Henry Kissinger, Kopenhag’daki akşam yemeğinde masada hemen sağımda oturuyordu. Şanslıydım. Zira işiten tek kulağı sol olduğu için, yemek boyunca sadece benimle konuşmak zorunda kaldı 91 yaşındaki Kissinger. Yıl 2014, Mayıs sonu. Bilderberg 2014’ün “Ortadoğu’da sınırlar değişecek mi?” başlıklı ikinci panelinin konuşmacılarından biriydim (meraklılar için şimdiden belirteyim, 'değişmeyecek' görüşünü savunmuştum. Değişmedi). Bilderberg 2014’e damgasını vuran Kırım’ın Rusya tarafından ilhakı idi. İki ay önce, Mart’ta Putin, zor kullanarak Kırım’ı Ukrayna’dan kopartmış, el koymuştu. Konferansın ilk paneli de bu konuya ayrılmıştı.
Kırım panelinin moderatörü olarak İsveç Dışişleri Bakanı Carl Bildt’i hatırlıyorum. Panelistler arasında dönemin NATO Genel Sekreteri, Avrupa’daki Müttefik Kuvvetler Komutanı (SACEUR) gibi “ağır toplar” vardı ve her biri Kırım’ın ilhakının kabul edilemeyeceğinden, söz konusu gelişmenin Rusya’nın yanına bırakılamayacağından dem vuruyorlardı.
Tartışma bölümünde elini kaldırıp söz alanlardan biri konferansın en ağır topu sayılan Henry Kissinger idi, moderatör, “Henry” diyerek ona söz verince, koca salon nefesini tutarak ne diyeceğini bekledi. Mealen “Batı’nın sınırları Ukrayna-Rusya sınırlarında son bulmaz ama Rusya’nın nüfuz alanı, Ukrayna’nın Batı sınırlarına uzanır” dedi. Soğuk Savaş döneminde détente politikasının hem önde gelen bir teorisyeni ve hem de en parlak uygulayıcısı olarak Kissinger, Soğuk Savaş döneminde yürürlükte olan realpolitik yaklaşımının, 2014’te de geçerli olmasını ima ediyordu.
Akşam yemeğinde ona, “Bugün sizi dinlerken, kendimi, Metternich ve Lord Castlereagh üzerine yazdığınız doktora tezinizi yeniden okuyor gibi hissettim" diye takıldım. Çok hoşlandı. “O tezim ‘A World Restored’ adıyla kitap olarak yayımlandı” diye karşılık verdi ve hemen konuya daldı. Kissinger’a göre, uluslararası sistem, güç dengeleri üzerine şekillenecek bir düzene dayanmalıydı. Dünya tarihi, bir anlamda, bunun hikâyesiydi.
Henry Kissinger
Kissinger’ın koyu bir muhafazakâr olduğunu ve Fransız Devrimi’nin etkilerine karşı 1815’te Avrupa’da monarşileri korumak için oluşturulan “Kutsal İttifak”ı çok önemsediğini ve onun mimarı Metternich’e hayranlık duyduğunu biliyordum. “1848 devrimleri, Kutsal İttifak’a noktayı koydu ama” diyecek oldum. “Ama yeniden bir düzen, yeni bir denge kuruldu” diye ısrar etti, birkaç ay sonra yayımlanacak olan kitabından söz etti: “Dünya Düzeni”!
Mayıs 2014 Kissinger ile aramızda geçen bu hararetli sohbet sırasında, yaklaşık üç ay önce 5 Mart tarihinde Washington Post’ta çıkmış olan “To settle the Ukrainian crisis, start at the end-Ukrayna krizini çözmek için sondan başla” başlıklı yazısından haberim yoktu. Sonra okudum. O yazısında, Kissinger, Batı’nın ve NATO’nun Ukrayna’yı içine alacak şekilde genişlemesine karşı görüşlerini ama aynı zamanda Putin’in ayrılıkları kuvvet yoluyla çözmesine muhalefetini ayrıntılı ve açık biçimde dile getirmişti.
Ne var ki, Kissinger’ın Washington Post yazısından hemen sonra, Putin kuvvet kullanarak Kırım’a el koyunca, o yazının hiçbir hükmü kalmamıştı. 2014’te geçerliliğini Putin’in ortadan kaldırdığı o yazı, şimdilerde sanki son Ukrayna krizi (daha doğrusu Putin saldırısı) arifesinde yazılmış gibi dolaşıma sokuldu. Adeta Ukrayna üzerine yıkılan zalim savaşın sorumlusu Putin değil Batı’ymış gibi, en azından Putin’in sorumluluğunu azaltmak ya da Rusya’nın dürtülerini anlamak ve hak vermek amacıyla kullanımda tutuluyor.
Birincisi, yazı güncel değil; ta 2014 yılında, hatta Kırım’ın işgali ve ilhakından öncesine ait. İkincisi, o gün için geçerli değildi, bugün için hiç değil.
Aynı şekilde, Kissinger’ın bitlenmiş yazısından gayrı, ideolojik olarak tam karşı kampta yer alan Noam Chomsky ile yapılmış bir mülakatın videosunun da Tik Tok aracılığıyla yayıldığının farkındayım. Bir önceki Ukrayna Cumhurbaşkanı Petro Poroşenko döneminde çekildiği anlaşılıyor. Değerlere dayalı dış politika anlayışını benimsediği sanılan Chomsky de, Rusya’yı kayıran sıkı bir realpolitik savunucusu olmuş. NATO’nun, Soğuk Savaş sonrasında iki Almanya’nın birleşmesi ve Doğu tarafının NATO üyesi olmasını Gorbaçov’un büyük taviz vererek kabul etmesine karşılık, NATO’nun, mevcut sınırlarından bir santim öteye genişlemeyeceğine ilişkin quid pro quo’ya uymadığı iddiasında bulunuyor. Ukrayna’nın NATO üyeliğini kazanmasının Rusya için bir “ciddi stratejik tehdit” oluşturduğunu, bunu hiçbir Rus liderinin kabul edemeyeceğini söyleyerek, tutuculukta Kissinger’ın bile ötesine geçiyor.
Amerikan politikasına birçok haklı eleştiriler yöneltmiş Noam Chomsky gibi bir ismin bugün Putin ile aynı noktada buluşması hazin. Ukrayna’da bugün yaşanan insanlık faciasına ilişkin ağzını hiç açmaması ise çok garip.
Videoyu izlerken, Chomsky’nin tarihi olguları da yanlış okuduğunu gördüm. NATO,’nun Rusya’ya stratejik tehdit oluşturmak amacıyla doğuya yayılması gibi bir tarih gerçekliği yaşanmadı. Gelişme, ters yönde gerçekleşti. Soğuk Savaş’ta Sovyet toprağı olan Baltık ülkeleri Estonya, Letonya ve Litvanya’nın ile Sovyet nüfuz alanında yer almış olan Polonya, Macaristan, Çekya, Slovakya, Romanya ve Bulgaristan’ın Batı’ya kaydılar ve NATO’ya katıldılar. Bu ülkeler, 2004’teki genişleme dalgasında Avrupa Birliği (AB) üyesi oldular.
Yani, eski “sosyalist” ülkeler, Yalta ve Potsdam ile belirlenmiş Soğuk Savaş Avrupa'sında Sovyet nüfuz alanının yerini almak isteyen Rusya’nın nüfuz alanına girmeyi istemedikleri için, Batı’ya yöneldiler. Ukrayna da 2004 ve 2014 yıllarındaki iki devrim ile aynı şeyi istedi.
Kissinger ile apayrı bir dünya görüşüne sahip olmakla birlikte, Amerikan realist dış politika okuluna mensup sayılan John Mearsheimer ve Stephen Walt gibi akademisyenler de benzeri yaklaşımlarıyla dikkati çekiyorlar. Mearsheimer-Walt ikilisi, hemen her konuda Amerikan dış politikasına eleştirirler. Ayrıca, onların “Realist Okulu”nun kurallarında “değerlere dayalı dış politika”nın yeri yoktur. Bu kişiler, kimi durumlarda ABD’nin dış politikasına yönelik isabetli eleştiriler getirmişlerdi. Ancak, Putin’in böylesine zalim bir saldırı savaşına girişmeyeceği ön kabulünden hareket ettikleri için tahlillerinde yanıldılar. Sonuç itibarıyla, 24 Şubat’taki Putin saldırısı, söz konusu Amerikalı uzmanların Soğuk Savaş mantığına dayalı ve güçler dengesini esas alan görüşlerini de ıskartaya çıkarmış oldu
Bugünkü noktaya Ukrayna’ya böylesine saldırılarak gelinebileceğini en seçkin Rus uzmanlar bile tahmin edemediler. Bu bakımdan, Putin konusunda yanılan Amerikalılar bir ölçüde mazur görülebilirler.
Gelişmelerin böyle bir yön alacağını en güvenilir, en uzman Rus düşünce adamları bile öngörememişti. Üç yıldır elimde Rusya’yı anlama kılavuzu gibi tuttuğum Russia kitabının yazarı Dmitri Trenin, bunların başında geliyor. Batı nezdinde en saygın Rus tahlilcilerinden biri olan Trenin, Putin’in saldırısı başlamadan 48 saat öncesinde, Rusya’nın Ukrayna’ya karşı güç kullanmasına niçin gerek olmadığını, inandırıcı argümanlarla dillendirmeye devam ediyordu. Keza, Rus karar verme mekanizmasına çok yakın usta bir yorumcu olan Rusya Dış İlişkiler Konseyi’nin Direktörü Andrey Kortunov, Putin’in saldırısı karşısında hayal kırıklığa ve şaşkınlık yaşadı.
Ukrayna ve Rusya’ya hakkında bana paha biçilmez bilgiler sunan, son birkaç yılda en yakın çalışma arkadaşlarımdan biri olan Igor Torbakov, Ülkesine zalim saldırının başlamasından çok kısa önce, Putin’in bir savaş başlatacağını tahmin etmediğini çeşitli ve ilk bakışta akla uygun argümanlarla anlatıyordu. Igor Torbakov, itibarlı Rusya Bilimler Akademisi’nin eski bir mensubu. Parlak bir tarih profesörü. Ukraynalı bir Rus. Ailesi, bugün Harkiv’de Putin’in füzelerinin altında yaşam mücadelesi veriyorlar.
Bir önceki yazımızda belirttiğimiz gibi, 24 Şubat’ta başlayan Ukrayna saldırısı, Putin’in Soğuk Savaş sonrasında oluşan jeopolitiği tanımadığını ve kuvvet kullanarak sınırların değiştirilebileceği hedefini ortaya koydu. Putin, Soğuk Savaş sonrası jeopolitiği bir yana, İkinci Dünya Savaşı sonrasının Yalta ile belirlenmiş yapısına bile, -kendiliğinden- baş kaldırmış durumda.
4-11 Şubat'ta gerçekleşen Yalta Konferansı için bir araya gelen üç lider: Churchill, Roosevelt ve Stalin
Yalta ve Potsdam, Batı ve Sovyetler Birliği’nin birbirleriyle savaşa tutuşmadan Avrupa’yı paylaşmalarının ifadesidir. Nüfuz alanlarının bölüşülmesine ve dolayısıyla realpolitik hükümlerine dayalı olan İkinci Dünya Savaşı sonrasının ve Soğuk Savaş’ın Avrupa’sında, Batı ve Sovyetler Birliği’nin birbirlerinin bahçesine girmemesi öngörülmüştü . Détente, bu “barış içinde bir arada yaşama”nın kavramsallaştırılmasıydı. Buna göre, Sovyetler Birliği’nin etkisi altında ve çok güçlü olan Fransız ve İtalyan komünist partilerinin seçim yoluyla bile iktidara gelmesine izin verilmezken, Sovyetler Birliği’nin 1956’da Macaristan’a, 1968’de Çekoslovakya’ya yaptığı kanlı müdahaleler karşısında da Batı kılını kıpırdatmadı.
Bugün apayrı bir dönem, apayrı bir durum söz konusu. Avrupa tarihi ve tüm dünyadaki uluslararası ilişkiler sistemi açısından, Putin’in Ukrayna’yı işgali ne Kissinger’in détente zihniyeti ve ne de Mearsheimer’in mensup bulunduğu Realist Okul’un önermeleriyle anlaşılamaz. 1956 Macaristan ve 1968 Çekoslovakya, 2022 Ukrayna için kabul edilebilir bir benzerlik taşıyamaz.
Zira, 2022 Ukrayna, en ziyadesiyle, 1930’lar Avrupa’sıyla kıyaslanabilir. Rusya, Birinci Dünya Savaşı sonrasının jeopolitiğini değiştirmek ve Versailles’ın zincirlerini kırmak için yola çıkan Nazi Almanya’sı ile, Putin ise Hitler’le kıyaslanabilir.
Bütün Batı devletleri gelinen durumu böyle algıladığı için, Putin devrilmediği takdirde, Ukrayna halkı direnmesini uzun dönemde devam ettirmesi halinde ve Putin’in çılgınlığa daha da ötelere gitmesi durumunda, III. Dünya Savaşı ihtimali, bugüne kadar olmadığı kadar artacak.
Fiona Hill’e bakılırsa, zaten bir süredir III. Dünya Savaşı’nın içindeyiz. Fiona Hill’in Politico dergisiyle yaptığı son derece çarpıcı mülakat 28 Şubat’ta yayımlandı. Politico’daki mülakatı T24’deki bir önceki yazımı gönderdikten sonra, gecikmeli olarak okudum ve Fiona Hill ile aynı noktalara parmak basmış olduğumuzu görmekten heyecan ve mutluluk duydum.
Fiona, İngiliz kökenli bir Amerikalı. Bir İngiliz maden işçisinin yoksulluk içinde büyümüş, kendisi de ayakta kalabilmek için çocuk yaşta her türlü ayak işini yapmak zorunda kalmış olan kızı. Aradan geçen yıllar içinde dünyanın en önemli Rusya uzmanları arasına girdi. Harvard’da Rusya üzerine doktora yaptı. Bay Putin: Kremlin’deki Görevli- Mr.Putin- Operative in the Kremlin adlı Putin’in gizli servis ajanı geçmişine kinayeli bir gönderme yaptığı 2013 baskısı kitabı, zalim Rus diktatörü hakkında bugüne dek yazılmış en önemli çalışmalardan biri sayılıyor. Fiona Hill, Brookings Institution adlı ünlü Washington düşünce kuruluşu döneminden tanıdığım, Türkiye’ye çok gelmiş gitmiş olan eski bir arkadaşım. 2017 yılında Beyaz Saray’da Ulusal Güvenlik Kurulu’nun Avrupa ve Rusya Masası’nın başı olarak Putin’le yapılan birçok görüşmede yer aldı. Putin’i doğrudan tanıdı. Görevinden istifa ettikten sonra, Trump’a karşı tüm televizyonlarda canlı yayınlanan aleyhte ve dürüst tanıklığıyla büyük ün yaptı.
On yıllardır Rusya çalışan, Rusya ile ilişkilerin pratiğini de üst düzey bir Amerikan yetkilisi olarak yapmış bulunan Rusya tarihi doktoru ve Putin uzmanı Fiona Hill, Politico söyleşisinde Putin’in sahip olduğu her silahı kullanmayı sevdiğini, “Bu silahları kullanmayacaksan niçin sahip olacaksın ki; sahipsen gereğinde kullanmalısın” düşüncesi taşıdığının altını çiziyor. Putin’in nükleer silahlar tehdidinin yabana atılmaması gerektiğini ve bunları kullanabileceğini vurguluyor.
Desen: Selçuk Demirel
Fiona Hill’in Politico’da Hitler ve İkinci Dünya Savaşı analojisi yaptığı bölümde, Putin’in nasıl Hitlervari bir tarza sahip olduğuna örnek göstermek amacıyla, şu söyledikleri çok zihin açısı olmalı:
“Putin bugün olanların niye böyle olduğuna dair suçu başkalarına yüklüyor ve kendimizi suçlamamız gerektiğine bizi inandırmak istiyor. Eğer geriye, İkinci Dünya Savaşı tarihine bakacak olursak, Polonya’nın işgalinden önce Avrupa’da Nazi Almanya’sına sempati duyan çok sayıda insan bulunduğunu görürüz. İngiltere’de bir sürü politikacı, yıldırım savaşına girişene ve Holocaust’a kadar, Hitler’in gücüne ve iktidarına, Büyük Güçler’in yapması gerektiğini yaptığını düşünerek, hayranlık duydu… Maalesef, bugün ABD’de ve Avrupa’da, Rusya’nın NATO’nun yanlışlarına muhatap olduğunu öne süren ve Putin’in güçlü ve yaptıklarında haklı olduğuna savunan siyasetçiler ve kamusal şahsiyetler var. Çünkü, bunlara göre, Ukrayna’nın bağımsızlık hakkı yoktur, çünkü orası Rusya’nın tarihi topraklarıdır ya da Ukraynalılar aslında Rus’tur, vs.,vs…”
Ne var ki, gecikmeli de olsa, neredeyse tüm Batı, devletler, karar vericiler, hatta iş dünyası ve en başta sivil toplum düzeyinde doğruda buluştu ve Putin’e karşı bugüne dek pek görülmemiş çapta ve genişlikte bir cephede buluştu.
Sovyetler Birliği’nin ve onun bel kemiğini oluşturan Rusya’nın ne olduğunu kendi acı tecrübesiyle gayet iyi bilen Baltık ülkeleri ve başta Polonya olmak üzere eski Sovyet müttefikleri, yeni AB ve NATO üyeleri, Putin’e ilişkin doğru teşhis koymakta başı çektiler ve özellikle Schröder ve Merkel’den bu yana Rusya’ya karşı ayak sürümeye teşne Almanya’yı etkili tavır almaya zorladılar. Alman halkından da Ukrayna’nın işgaline karşı güçlü bir dip dalga geliyor. Geçtiğimiz Pazar günü yüzbinlerce insan, Brandenburg Kapısı’ndan Zafer Sütunu’na kadar Berlin’in tarihi töreni yolunu, Putin karşıtı, Ukrayna yanlısı gösterilerle doldurdu. Alman şehirleri ve Berlin’de gösteriler her gün sürüyor.
Tüm Batı, sözbirliği etmişçesine, Ukrayna saldırısını klişe halinde “hiçbir kışkırtmanın sonucu ve hiçbir meşruiyeti olmayan” sıfatlarıyla niteliyor. Rusya’nın aydınları, saldırının tanımında daha da öteye gittiler. Putin’in Ukrayna saldırısı başlamadan önce, aralarında insan hakları savunucuları ve Rusya’nın önde gelen aydınlarının yer aldığı 2000’den fazla kişi bir bildiri yayımladı. Bildiride Putin’in saldırısı için şöyle dendi:
“Rusya’nın Ukrayna ve Batı ile bir savaşa ihtiyacı yok. Kimse bizi tehdit etmiyor, kimse bize saldırmıyor. Bir savaş çıkartmaya dayalı olan politika, ahlâk dışı, sorumsuz ve caniyanedir ve Rusya halkları adına uygulanamaz. Bu savaşın yasal ve ahlâki amaçları yoktur…”
Putin’in saldırganlığına karşı en çarpıcı tahliller ve karşı koyuşlar ise, Sovyetler Birliği’nin eski müttefiklerinden geldi. Rusya’yı da Sovyetler’i de en iyi tanıyan ve doğru teşhis eden acı tarihsel deneyimleriyle onlar.
Örneğin, Polonya Başbakanı Mateusz Morawiecki. Putin’in Ukrayna’ya saldırısının hemen ertesinde, 25 Şubat’ta Financial Times’da yer alan “Avrupa Rusya’ya ilişkin tüm aldanmalarını terk etmelidir” başlıklı yazısına, Putin’in gerçek yüzünün Ukrayna saldırısıyla ortaya çıktığını vurgulayarak girmişti. Morawiecki, Polonya’nın çok öncesinden beri, Putin’i gerçek yüzünün farkında olduğunun da altını çizmişti.
Polonya Başbakanı, “Rusya sadece Ukrayna için ortaya konulacak Batılı dayanışma ile durdurulabilir. Burada hiçbir kuşkuya yer yok. AB ve NATO, bir an için bile, barışın kurtarılabilmesi için Ukrayna’nın geleceğinin feda edilebileceği izlenimini vermemelidir… Bugün Avrupa’nın Rusya’ya ilişkin saflığının fiyatı Ukraynalıların kanıyla ödeniyor… Müzakere zamanı sona ermiştir. Putin son haftalarda verdiği tüm sözleri çiğnedi. Dolayısıyla, her zamankinden daha güçlü bir cevapla yüz yüze bırakılmalıdır” diye yazdı.
Yazısının en can alıcı bölümleri şu iki paragrafta:
“Rusya’nın eylemleri devrilen dominolar gibi. Biri derhal diğerini harekete geçiriyor. Ve Putin’in nihai hedefi belli: Rusya’nın emperyal gücünü yeniden kurmak. Sovyetler Birliği üzerindeki Stalinist hâkimiyetin özlemi, Rusya tarafından uluslararası politikada saldırganlığa dönüştürüldü. Putin’in vizyonunda, Rus gücünün yeniden tesisi, şu anda bağımsız olan eski Sovyet cumhuriyetlerinin boyun eğdirilmesini gerektiriyor.
Ukrayna’ya acımasız saldırı, Rusya’nın emperyal statüsünün tekrar kurulma öyküsünde yeni bir bölüm başlığıdır. Putin bu planı yıllardır uyguluyor. Putin’in planı, 2008’de Gürcistan’a saldırısıyla başladı ve 2014’te Kırım’ın işgaliyle sürdü. Ve bugün tüm Ukrayna’ya boyun eğdirmek istiyor. Hiç hayale kapılmamalıyız, bu sadece bir başlangıç olabilir. Letonya, Litvanya ve Estonya, ve aynı zamanda Polonya, yarın, Rusya saldırısının ilk hattında yer alabilirler. Transatlantik güvenliği bölünmezdir. Avro-Atlantik sisteminin bir devletine yönelik tehdit, NATO’nun ve AB’nin her biri üyesine yöneltilmiş demektir.”
Bu tespit Türkiye’yi ilgilendirmiyor olabilir mi?
Putin, Rus imparatorluğunu canlandırma peşinde olduğunu ortaya koyduğu tarihi 21 Şubat konuşmasında tarihe bol bol referans verirken, 18. yüzyılda Osmanlılardan ele geçirilen Karadeniz topraklarına Novorossiya (Yeni Rusya) adının konduğunu ve Karadeniz’i Rusya’nın koruduğunu öne sürmüştü. Türkiye’ye bakış açısının ipuçlarını da yine o konuşmasında vermişti.
Putin daha da palazlandığı ve Ukrayna’daki saldırganlığına geçit verildiği takdirde, NATO üyesi olan eski Baltık ülkeleri ve Polonya’yı isteyebilir. Yayılmacı ve saldırgan Rus diktatörün, giderek, Boğazlar üzerinde -tıpkı İkinci Dünya Savaşı sonrasında Stalin’in yaptığı gibi- hak iddia etmeyeceğine ve yine tıpkı Stalin gibi Kars ile Ardahan topraklarını talep etmeyeceğine garanti verebilir misiniz? Nereden baksanız, o topraklar 1878 ile 1918 arasında Rus İmparatorluğu’na dahildi.
Dolayısıyla, bugün gelinen noktada şu üç hususu akıldan çıkartmamak isabetli olacaktır:
Putin, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları arasında beliren Hitler’in, Soğuk Savaş sonrası ile Üçüncü Dünya Savaşı arasındaki reenkarnasyonudur.
Putin Rusya’sı emperyal amaçlar güden, saldırgan ve yayılmacı bir devlet haline gelmiştir ve Türkiye de potansiyel hedefleri arasında mütalaa edilmelidir.
Türkiye, bir NATO üyesi ve AB aday üyesidir.
TIKLAYIN - Soğuk Savaş’tan sonra, III. Dünya Savaşı’ndan önce (1)