D_Masthead_970x250
Kitap okurken altını çizdiğimiz satırların ortak özelliği, genel olarak, mevcut düşünce ve yargılarımızı ‘pekiştiren’ cümleler olmasıdır

Kitap okurken altını çizdiğimiz satırların ortak özelliği, genel olarak, mevcut düşünce ve yargılarımızı ‘pekiştiren’ cümleler olmasıdır. Bebeklik günlerimizde gelişmeye başlayan onaylanma ihtiyacı, yaşlandıkça yok olmaz. Ancak belli bir dozun üstünde olunca, buna bir ‘çocukluk hastalığı’ diyebiliriz. Toplum olarak çok olgun bir toplum olduğumuz söylenemez. Ve medyamız da çocukluk hastalığımızın en güzel aynası. ‘Gazetelerimizde’ haber okumuyoruz. Dahası bu kendi isteğimiz. Ne kadar haklı olduğumuzu vurgulayan propaganda bültenlerinin konforunun dışına çıkmamayı tercih ediyoruz. Gittikçe artan oranda olayların sadece kendimize bakan tarafından haber dinliyor, seyrediyor, okuyoruz. Bunun sonucunda da yaşamı Hollywood filmlerindeki gibi görüyoruz. Mutlak iyiler ve mutlak kötüler var. Bizden olanlar hep haklı, bizden olmayanlar hep haksız.  

‘Gazeteci’ nitelemesini yakıştırdığım kişilerden biri olan Mark Bowden, "ideolojik medya tetikçilik ile gerçek gazetecilik" arasındaki farka dikkat çektiği bir yazısında medyada oluşan bu yeni düzeni, "post- journalistic (gazetecilik-sonrası) düzen'' olarak tanımlıyor. 

Obama'nın 2009 yılında Sonia Sotomayor'u ilk Hispanik kadın yargıç olarak Amerikan Yüksek Mahkemesine ataması üzerine, Atlantic dergisinde, tutucu beyaz medyanın gösterdiği şiddetli tepkiyi analiz ettiği ‘Haberin arkasındaki haber’ başlıklı yazısında Bowden, medyanın ‘’post-journalism’ düzenini şu şekilde anlatıyor:

"Demokrasi, politik bir savaş gibi algılanır bu düzende. Tahrifat, hata, yanlış hüküm, içerik yoksunluğu çok önemli değil. Çünkü bunların çatışmanın iki tarafına da bakan yönü var. Kimse, ne kadar emin gözüküyor izlenimi verse de hiçbir şey hakkında tam haklı değil aslında. Herkesin peşinde olduğu tek şey var. Bu tek şey "gerçek" değil, "zafer". Çünkü bu dünyada kazanmak haklı olmaktan daha mühim. Bu tavır, bütün dünyada gazeteciliğin yerini alıyor ve bütün haberler birer propagandaya dönüşüyor."

"Bugünkü gazetecilik-ötesi medya düzeninde her ulusal tartışma çok geçmeden iki tarafın karşı karşıya geldiği bir mahkeme duruşmasına dönüşüyor. Mahkemede de, uzlaşma yoktur. Ya masumiyet ya da suç vardır. Oysa politika, farklı kesimlerin öncelikleri arasında denge bulma sanatıydı. Bir toplumda gerçek gazetecilik yoksa, herkes olayları sadece partizan gözlüklerle görür ve politika bir kan sporuna dönüşür. Televizyonlar bunu daha çok sever, çünkü dramatiktir.’’

 

İyi bir gazeteci tek başına bir hükümettir

 

Bu düzende belli bir çıkarı olmayan ses yok gibidir. Gazetecilik yapmak yerine, patronu veya muktedirler adına tetikçilik yapan gazetecinin, korkudan ve çıkardan azade şekilde "kendi adına konuşma gibi muhteşem bir zevkten" mahrum olduğuna dikkat çeken Bowden devam ediyor;

"Muhabire gerçek gazeteciye nereye giderse gitsin asıl bela yaratma gücü veren budur. Eskilerin dediği gibi konfora rahatsızlık, rahatsızlığa konfor getirebilirler. Çıkarsız, umarsız, dürüst bir gazeteci, hiçbir sağcı ya da solcunun sahip olamayacağı otoriteye sahip olur. Alexander Solzenitsin, 'Bir ülke için büyük yazara sahip olmak ikinci bir hükümete sahip olmak gibidir' diye yazarken buna dikkat çekiyor. Gazetecilik doğru yapılırsa muazzam bir güçtür. Ve bu muazzam güç tam olarak gerçek gazeteciliğin asla güç arayışında olmamasından kaynaklanır. Gerçek gazetecilik güç peşinde değil hakikatin peşindedir. Gazeteciliğin bu gücünü, bir aday, bir parti, bir ideoloji, bir çıkar için kullananlar kendi güçlerini eritir. Bunlar, gazetecilik mesleğinin en fazla zevk veren yönünden mahrum kalan talihsizlerdir."

Türkiye'de pek fazla tanınmasa da Amerikan kültüründe derin izler bırakmış olan H. L. Mencken, "gerçek bir gazetecilik" örneği olan Baltimore Sun gazetesindeki ilk muhabirlik yıllarını boşuna, "Krallarınki gibi bir hayat" diye anmıyor. Oysa ki hayatının en yoksul dönemiydi belki de...            

İşte Hasan Cemal ağabeyi bugünlerde ‘gerçek bir kral’ gibi görüyorum. Gazeteciliği gerçeği aramaktan çok, güçlü olmanın aracı olarak gören zihniyet tarafından gazetecilik ile cüzdan arasında tercih yapmaya zorlandığında seçimini tereddütsüz gazetecilikten yana yapması, medyamızın konforunu sarstı. Tahmin ediyorum, Hasan ağabey, hayatının gazetecilikten en keyif aldığı dönemlerinden birini yaşıyor. Bu kadar önemli bir ismin, çok büyük olanakları elinin tersiyle iterek ‘gazetecilik’te karar kılması, düzen bozucu bir harekettir.

Bu noktada, T24’ün bugünlerde sergilediği başarıyı, sadece ‘internetin – kağıda’ karşı başarısı olarak görmek, eksik bir bakış olur bence. T24, ‘Post-journalistic’ düzenden ciddi bir çıkış hamlesidir. Ve bunda başarılı olmasından kimse kaybetmez. Herkesin kazancı olur. 

İlgili İçerikler