Yeni Zelanda, üzerinden aylar geçse de hala 50 Müslüman’ın katledildiği cami katliamını konuşmaya devam ediyor. Ülke medyasında, hala mağdur öykülerine denk geliyorsunuz. Katledilenler, onlar için, bir rakam olmanın çok ötesinde. Kurbanların öyküleri, trajedinin büyüklüğünü daha anlaşılır kılıyor. Öykü, bir başkasına şiddeti engellemekte müthiş güçlü bir bariyerdir. Kimse, öyküsünü bildiğine yapılan bir kötülüğe duyarsız kalamaz. Pakistan’ın efsane hikayecilerinden İntizar Hüseyin, bir defasında, öykünün şiddeti engelleyen gücünü anlatırken, Şehrazat’ın 1001 gece masallarının, zalim bir tiranı insanlaştırmasına ve cinayet işlemekten alıkoymasına dikkat çekmişti. Yeni Zelanda, istinasız her insanın bir öyküsü olmasının önemini kavramış uygar bir toplum.
Uygar bir toplum olarak, kurbanların ve yakınlarının maddi manevi yaralarını sarmak için seferber olmuş durumdalar. İktidarı ve muhalefetiyle politikacılar da, bu trajediyi kendilerine sandıkta oy getirecek bir fırsat görme iğrençliğinden uzak kalarak, bireysel silahlanmayı zorlaştırmaktan, nefret ve şiddet eğilimine karşı sosyolojik, psikolojik, ekonomik önlemlere kadar geniş bir yelpazede makul tedbirleri tartışıyor. Başbakanından sokaktaki ilkokul öğrencilerine kadar bütün ülke ‘normal’i korumak için büyük ve içten bir çaba gösteriyor. Zira ne devlet sistemi, ne halk, ne de dünya böylesine bir anormali Yeni Zelanda’ya yakıştıramıyor.
Yeni Zelanda katliamından sadece 9 gün sonra, 24 Mart günü, Mali’de, bir Fulani köyüne gelen silahlı çeteler, 134 Müslüman köylüyü öldürdü. Aralarında hamile kadınlar ve çocuklar da vardı. Ölenlerin çoğu, evlerinin içinde yakılarak öldürülmüştü. Katillerin kimliği bugün bile net değil. Mali taşrasında IŞİD yanlısı ve El Kaide yanlısı selefi örgütler arasındaki dehşet verici güç mücadelesinin yanı sıra Müslüman kabileler arası etnik şiddet de çok yaygın. Nitekim, Mali hükümeti, katliamdan Yusuf Toloba liderliğindeki Dogon milislerini sorumlu tuttu.
Yeni Zelanda’da 50 Müslümanın öldürülmesi, duyan herkesin tüylerini diken diken etti. Katliam sadece dakikalar içinde küresel gündemin ilk sırasına yerleşmişti. Birkaç saat içinde dünyanın en ücra kentlerinin en ücra kahvehanelerinde bile herkesin konuştuğu konu olacaktı.
Mali’de 134 Müslümanın korkunç şekilde öldürülmesi, iki ay sonra bile bırakın dünyanın çok büyük kesimince duyulmayı, Mali halkının bile artık unuttuğu küçük bir haber olarak kaldı. Ölenlerin tek bir tanesinin bile ismini, öyküsünü öğrenemedik. Hükümetinden, köylüsüne herkes, ülkenin bu anormal halini sürdürme konusunda sessiz bir mutabakat içinde. Hem Mali devlet otoritesi, hem Mali toplumu, hem de dünya böylesine bir anormali yadırgamadıklarını gösterdiler.
Bu iki korkunç katliamın gördüğü farklı reaksiyonlar, maalesef ki, izole örnekler değil. Örneğin, Belçika’da bir bomba patlayıp 1 kişi yaralandığında, Irak, Pakistan, Yemen’dekiler de dahil bütün dünya haber kaynakları son dakika gelişmesi olarak canlı yayına geçiyor. Bağdat’ta, Karaçi’de, Sana’da, Mısır’da bir mabede bombalı intihar saldırısı yapılıp 80 kişi öldürüldüğünde, bir tapınak tarandığında, Bağdatlılar, Pakistanlılar, Mısırlılar ve Yemenliler bile bu korkunç manzarayı normal görüp, rutin haber muamelesi yapıyor.
Bu durum, bağnaz cehaletin kolayca iddia ettiği gibi küresel medyanın Müslüman - Hristiyan ayrımından da kaynaklanmıyor. Sri Lanka’da Paskalya bayramı sırasında Hristiyanlara yönelik gerçekleşen çok sayıda saldırıda Yeni Zelanda’da öldürülen Müslümanlardan çok daha fazla insan öldürülmesine rağmen dünya gündeminde Yeni Zelanda’daki trajedi kadar yer bulamadı. Yeni Zelanda katliamı gibi küresel bir şok yaratmadı. Tıpkı Ocak ayında bir başka İslamcı terörist örgütün Filipinler’de ayin sırasında bir kiliseye saldırarak onlarca masum insanı öldürmesinin dünyada pek fazla kişinin dikkatini çekmemesi ve kısa sürede unutulup gitmesi gibi…
Yani öyle görünüyor ki, bu tür şiddet ve anormallik, bazı coğrafyaların ‘normali’ olarak görülüyor. Sadece küresel medya tarafından değil, o ülkelerin toplumları ve dünyanın geri kalanı tarafından da…
Peki kitlesel, kabilesel, politik, dini şiddet neden dünyanın bir bölümünde bu kadar ‘normal’? Neden dinden vatana, ezandan bayrağa, namustan aşka kadar her şey sadece ‘uğrunda ölmek’ veya ‘uğrunda öldürmek’ üzerinden ölçülen bir bağlılığa konu oluyor?
Artık bıktırıcı hale gelmiş, ‘’dış güçler’’, ‘’emperyalizm’’, ‘’provokatörler’’ ve benzeri baştan savmacı açıklamalar bu sorunun köklerini anlamaya da bu sorunu çözmeye de yetmiyor. Bir ‘dış güç’ olarak, gidin, Avrupa’da istediğiniz tahriki, provokasyonu, yayını yapın, böylesi bir şiddet için kaç insan toplayabilirsiniz? Kaç Protestanı, barbar bir sürü gibi en yakın Katolik mahallesini yakmaya sürükleyebilirsiniz?
Birkaç yüzyıl önce başarabilirdiniz ama o ülkelerin bugün ulaştıkları toplumsal iklimde ve kurdukları politik hukuksal düzende başaramazsınız.
Çünkü, şiddet ve iç savaşlar, harici provokasyonla ortaya çıkarılan değil, inşa edilen durumlardır. Bir ülkede devlet otoritesi ve toplumun beraber inşa ettiği bir sürecin son halkalarıdır. Bu tabloların bütün sorumluluğunu, ‘dış mihraklar’, ‘provokatörler’ ve ‘emperyal güçler’e yıkmak, bir ortamı aylarca yıllarca benzinle gazla doldurduktan sonra kibrit çakanı sorumlu tutmak kadar abestir.
Öyleyse şiddeti, iç savaşları, politik, mezhep ve etnik çatışmaları engellemek için önce bunları normalleştiren politik ve sosyo – psikolojik iklimin esas nedenlerini konuşmak gerekiyor.
New Yorker dergisinden Maria Konnikova, dergide 2017 Ekim’inde yayınlanan yazısında, anormalin, normali her işgal girişiminde, en büyük işbirlikçinin, aslında ne kadar içimizde olduğuna işaret edecekti; Beynimiz. Yani önyargılarımız...
Asya ve Afrika, önyargı ve peşin hükümlerin adeta ‘vahşi batısı’na dönmüş durumda. Herkes her şey ve herkes hakkında peşin yargıya sahip olduğu bu coğrafyada, makuliyetin, bilimin, entelektüel aklın, akademik bilginin hiçbir saygınlığı yok. Politikacılardan bürokratlara ve yargıçlara, gazetecilerden akademisyenlere kadar herkes, ülkedeki her gelişmeye ve dünyaya, basitleştirici komplo teorileri gözlüğünden bakıyor. Bu akıl dışılığın doğal sonucu olarak da bütün bu coğrafyada, soğan fiyatından, futbol takımlarının maçlarına, kültürden politikaya kadar, komplolarla izah edilmeyen, açıklanmayan tek bir tartışma alanı yok.
Aslında önyargı mekanizması, psikolojimizin, doğadaki var olma mücadelesinde yüzbinlerce yıl içinde oluşturduğu bir savunma sistemi. Çünkü doğada hayatta kalabilmek için hızlı karar ve tedbir almak gerekliydi… Bu yüzden de hiçbirimiz önyargısız değiliz. Örneğin, bazı insanlara ‘hemen kanımızın kaynaması’, biz farkında olmasak da o insanların gerçek karakterinden çok, ırk, yaş, cinsiyet, engelli olma, kıyafeti ile temsil ettiği sosyal sınıf gibi görünen kimliklerinin üzerimizdeki bilinç-dışı etkisinden…
Türümüzün, kentlerde bir arada yaşamaya başlayıp uygarlığı oluşturmasından sonra fark yaratan şey ise, önyargılarımıza farkındalığımız ve bu farkındalığımızla önyargılarımızın davranışlarımızı etkilemesine ne düzeyde izin verdiğimiz oldu.
Uygarlığımızın oluşmasının üzerinden binlerce yıl geçtikten sonra kötü haber şu ki, nerdeyse hepimiz, bu izni, özellikle de anormal zamanlarda fazlasıyla vermeye, hala hazırız…
Yani, ‘varoluşsal tehdit altında olduğu’ veya ‘tarihi’ bir süreç yaşadığına inandırılmış bir toplum kolayca önyargıların etkisinde yönlendirilebilir. Asya ve Afrika toplumlarının ‘içinden geçtiği tarihi günler’ bu yüzden hiç bitmiyor. Mütemadiyen ‘tarihin kırılma anında’ yaşıyor hepsi. Bu da her türlü çalkantıyı, her türlü anormalliği, her türlü otoriterliği, her türlü hukuk dışılığı, ‘’bu tarihi var olma mücadelesinin’’ bir gereği gibi görünüp kabullenmeyi kolaylaştırıyor. Önyargılı olduğumuz kesimlere karşı her türlü şiddeti de meşrulaştırıyor. Asya steplerinden Afrika savanlarına kadar otoriter rejimlerin olağanüstü halinin hiç bitmemesi, normal zamanda yaşadığını düşündükleri anda insanların, komşularından nefret etmeyi bırakıp, maruz kaldıkları devlet sistemini ve politik liderleri sorgulamaya başlayacak olmasındandır.
Önyargı ile ilgili ikinci sorun ise önyargımızın özneleridir. Nitekim, Konnikova’nın dikkatimizi çektiği Massachusetts Üniversitesi psikoloğu Susan Fiske de, ‘önyargı’yı, ‘’kimleri insan gördüğümüzle ile ilgili bir problem’’olarak açıklıyor.
Örneğin, ‘insanlık alemi’, ‘yaratılmışı severiz yaratandan ötürü’, ‘Allah’ın kulları’, ‘aziz milletimiz’, ‘yüce ulusumuz’, ‘halkımız’, ‘hristiyan alemi’, ‘İsa’nın çocukları’, ‘müslüman kardeşlerimiz’, ‘ümmet’, ‘sol’, ‘devrimci’ ve benzeri konseptleri ‘olumlayıcı’ anlamda kullanırken, bazı ırkları, bazı toplulukları, bazı mezhepleri, sosyal grupları, partileri, etnik kimlikleri ve kişileri kastımıza dahil etmememiz... Ve bunu da hitap ettiğimiz kitlemizin bilmesi… Yani sevmediğimiz, muhalif gördüğümüz, düşman gördüğümüz insanlara her türlü caniliği, zalimliği yaparken aynı anda, ‘ ‘bütün vatanı, milleti, ezilenleri ve insanlığı kucaklayan’ biri pozunu verebilme rahatlığı… Edward Said’in ‘Doğu’nun mevcut algısının, nasıl ‘Batı’ zihninin ürettiği hayali bir algı olduğunu sorguladığı ‘Oryantalizm’i yayınladığı yıllarda başlayan Lübnan iç savaşında birbirini acımasızca öldüren Lübnanlı grupların birbiriyle ilgili algısı da bundan daha gerçeğe yakın değildi. Hepsi, diğeri hakkında, kendi kafasında ürettiği algıyı şüphe duymadan gerçek sanıyor ve bu ‘gerçeğe’ dayanarak, ötekine her türlü şiddeti, hukuksuzluğu vatani bir görev sayıyordu.
Önyargı etkili bir motivasyon ama kitleselleşmesi için de bir de uygun iklim gerek. Önyargılarımız, beslenme iklimini bulduğunda obezleştikçe obezleşir. Önyargı üzerine dünyadaki en önemli uzmanlardan biri olan Fiske, ‘’Bazı toplumsal iklimlerde, önyargılı olmaktan artık kendinizi alıkoyamazsınız’’ diyor.
Sosyal iklimin, davranışlarımız, düşüncelerimiz üzerimizdeki etkisi, sandığımızdan çok çok daha fazla. Örneğin terbiyeli insanlar bile, yerlere rastgele çöplerin atılmış olduğu bir şehirde kolayca çöplerini yere atmaya başlar. Ama adabı muaşeretten hiç nasiplenmemiş biri bile tertemiz bir şehirde çöpünü sokağa atamaz. Elinde dolaştırarak çöp kutusu arar. Herkesin kolayca trafik ihlali yapabildiği bir trafikte, kurallara en saygılı insanlar bile bir süre sonra trafik ihlali yapmaya başlar. Kahire’de ‘trafik canavarı’ olan bir Mısırlı, örneğin, Japonya’da, bir arka sokakta gecenin insan ve yaya geçmeyen bir yarısı, 3 metre ötedeki karşı kaldırıma geçmek için bile yayalara yeşil ışığın yanmasını beklemeye başlar. Yolsuzluk yapıp da kolayca zenginleşmiş veya statüye kavuşmuş insanların ayıplanmadıkları, adalete hesap vermedikleri, çaldıklarının yanlarına kar kaldığı bir sosyal düzende, en dürüst insanlar bile, bir süre sonra, yolsuzluk yapmadıkları için kendilerini enayi gibi hissetmeye başlar.
Yani, bir toplumda ‘normal’ keskin bir kırılmaya uğradığında, sadece aşırılar değil, en açık fikirli, en eğitimli, en dürüst insanlar bile topluma sinen iklimden etkilenerek son derece sorunlu ve aşırı tavırlara savrulabilir. Örneğin normalde kendisini ‘asla bir kimlik savaşına girmem’, ‘kan davası çok ilkel’ diye düşünecek bir çok insan, savaş bir kere başladıktan sonra kendisini ön saflarda çarpışırken bulabilir.
Önyargının bazı toplumlarda bu denli kitleselleşmesinde ve kimsenin kimseye güvenmemesi veya herkesin herkesten nefret etmesinin toplumsal normal haline dönüşmesinde, devletin rolü çok büyüktür. Hatta, geri kalmış ülkelerin çoğunda, bu anormal sosyo-psikolojik iklim, devletin bekası için gerekli görüldüğü için, devletin gayri resmi politikalarıyla özellikle beslenir. Çünkü, bir ‘toplumsal mutabakat’ ortamında söz konusu çarpık devlet düzenini sürdürmek olanaksızdır. Ancak, bir kesimi diğerine ölesiye düşman bir toplumsal yapıda böylesi bir devlet yapısı devam edebilir.
Yine, karşıtlara duyulacak nefretin, kendisine karşı duyulacak sevgiden daha fazla getirisi olduğunu gören çıkarcı bir politik, ideolojik veya dini liderin, devlet yetkilileri aracılığıyla, toplumun diğer kesimlerine karşı önyargı ve nefret söylemlerini sürekli dillendirmesi, toplumsal tabanda, bu düşünceleri savunmanın çıkarına olacağı duygusu uyandırır ve kolayca normalleşmesini sağlar.
Yine devlet otoriteleri, mafya gruplarına veya fanatik organizasyonlara alan açarak da anormalin kapısını açarlar. ‘Şiddet yaşanan ülkelerde devlet otoritesi’ konusunda uzman Rachel Kleinfeld’in 2018’de yayınlanan ‘Vahşi Düzen’ kitabında, demokratik ülkelerin şiddet iklimine sürüklenmesinde ilk ve en önemli aşamanın, güvenlik birimlerinin, yani asker, polis ve istihbaratın siyasallaştırılması ve bir partinin çıkarlarının koruyucusu haline getirilmesi olduğunu belirtir. Böylece, güvenlik birimlerinin yolsuz, hukuksuz ve zalimce faaliyetler yapmasına kapı aralanır. Ardından, politikacılar, kendi iktidarlarını güçlendirmek veya uzatmak için şiddete eğilimli gruplara ve mafyaya yol verir. Siyasallaştırılan yargı ile de hem hukukun dışına çıkan güvenlik güçlerine hem de bu yasa dışı gruplara dokunulmazlık sağlanır. Dokunulmaz suçluların sayısı arttıkça da şiddet ülkenin normali haline gelir.
Cin şişeden çıkar ve bir daha geri sokulamaz. Çünkü, normalleşmiş şiddeti yeniden anormal hale getirmek, şiddeti ilk başta normalleştirmekten kat be kat zor bir iştir.
Kleinfeld, ABD’de 19’ncu yüzyılda ‘vahşi batı’ ve ‘ırkçı güney’in gelişme seyirlerini karşılaştırırken de politikacıların rolüne dikkat çekiyor. İç Savaşın bitmesinden kısa süre sonra ‘vahşi batı’da tamamen hukuk ve sükunet egemen oldu. Güney eyaletleri ise sonraki yüzyıl boyunca toplu linçlerin, politik ve ırkçı şiddetin arenasına dönüştü. Çünkü Güneyli politikacılar, sandıkta güçlerini korumak ve muhaliflerini sindirmek için ırkçı klan çeteleri koruyup kollamaya, onlarla beraber çalışmaya başladı.
Venezuela’dan da bir örnek veriyor Kleinfeld. Venezuela’da uyuşturucu trafiğinin başındaki isimlerden biri de Adalet bakanı. Yani, uyuşturucu çetelerinin, normal halka karşı uygulayacağı şiddetin, her hangi bir savcı tarafından soruşturma konusu edilmesi imkansız. Yine, kendisine ‘collectivos’ diyen ama tamamen sokak çetelerinden oluşan para-militer gruplar da, muhalif gördükleri her kese, her işyerine, her gösteriye çoğu zaman silahlı şiddet uygulamakta ama bu hiçbir yetkisi olmayan kişilerin silahlı saldırılarının tek biri bile her hangi bir soruşturmaya konu olmamakta. Sonuçta günümüz Venezuela’sı, dünyada şiddetin en normal hale geldiği ülkelerden birine dönüşmüş durumda.
Princeton Üniversitesinden psikolog Betsy Levy Paluck, kendisini, aniden değişen sosyal normların davranışlarımızı nasıl etkilediğini araştırmaya adamış bir bilim insanı. Ruanda’da 1994 yılı Nisan ayında 1,5 milyon insanın öldürüldüğü soykırıma giden süreçte Hutu ve Tutsi kabilesinden insanlar arasındaki ilişkinin değişim süreci hakkındaki çalışmalarıyla da biliniyor. Konuştuğu katil Hutu’ların hep, soykırımdan kısa süre öncesine kadar bile Tutsi komşularıyla aralarının nasıl iyi olduğundan bahsettiğini aktarıyor. Ancak sadece haftalar süren çok kısa bir süre içinde, hiçbirinin düşünemeyeceği şey olacak ve aynı Hutular, Tutsi komşularını büyük bir soğukkanlılıkla satırlarla kesmeye başlayacaktılar.
Nasıl mümkün olabilmişti bu?
Paluck’un yanıtını aradığı soru, Hutular ile Tutsilerin birbirleri hakkında kadim zamanlardan beri besledikleri genel önyargılarla ilgili değildi. Anormal görülen şiddet ve vahşetin bu kadar kısa sürede nasıl normalleştiğini anlamaya çabalıyordu. İşte onun araştırmaları sonunda tespit edebildiği en önemli neden de, devlet otoritesinin etkisi olacaktı.
Hutu devlet otoritesine yakın sözcüler ve resmi medya, sürekli olarak Hutuları, ölüm timlerine katılmaya, yolları kapatan gruplar organize etmeye teşvik eden mesajları tekrar be tekrar yayınlamaya başlamış. ‘’Bu otoritenin sesiydi’’ diyor Paluck. Hutular, bir anda, şiddeti artık sadece mümkün değil normal de görmeye başladılar. Otoritenin, varoluşlarına tehdit gibi gösterdiği komşularına empatileri bir anda kayboldu. Onları insan değil de yaşam alanlarını işgal eden böcek sürüsü gibi görmeye başladıkları için acı çekmelerinden etkilenmeden her türlü acımasızlığı yapar hale geldiler.
Anormalin normalleşmesinde otoritenin etkisi en çok, demokrasi ve hukuk kültürü yerleşmemiş toplumlarda görülür. Adil ve bağımsız mahkemelerin en güçsüz veya sevilmeyen vatandaşta bile güvenlik ve koruma hissi yarattığı demokratik ve çoğulcu uygar bir toplumda, hiçbir otorite, toplumu bu şekilde bir anda anormal sularda yüzmeye sürükleyemez.
Asya ve Afrika’daki diktatörlüklerin ve otoriter rejimlerin ise, en güçlü zamanları da dahil, hemen her saniyelerinde bir kaosa ve iç savaşa sadece bir provokasyon uzakta olmaları da bundandır.
Çünkü bu tür ülkelerde, devlet, o ülkedeki herkesin devleti değildir. Bir zümrenin, bir etnik kökenin, bir kabilenin, bir sosyal sınıfın devletidir. Devletin ‘aziz vatandaşlarımız’ dediğinde kast ettiği, devlet muktedirleri ile, aynı sınıftan, aynı etnik kökenden, aynı inanç yorumundan, aynı ideolojik bakıştan oluşan makbul vatandaşlardır. Geri kalanların tamamı dış güçlerin piyonu hainlerdir. Başları ezilmesi, en azından sürekli, korkutulması, baskı ve kontrol altında tutulması gereken potansiyel bir beladır.
Bu tür az gelişmiş toplumlarda ‘kabilecilik (tribalism)’ kendini besleyen bir kısır döngü yaratır. İktidardakiler de dahil kimse ‘devlet’e güvenmediği için, herkes, sadece kendi mezhebinden, kendi dinsel kimliğinden, kendi etnik kökeninden, kendi deri renginden, kendi kabilesinden, kendi sosyal sınıfından, kendi ideolojisinden olanlara güvenir. Devlet gücü ‘bizimkiler’in elinde olursa güven ve huzur içinde olacağımyanılgısına kapılır. Tehdidin, devlet gücünün kimin elinde olduğundan değil, devlet gücünün bizatihi kendisinden kaynaklandığı farkındalığına henüz ulaşamamış ilkel bir sosyal aşamadır bu… Ve devletin, ‘bizimkilerin’ elinde kalabilmesi için de, gerekirse, insan yaşamı kolayca feda edilebilir. İkisi de Budist milliyetçisi çoğunluğun baskısı altındaki Hristiyanlar ile Müslümanlar arasında hiçbir sorun yokken, bir grup İslamcı intihar bombacısının eş zamanlı olarak çok sayıda kiliseye saldırısı, Sri Lanka’da, normalleşme yanlısı sivil unsurların sesini kısıp, güvenlikçi Budist milliyetçisi politikacıların elini güçlendirdi. Olağanüstü hal yasaları yeniden geri geldi. Bütün bunlar, Sri Lanka istihbarat ve güvenlik birimleri içinde bu saldırılardan önceden haberi olanların, saldırıları engellemek için hiçbir şey yapmadıkları şüphesinin gündeme gelmesine yol açtı.
Günümüzde uygarlığın, devlet gücünü kutsayan toplumlarda değil de, devlet gücünün istismara son derece açık potansiyel bir canavar olduğu gerçeğine uyanarak o gücü mümkün olduğunca denetim, şeffaflık ve fren altında tutan toplumlarda ilerlemesi tesadüf değil. Devlet gücünün istismarı, ‘bizimkiler’ aracılığıyla engellenemez. Sadece, bağımsız yargı, ifade özgürlüğü, bireysel hakları devlet gücüne karşı garanti altına alan anayasal düzen, güçler ayrılığı, denge-denetleme mekanizmaları, devleti eleştirme ve protesto özgürlüğü gibi bariyerler aracılığıyla engellenebilir.
Afrika ve Ortadoğu ülkelerindeki diktatörlükler, ülkenin ve toplumun refahı değil, muktedirin bekası ve ona sadakat en önemli amaç olduğu için, devlet gücü, tek bir kimliğe, kabileye, sosyal sınıfa veya dinsel / ideolojik gruba dayanmaya çalışır. Devletteki bu sözde uyum istikrar getirmek bir yana istikrarsızlığın temel kaynağıdır.
İstisnasız her otoriter rejim, her zaman, sadece ‘bazılarının’ devletidir. Ve bu bazıları, vatanın en temiz, en hayırlı, en samimi evlatları olduklarına yürekten inandıkları için, muhalif gördükleri insanlara her kötülüğü yapmayı meşru görürler. Yazar James Baldwin, ‘’Bu dünyada, tertemiz olduğunu düşünen insan kadar tehlikelisi yoktur’’ diye yazarken bu tehlikeye dikkat çekiyor; ‘’Çünkü, kendisi herkesten temiz olduğu için, kendisini asla sorgulamaz ve sorgulanamaz görür’’. Tıpkı IŞİD militanları gibi… Kafa keserken bile insanlığın hayrı için, yeryüzüne adaleti getirmek için kestiklerine inanırlar.
Ülkede egemen popüler kültür de, anormalin normalin yerine geçmesinde ve şiddetin kitlelere benimsetilmesinde, hatta tarihi veya mukaddes bir davanın kaçınılmaz gereği gibigörülmesinde oldukça kritik rol oynar.
Çünkü, eğitim düzeyi düşük toplumlarda, şarkıların, filmlerin, televizyon dizilerinin, toplumsal iklimin şekillenmesinde etkisi, kısa vadede, okulların, üniversitelerin, entelektüellerin etkisinden kat be kat fazladır. Ekranları, her muhalif düşüncenin vatana ihanet olarak gösterildiği, ‘yanlış erkeği’ seven kadınların ihanetini(!) anlatan, her bireysel uzlaşmazlığın silahla çözüldüğü hamaset ve mafya dizilerinden ibaret bir toplum ile, insanların sorunlarını uygarca tartıştığı, uzlaşmazlıklarını konuşarak veya hukuk mücadelesi ile çözdükleri, farklı görüşlerde olmanın, bir kadın tarafından reddedilmenin doğal olduğunun sergilendiği öykülere sahip dizileri de seyreden bir toplumun sosyal iklimleri farklı şekillenecektir.
Şiddet araçlarına ulaşım kolaylığı da şiddetin kitleselleşmesinde önemli rol oynar. Bireysel silahlanma kolaylığı ile devlet yetkisindeki silahların partiler üstü sivil denetimden yoksunluğu istisnasız her ülke için felaketin başlangıcıdır. Bireysel silahlanmanın son derece kolay olduğu ABD’de her 10 günden 9’unda rastgele kitlesel silahlı saldırı gerçekleşiyor. Yine ülkede her 100 bin kişiden 6’sı silahla öldürülüyor. 2016’da ABD’de silahla kasten öldürülen insan sayısı yaklaşık 18 bin. Silah edinmenin oldukça zor olduğu 125 milyon nüfuslu Japonya’da aynı yıl bu sayı 200’ün altında. Çehov’un ünlü silah kuralının hatırlattığı gibi; Politik alanda, dizilerde, mabetlerde herkes belinde silah taşımaya başlamışsa, son perde de bu silahlar mutlaka patlar. Şeytanlar, o silahları mutlaka doldurur.
Önyargı, art niyetli otorite ve medya etkisi dışında, bunaltıcı, kısıtlayıcı, yaratıcılıktan ve eğlenceden yoksun bir sosyal yaşam da, anormalin normalin yerini almasını kolaylaştıran etkilerden biridir.
2000’lerde görev yaptığı Bağdat’tan dönmüş bir Amerikalı askerin, ‘Irak’tayken onu en çok neyin korkuttuğu’ sorusuna yanıtı beklemediğim bilgelikte olmuştu; ‘’Sokaktaki sıradan insanın, yaşadıklarını normal görmesinden, hatta heyecan ve keyif verici bulmasından…’’.
Şiddet ve kendini onun içinde kaybetmek, belli iklimlerde, belli toplumsal psikolojilerde, sandığımız gibi, ‘dehşet verici’ değil aksine sosyal yaşama heyecan katıcı çekici bir şey.
Can sıkıntısı, sandığımızdan çok daha yıkıcıdır. Michael Howard, ‘kalıcı barış’ fikrinin Aydınlanma döneminde ilk kez nasıl oluştuğunu anlattığı, ‘’Barışın İcadı (The Invention of Peace)’’ adlı kitabında, belli toplumsal iklimlerde, ‘can sıkıntısı’nın ister istemez, bir kesimi özellikle de enerjik ve genç bir kesimi, derinden bir tatminsizlik içinde bırakacağına dikkat çeker;
‘’Militan milliyetçi hareketler veya komplocu radikal hareketler, can sıkıntısından kaçış için mükemmel bir sığınak oluşturur. Bu ikisi birleştiğinde ise çekimlerine direnmek nerdeyse mümkün olmaz’’.
Ekonomik ve sosyal imkansızlıkların yanı sıra herkesin herkesi gözetleyip dedikodusunu yaptığı katı sosyal taassup nedeniyle toplumun tepeden tırnağa bir can sıkıntısına dönüştüğü bir iklimde iç savaş, önce çekici bir olasılığa, ardından ise kolayca gerçeğe dönüşebilir. Bu toplumun yararsız bir yaşam süren, bir sosyal statüye ve şana aç lümpen gençliği için iç savaş, kaçınılması gereken korkutucu bir olasılık değil, ‘olsa da şunlara hadlerini bildirsek, kahraman olsak’ hevesiyle bir beklentiye dönüşür.
Buradaki can sıkıntısı, durakta otobüs beklerken, uzun bir toplantıda ve sıkıcı bir konuşma dinlerken yaşadığımız can sıkıntısı değil. Değersiz, yararsız boş bir yaşam sürmekten mütevellit varoluşsal bir can sıkıntısı... Keşfedecek, öğrenecek, üretecek, gidip görülecek hiç bir şeyi olmamak....
Belgeselci Aaron Ohlmann ve psikolog Adam Kaplan’ın 2016 Kasım ayında, Irak’ta 10 yıldan fazla süredir devam eden savaş şartları nedeniyle evsiz kalmış insanlara ilişkin belgesellerinde onlara rehberlik yapan son derece neşeli Iraklı ayrıca dikkatimi çekmişti. Adam Kaplan, otelden çatışma bölgelerine doğru yola çıkmadan önce tahammül düzeyini arttırmak için iki tane sakinleştirici hap yutar. Kendisinin kısa süre dayanamayacağı bir kaotik iklimde insanların 10 yılı aşkın süredir nasıl yaşayabildiklerini düşünerek... Bir kontrol noktasında, ‘geç’ izni için bekledikleri saatlerde Iraklı neşeli şoför Maaz Muhammed onlara telefonundan geçmiş ‘maceralarının’ kayıtlarını keyifle izletir. Ölü insanların önünde, patlatılmış arabaların önünde çekilmiş selfilerdir çoğu. Bir selfie videoda, güneş gözlüğünü hafifçe indirerek gülümserken arkasında büyük bir patlama yaşanıyor. Bir başkasında etrafında bir sürü silahlı insan varken, muz soymakla meşgulken görünüyor. Bir patlamada yarısı yıkılmış bir marketi gösteriyor. Kılpayı kurtulunca çekmiş. ‘İçerdeki herkes yaralandı veya öldü’ bilgisini gülerek paylaşıyor.
Gazeteci ve psikiyatristin, onun, bu dehşet verici şeyleri bu kadar keyifle anlatmasına şaşkınlığını görünce ise şu cümleler dökülür ağzından:
‘’Çatışmalar çok keyifli. Buralarda yapabileceğimiz pek bir şey yok. Bizim eğlencemiz de bu.’’
Şu cümleler ise Mısır kökenli bir Amerikalıdan:
"Şiddet ve o şiddetin içinde kaybolmak çekici bir şey. Orta Doğu’da yaşamaya başladıktan sonra bunu daha iyi anladım. Mısır’daki akrabalarım örneğin, İslamistlerden ölesiye nefret ederler. Kapalı kapılar ardında kendilerinden seküler diye bahsederler. Buna rağmen onlarda bile kan dökülmesine ve şiddet dolu kaotik bir iklime bir iştah var. Mısır tarihinin en kanlı bazı kitlesel katliamlarını bunun için coşkuyla destekleyebildiler. Tahminimce, şiddet, değişim ve belirsizliklerle dolu bir iklimde, kendilerini canlı hissetmelerine yardım ediyor’’.
Rachel Kleinfeld ise, 80’li ve 90’lı yıllarda dünyada şiddetin en normal olduğu ülkelerden biriyken, günümüzde görece güvenli bir ülkeye dönüş yoluna girmiş Kolombiya’nın öyküsüne dikkatimizi çekiyor. Uyuşturucu kartellerinin şiddet arenasına dönüştürdüğü Kolombiya’da milyonlarca Kolombiyalı sokaklara dökülerek insan haklarını herkes için garanti altına alan, hukuk denetimini herkes için bağlayıcı hale getiren güçlü bir Anayasa, bu anayasayı koruyacak güçlü bir Anayasa Mahkemesi ve politikayı parti liderlerinin tahakkümünden kurtaracak yasal düzenlemeler talep etti ve elde etti. Bir kaç yılda meyvesi alınmaya başladı. 2002’de devlet başkanlığını bağımsız aday Alvaro Uribe kazandı. Ve ‘olağanüstü hal’den nemalanmadığı için de hızla ülkeyi normalleştirecek adımlar attı. Ancak daha da büyük değişim, kokain kartelleri ile özdeşleşen Medellin kentinde yaşandı. Uribe’den bir kaç ay sonra orada da yine bağımsız bir aday seçimi kazandı ve ilk hedef olarak şehirdeki hayatı normalleştirmeye girişti. Kentin yoksul varoşları ile elit semtlerini birbirine bağlayan herkesin eşit yararlanabildiği toplu taşım sistemi kuruldu. Ve kentin her yerinde konserler, eğlenceler, spor faaliyetleri organize edildi. Halk mimarinin ve sanatın güzellikleriyle tanıştırıldı. Bir süre sonra bambaşka bir kent iklimi, bambaşka bir Medellin oluştu.
Ve yine, dünyanın ve toplumun hızlı değişimini anlamlandıramamak, bu hızlı değişim karşısında edilgen kalıp derin bir acziyet yaşamak da anormali, kitleler için çekici hale getiren bir başka neden olabilir. Sosyal düzenlerine bilinçaltlarında besledikleri nefret, ‘yıkılsın da nasıl yıkılırsa yıkılsın’ noktasına kolayca taşır yığınları.
Arka fonunda, Hitler’in henüz muktedir olmadığı ama iktidara yürüdüğü Weimar Cumhuriyetini betimlemesiyle 20’nci yüzyılın en önemli romanlarından biri kabul edilen Alfred Döblin’in 1929 tarihli “Berlin Alexanderplatz” romanı, Almanya’yı toplumsal, politik, ekonomik çöküşe götüren sürecin sırlarının, aslında 1930’lardaki Nazi militanlarında değil, 1920’li yıllarda sokağın günlük yaşamında saklı olduğuna dikkatimizi çeker. Polisin ve yargının bir kesimin taşeronu haline geldiği, mafyanın aleni şekilde kamuoyuna ahkam kestiği bir ortam vardır. Cinayet yaygın ve sıradan bir habere dönüşür.
Bir yandan da müthiş bir değişim ve yenilik yaşanmaktadır. Işıl ışıl vitrinleriyle yeni dükkanlar, alışveriş çılgınlığı, dolup taşan restoranlar, yeni teknolojiler… Çoğu insanın ulaşabileceğinden veya sindirebileceğinden hızlı bir değişim. Romanın kahramanı Franz Biberkopf’un beyninde yoğun bir varoluşsal huzursuzluğa (unbehagen) neden olur bu. Angela Merkel’in de, geçtiğimiz aylarda ırkçı AfD partisinin yükselişinde ‘unbehagen’in rolüne vurgu yapması dikkat çekiciydi. Romanın kahramanı Biberkopf ilkel içgüdüleri ile saygın bir insan kalma arasında iç çatışma yaşamaya başlar. Kent yaşamının serbestiyeti hem çekici hem de ürkütücü gelir. Şehvetli nefsiyle, muhafazakar sakınma telkini arasında sıkıştıkça sıkışır. Günümüzde ABD’nin en muhafazakar ve milliyetçi kesimlerinin, sefahatin, etik düşmanlığının, yalancılığın, çürümüşlüğün, müsrif yaşamın, lüks düşkünlüğünün vücut bulmuş hali bir şarlatana, Freudian analizlere konu olacak ölçüde derin bağlılık duymasındaki çelişki gibi…
Weimar toplumunun psikolojisi, ‘acaba ne olur’ merakıyla elektrikli tele dokunma arzusudur. Bir ‘lider’e muhtaç olsunlar veya sürekli muhtaç kalsınlar diye çocuklaştırılan, propaganda medyası aracılığıyla zekası iyice güdükleştirilen, olgunlaşmasına izin verilmeyen her toplum, eninde sonunda ya ‘acaba ne olur’ merakıyla ya da ‘en fazla ne olabilir ki’ cahil cüretiyle anormalin kilitli olduğu pandoranın kutusunu açar. Bir kez açıldı mı içindeki her kötülüğü ortalığa salmadan kapatılamayan kutuyu…
Yeni Zelanda için ‘normal yaşam’, en değerli toplumsal ve politik durum. Politikanın temel amacı da normali korumak ve normal içinde gelişmeyi sağlamak. Maliler, Iraklılar, Sri lankalılar, Filipinliler içinse hem ‘normal yaşam’, hem de, ‘başkalarının canları’, ‘başkalarının hukuku’, vatanın, devletin, kabilenin, partinin, dini kimliğin kutsal çıkarı veya zaferi için kolayca feda edilebilecekleri birer teferruat. Bugünün konusu değiller. Hele de içinden geçtikleri bu tarihi varolma veya yok olma sürecinde…
Normalin kaybını, anormalin hiç bir kazancının telafi edemeyeceğini öğrenmedikleri sürece bitmeyecek bir zifiri karanlığa gömülmüşler. Sadece dünyanın onları görmesine engel olmakla kalmayan, kendilerinin de kendilerini görmesine engel zifiri bir karanlığa…