer yoksa otobüsten inmeleri gerekiyordu.
Birkaç durak sonra otobüsün beyazlara ayrılan kısmı dolup 4 beyaz yolcu ayakta kalınca şoför değişken koltuklarda oturan 4 siyah yolcudan yerlerini boşaltmalarını istedi. 3 erkek siyah yolcu itirazsız arka tarafa geçti. Ancak adı Rosa Parks olan kadın, artık iyice yorulmuş bir insana özgü kayıtsızlıkla hiç hesapsız hiç plansız o anda yerinden kalkmayı reddetti. Şoför otobüsü durdurdu ve polis çağırdı. O güne kadar tek bir anında bile politika düşünmemiş, evine birkaç kuruş götürmekten başka derdi olmayan emekçi Rosa Parks tutuklandı. Haber şehir sakinleri arasında hızla yayıldı. Siyahlar ve insan hakları savunucuları nasıl bir tavır alacaklarını tartıştılar. Pazar günü bir kilisede ortaya çıkan otobüs boykotu fikri benimsendi. Rosa Parks’ın tutukluluğunun üçüncü gününde insan hakları tarihine ‘Montgomery Otobüs Boykotu’’ adıyla geçen görkemli eylem başladı. Kırmak yoktu, dökmek yoktu, yakmak yoktu… Yeryüzünde vicdanı olan herkesin yüreğine dokunacak sessiz ve insani bir direniş başladı…
Siyahlar tam 382 gün boyunca otobüslere binmediler. İşlerine okullarına yürüdüler. Sıradan bir ev kadının anlık direncinin ilk kıvılcımını yaktığı bu etkileyici eylem, arkasındaki isimle beraber büyümeye başladı. Rosa Parks’ın tutuklandığının ertesi günü ne yapılabilir diye konuşmak için toplanan grupta bulunan Dexter sokağının küçük Baptist kilisesinin 26 yaşındaki genç vaizi Martin Luther King Jr, kısa sürede eylemin dinamosu oldu.
1956 yılının sonunda Yüksek Mahkeme’nin ırk ayrımcılığını yasaklamasıyla başarıya ulaşacak eylem süresince King, silahlı saldırıya uğradı. Evi bombalandı. Defalarca tutuklandı. Ancak, tek birinde bile öfkelenmedi, şiddeti meşru savunma olarak görmedi. Şiddeti savunan her siyahın karşısına en önce o dikildi. Eylemler kısa sürede güney eyaletlerini aşıp tüm ülkeye yayıldı. Bu eylemler sonucunda, 1964 yılında Sivil Haklar Yasası ve 1965 yılında siyahlara da oy hakkı veren yasa kabul edildi.
Bu yoğun dönemin toplumsal hafızada yer eden en önemli anıysa 28 Ağustos 1963 günü yaşandı. Kongre önünde yaklaşık yarım milyon kişinin toplandığı yürüyüş Amerikan tarihinin en büyük kitlesel gösterisi oldu. Marlon Brando’dan Charlton Heston’a, Joan Baez’den Bob Dylan’a kadar çok sayıda dev ismin de katıldığı gösteride King’in yaptığı “I Have a Dream(Bir rüyam var)” adlı konuşma, sadece Amerikan tarihinin değil, insanlık tarihinin en ünlü hitabelerinden biri oldu.
‘Bir rüyam var’ konuşması King’in şöhretini ülke dışına da taşıdı. 14 Ekim 1964’te daha 35 yaşındayken bugüne kadar ödüle layık görülen en genç insan olarak Nobel Barış Ödülü verildi.
Martin Luther King Jr’ın Amerikan medyasında en büyük eleştirilere maruz kalması ise, 4 Nisan 1967 yılında yaptığı konuşmada Vietnam Savaşı’nı eleştirmesiyle gerçekleşti. Başta Time dergisi ve Washington Post olmak üzere birçok medya organının çok sert eleştirilerine maruz kaldı. Washington Post, ‘’King, ülkesi, davası ve halkı için faydalı olma şansını azalttı’’ diye yazdı. Ülkeye ihanetle suçlandı. Aynı Post 4 yıl sonra kendisine sızdırılan Vietnam Papers adlı gizli belegeleri yayınlayacak ve savaşın sebep ve sonuçlarının yetkililerinin iddia ettiği gibi olmadığını ve Amerikan halkının çıkarlarına aykırı olduğunu yayınlayacaktı.
3 Nisan 1968 gecesi Memphis’te bir kilisede toplanan 2 bin kişiye, birgün sonra olacakları adeta sezmişçesine, tarihe ‘’Mountaintop Hitabeti’’ diye geçen hüzünlü bir veda konuşması yaptı;
“Bundan sonra bana ne olacağı önemli değil. Herkes gibi ben de uzun yaşamak isterim. Ancak artık bununla ilgilenmiyorum. Sadece Tanrı’nın iradesine teslim olmak istiyorum. Bu gece çok mutluyum ve hiçbir şeyden endişe etmiyorum. Hiçbir insandan korkmuyorum. Tanrı bana dağın zirvesine çıkma lütfunda bulundu. Oradan etrafa baktım. Ve ‘Vaadedilmiş Ülke’yi gördüm. Ben oraya sizinle ulaşamayabilirim. Ancak bu gece bilmenizi istiyorum ki biz halk olarak o vaadedilmiş ülkeye ulaşacağız”.
King, bu konuşmasından 10 saat sonra 4 Nisan sabahı, Memphis’te kaldığı ve bugün müzeye dönüştürülmüş Lorraine Motel’in balkonuna hava almak için çıktığı sırada dürbünlü bir tüfekle atılan tek kurşunla yere yığıldı. Yardımcısı rahip Jesse Jackson’ın dizlerinde 50 dakika sonra hayatını kaybetti. Martin Luther King’in ölümü ülke çapında büyük şiddet olaylarına yol açtı. 60 şehirde çıkan isyanlarda 46 kişi öldü.
Aynı akşam Indianapolis’te seçim kampanyası için bulunan başkan adayı Robert Kennedy, hemen şehrin siyahların yaşadığı gettosuna gitti.
“Size çok acı bir haberim var; Martin Luther King bu akşam öldürüldü. Eğer böyle bir insafsızlık karşısında içinizde doğan nefret ve kızgınlıkla bütün beyazları suçlamaya kalkışırsanız, hatırlayın ki ben de aynı tür duygularla doluyum. Benim de ağabeyim öldürüldü. Hem de bir beyaz tarafından."
Robert Kennedy de, bu teselli konuşmasından sadece 4 ay sonra, 5 Haziran 1968'de Los Angeles'ta öldürüldü.
King’in öldürülüşünden 40 yıl sonra ve ne tesadüf ‘’Bir Rüyam Var’’ konuşmasının tam 45’nci yıldönümü gününde 28 Ağustos 2008 günü Colorado eyaletinin Denver şehrinde, oğlunun gözleri dolu dolu, 3 ay sonra ABD’nin ilk siyah başkanı olacak Barack Obama’yı, Demokrat Partinin resmi başkan adayı olarak açıklayıp kürsüye davet edişine o gün stadyumda bulunan 80 bin kişi ile beraber bizzat şahit oldum.
Konuşmadan bir gün önce Demokrat Parti’nin kurultay merkezinde, Martin Luther’in kollarında öldüğü Jesse Jackson’la gerçekleştirdiğim röportajda, ‘gençlerin ne kadar büyük bir mesafe katedildiğinin tam farkında olmadığını’ söylemişti.
1901 yılında dönemin ABD Başkanı Theodor Roosevelt, Booker T. Washington adlı siyahi eğitimciyi Beyaz Saray’da yemeğe davet etti diye ABD karışmış, medya ve kamuoyu ayağa kalkmış, rejim krizi çıkmıştı. İlk kez bir siyah Beyaz Saray’ın kapısından misafir olarak girmişti. Irkçılar Beyaz Saray’ın ‘zenci kokusu’ ile kirlendiğini iddia ediyordu. Daha ‘makul’ senatör ve kongre üyeleri ise Roosevelt’i ‘’siyah bozgunculuğu cesaretlendirip azdırmakla’’ suçlamıştı.
Bütün dünyanın aksine Türkiye’de aydınlarımız Martin Luther King’e mesafeli durageldi. Doğrusu tam nedenini bilemiyorum. Şiddete karşı mesafeli tavrı, çoğu fraksiyonuyla uzun yıllar şiddeti mücadele aracı olarak yadsımayan sol geleneğimize ters geldi belki de… İslamcılarımız ise, belki bir Baptist vaiz olduğu belki de Malcolm X’i daha çok sevdikleri için Martin Luther King’e mesafeli oldular. Ölümünden önceki son 2 yılı hariç aşırı ırkçı bir reaksiyoner olan Malcolm X, Montgomery otobüs boykotu sırasında, Martin Luther King’i, ‘zencilere ihanetle’ suçlayacaktı. Çünkü King, beyazlara karşı ırkçı ve sert mücadeleyi değil beyazların da katılabildiği barışçıl mücadeleyi ve dahası beyazlarla ortak bir yaşamı savunuyordu. Ortak yaşam şansını yok edecek şiddete kesinlikle karşı çıkıyordu. Malcolm X, King’in Gandhi’den esinlendiği ‘şiddetsiz sivil itaatsizlik’ felsefesini ise, ‘’ezik, siz düşüncenizi değiştirene kadar beklerim sonra kendimi ifade ederim pasif direniş felsefesi’’ şeklinde nitelendirecekti. Cafelerde oturma eylemleri gerçekleştiren siyah gençlerle, medya önünde alay etmekten de çekinmiyordu: ‘’Herkes oturabilir. Yaşlı kadınlar bile oturabilir. Korkaklar da oturabilir. Ayağa kalkmak erkek adamın işidir’’
Malcolm X, 1960’ların başlarında yanıldığını farkedip değişmeye başlamıştı ancak kaderin acı bir ironisi olarak belki de, ‘erkek adam’ olarak nitelendirdiği siyah ırkçısı militanlar tarafından 21 Şubat 1965 günü Harlem’de katledildi. Malcolm X’ten 3 yıl sonra Martin Luther King de çöp toplama emekçilerinin eylemlerine destek vermek için gittiği Memphis’te bir beyaz ırkçısı tarafından öldürüldü. Bu iki destansı insanı öldürenlerin arkasında kim olduğu ise aydınlatılamadı.
Bugün 4 Nisan. Martin Luther’i katledilişinin 45’nci yılında bir kez daha anmayı bir görev biliyorum. Kendisini, 1963 yılında dünyayla paylaştığı rüyasıyla selamlıyorum:
Bir Hayalim Var!
Bir rüyam var! Gün gelecek, eski kölelerin evlatlarıyla eski köle sahiplerinin evlatları, Georgia'nın kızıl tepelerinde kardeşlik sofrasına birlikte oturacaklar. Bir rüyam var! Gün gelecek, Mississippi eyaleti bile, adaletsizliğin ve baskıların sıcağıyla bunalıp çölleşmiş olan o eyalet bile, bir özgürlük ve adalet vahasına dönüşecek. Bir rüyam var! Gün gelecek, dört küçük çocuğum, derilerinin rengine göre değil, karakterlerine göre nitelendirildikleri bir ülkede yaşayacaklar. Bugün bir rüyam var benim. Bir rüyam var! Gün gelecek, Alabama eyaleti, valisinin ağzından hep ‘müdahale’ ve ‘yasak’ sözleri dökülen o eyalet, küçük siyah oğlanlarla küçük siyah kızların, küçük beyaz oğlanlar ve küçük beyaz kızlarla el ele tutuşup kardeşçe birlikte yürüdüğü bir yere dönüşecek. Bugün bir rüyam var benim. Bizim umudumuzdur bu. Güneye dönüşümde içimde taşıyacağım inançtır. İşte bu inanç sayesinde umutsuzluk dağını yontup bir umut anıtı yaratacağız. Halkımızı saran ahenksiz bağırtıları, bu inanç sayesinde güzel bir kardeşlik senfonisine dönüştüreceğiz. Bu inanç sayesinde birgün özgür olacağımızı bilerek hep beraber çalışacak, hep beraber dua edecek, hep beraber mücadele edecek, hep beraber hapse düşecek, özgürlük için hep beraber ayağa kalkacağız.
Öyleyse New Hampshire'in dev tepelerinden yankılansın özgürlük. New York'un ulu dağlarından özgürlük yankılansın... Her bir dağın yamacından yankılansın özgürlük. Özgürlüğün yankılanmasını sağladığımızda, her kasabadan ve köyden, her eyaletten ve kentten özgürlüğün yankısını duyduğumuzda, o gün yakın demektir ve o gün tanrının bütün kulları, siyahlar ve beyazlar, Yahudiler, Hıristiyanlar, Müslümanlar, Budistler herkes el ele tutuşup eski bir zenci ilahîsini söyleyecekler: Sonunda özgürüz! Sonunda özgürüz! Şükürler olsun Tanrım! Sonunda hepimiz özgürüz!