‘Birgün yaşamınız bir film şeridi gibi gözlerinizin önünden geçecek’ der belli yaşa gelen büyüklerimiz ve öğütlerini eklerler: İzlemeye değer bir film olduğundan emin olun. Önceki gün 70 yaşında kanserden kaybettiğimiz ve ismi adeta sinemayla özdeşleşen efsane film eleştirmeni Roger Ebert’in o film şeridinde ne izlediğini çok ama çok merak ediyorum.
Ebert adı ve sinema nerdeyse özdeşleşmişti. Ona en çok kızanlar, bazı filmlerle ilgili yaklaşımını beğenmeyenler, tarzı uyuşmayanlar bile dikkatle takip eder ve Ebert’in bir film hakkında ne anlatacağını merakla beklerdi. Onun sözleri filmlerin izlenme oranlarını etkilerdi. Örneğin, ‘Yurttaş Kane’ filminin sinema tarihinin en iyi filmi kabul edilegelmesinde, bu filmi hayatında izlediği en iyi film olarak tekrar tekrar belirten Ebert’in etkisi yadsınamaz. “Büyük film, seyircide her izleyişinde ilk defa seyrediyormuş duygusu uyandıran filmdir” derdi.
Son döneminde, Hollywood’u belgesellere yeteri önem vermemek ve 3D filmlerle dijitalize olmakla eleştiriyordu ama konuşmasını, yeme, içmesini engelleyen kanser hastalığına rağmen sinema tutkusu capcanlı şekilde devam ediyordu. Hastalığının ortaya çıkardığı engelleri aşmasına yardım eden, Twitter gibi, Facebook gibi sosyal medyayı ve interneti etkin kullanıyordu: “Dijital devrim sayesinde sesimi duyurabiliyorum. İllaki bağırmam gerekmiyor”
Twit’leri New York Times’ın yorumuyla, ‘bazen makineli tüfek hızına erişirdi’. Sürekli Twitter bağımlılığını bırakacağını açıklardı ama iradesine hakim olamamaktan yakınırdı: “Benim iradeli olmakla problemim şu ki, ikinci kadehi içebileceğime ikna olmama kadar sürmesi. Geçenlerde, M. F. K. Fisher’in The Art of Eating kitabında şunu okudum: ‘Tek martini doğru bir içecek. İki martini çok fazladır. Üçüncü martiniyi içerseniz asla yeterli gelmez’. İnsanın bazı konularda kendine artık yapmayacağım diye söz vermesiyle ilgili problem şu ki ilkini yaptığınızda hala ayıksınız, ikincisinde içkili oluyorsunuz ve devam ediyor.” Twitter’dan hiç kopamadı. Twitlerinin durduğu tek zaman dilimi sinemada film izlediği zamanlardı.
Tam 46 yıldır Chicago Sun Times gazetesinde film kritikleri yazan ve bu gazetedeki her yazısı Amerika çapında 200’den fazla gazetede yeniden yayınlanan Ebert, hastalığına rağmen sadece son bir yılda 306 film yorumu yazacak kadar üretken bir isimdi. 1975 yılında Pulitzer ödülünü kazanan ilk film eleştirmeni oldu. 2005 yılında ise Hollywood’un ünlü kaldırımında adına yıldız konan ilk film eleştirmeni oldu.
1975 – 1998 yılları arasında devam eden popüler televizyon şovlarında, bütün Amerika, ekürisi Gene Siskel ile televizyonda birbirlerinin seçtiği filmlerle ilgili iğnemelerini izlemek için ekrana kilitlenirdi her hafta. Sinema eleştirmenliği ile özdeşleşen ‘two thumbs up’ bu progamının Amerikan popüler kültürüne armağanıdır. Birçok film için afiişlerinde kullanacağı en gurur verici eleştiri cümlesi, “Two Thumbs Up! — Siskel and Ebert.” şeklindeydi.
Hayatının büyük bölümü film izlemekle geçen bir adamın aşkı bilmemesi imkansızdı. Çok iyi biliyordu. “Yeterince uzun yaşadım. Bir şey biliyorsam genç adam, bir kızı ilk defa öpmenin tek yolu, hızlı olmaya niyetiniz varmış gibi istekli görünüp ama aynı zamanda, ona, ‘So anyway...’ deme ve size adınızı hatırlamaya çalışıyormuş gibi bakma fırsatı verecek kadar da ağırdan almanız” diyecek kadar detaylara hakimdi. Hayatının aşkıyla çok genç tanıştı. Ancak bir tanıştı pir tanıştı. 17 Temmuz 2012’de gazetesindeki blogunda, 21 yıllık siyahi eşi Chaz Hammel-Smith hakkında şunu yazacaktı: ‘’Ufkumu doldurdu. Hayatımın en büyük gerçeği kendisidir. Aşkımın sahibidir. Beni, kıyısına vardığım yaşamı yalnız başına geçirme uçurumunun kenarından alıp kurtardı.”
“Yeterince uzun tek bir iyi film yoktur. Yeterince kısa tek bir kötü film…” diyen Ebert sevdiği filmleri büyük coşkuyla anlatırdı:
E.T (Extra-Terrestrial): “Bu film, tıpkı The Wizard of Oz (Oz Büyücüsü) gibi, beraber büyüyeceğiniz, beraber ihtiyarlayacağınız ve hiçbir zaman sizi bırakmayacak bir film.”
Star Wars: “Nadir de olsa bazı filmlerde ruhumun bedenimden ayrılması hali yaşarım. Yani, hayal dünyam o anda sinemada olduğumu unutuyor ve perde yansıyan dünyada yaşamaya başlıyor. Filmdeki olayları gerçekmiş gibi bir parçası olarak yaşamaya başlıyorum”
Sevmediği, beğenmediği filmler hakkında ise çok acımasız olabiliyordu. Lafını sakınmazdı ve zeki, yaratıcı iğneleme ve metaforlarla eleştiri bombardımanına tutardı:
Armageddon: “Sinemaya giriş fiyatı ne kadar pahalı olursa olsun, yarıda çıkmanın değeceği bir film”
Brown Bunny: “Ben elbette bir gün zayıflayıp aşırı kilolarımdan kurtulabilirim ama Vincent Gallo sonsuza kadar Brown Bunny filminin yönetmeni olarak kalacak”
Battlefield Earth: “Bu film, çok uzun zamandır banyo yapmamış birinin otobüste yanınıza oturması ve onunla yolculuk yapmak zorunda kalmanız gibi. Sadece kötü bir film değil, rahatsızlık vermeye çalışan düşmanca bir tavır içinde”
North: “Bu filmden nefret ettim. Nefret ettim, nefret ettim. Seyirciyi aşağılayan, bomboş, aptalca ama pişmiş kelle gibi sırıtan her sahnesinden nefret ettim. Bu filmden keyif alabilecekler olacağını düşünen zihinden nefret ettim.”
Mad Dog Time: “Zamanda işgal ettiği süre boyunca ilerlemediğini gördüğüm ilk film. Mad Dog Times izlemek, bir otobüs hattı olup olmadığını bilmediğiniz bir şehirde yol kenarında otobüs beklemeye benziyor.”
I Am Curious (Yellow): “Ucundan kıyısından bile erotik değil. Hatta anti-erotik bir film. Bu iki saatlik film, bütün erotik düşüncelerinizi haftalarca sizden uzaklaştırabilir. Filmi izlemeyi düşünüyorsanız, filmden önce evinize bir ikiz yatak alın”
“Empatinin uygarlığın en nitelikli özü olduğuna inanıyorum” diyen Ebert, hangi görüş ve amaç uğruna olursa olsun toplumsal kutuplaşmaların kaynağı olan fanatik yaklaşıma mesafeliydi: ‘’Nezaket benim politik düşüncemin esasını oluşturur. İnanıyorum ki eğer birilerini ve kendimizi biraz daha mutlu edecek birşey yapıyorsak, bu hayatta yapabileceğimiz en iyi şey budur. Başkalarını mutsuz kılmak suçtur. Kendimizi mutsuzlaştırmak bütün suçların başladığı yerdir. Sorunumuz, sağlık durumumuz ve koşullarımız ne olursa olsun, dünyanın neşesine katkıda bulunmalıyız, öfkesine değil. En azından çabamız bu yönde olmalı. Ben bunun önceden beri farkında değildim ancak farkedip öğrenecek kadar uzun yaşadığıma çok mutluyum’’ (15 Eylül 2011 Salon röportajı)
Aynı zamanda evrensel haklara saygısı üst düzeydeydi. Çok tartışılan gay evliliği ile ilgili şöyle konuşacaktı:
“Gay çiftlerin çoğunun da eşleriyle kurdukları, bana içerik ve müessese olarak diğer çiftlerin kurduklarından ama az ama çok pek farklı değil. Yavaş da olsa ataerkil ya da anaerkil gelenekleri aşan bir toplumun insan-erkil bir topluma ulaşması için yan bir yol açtılar. Onların da sivil birlikteliğe katılması gerektiğini düşünmek öyle çok çetrefilli bir mesele değil”
Değişim karşıtlığını şu şekilde eleştirecekti:
“Bu gezegende bir kez bulunacağız. Ve kendimizi süregelenle sınırlamak insan zekasına karşı bir suçtur”
Peki ölümden korkuyor muydu?
‘’Ölümün bana gelmekte olduğunu biliyorum ve ondan korkmuyorum. Çünkü ölümden sonra korkulacak birşey olmadığını biliyorum. Sadece olabildiğince acısız olmasını umuyorum. Doğmadan önce doğum hakkında eksiksiz bir huzur içindeydim, ölmeden önce ölüm hakkında da aynı hali yaşıyorum’’ (Salon röportajı)
2 Nisan 2013 günü okurlarına kanserinin yeniden nüksetmesi nedeniyle yazı sayısını azaltacağını haber verdiği son yazısının son cümlesi şu şekildeydi:
‘’Dugularımı yansıttığım bu tefekkür gününde, tekrar hepinize bu harika yolculukta benimle olduğunuz için teşekkür ediyorum. Filmlerde görüşmek üzere’’
Yılda 500 film izlediğini ve bunların yarısı hakkında kritik yazdığını belirten Ebert’e bir defasında cennette sürekli hangi filmin gösterimde olduğu sorulmuştu da tereddütsüz yanıtlamıştı:
‘’Citizen Kane’’
İyi seyirler...