İlber Ortaylı geçtiğimiz günlerde İstanbul\'un Semtleri gurubunun düzenlediği bir bir toplantıda sıradışı bir öneride bulunmuş...
İlber Ortaylı geçtiğimiz günlerde İstanbul'un Semtleri gurubunun düzenlediği bir bir toplantıda sıradışı bir öneride bulunmuş. 15 Mart tarihli Sabah gazetesinden öğrendiğimize göre Ortaylı, "Payitaht bu modelle idare edilemez, Suriçi'nin seçim sisteminin dışına çıkması gerekiyor. Bu bölge için demokrasiden vazgeçilsin. Başkanı iktidar ya da Cumhurbaşkanı atamalı" diye buyurmuş. Şahsen ben Ortaylı hocamızın birçok İstanbullunun taşıdığı kaygılara tercüman olduğunu ve iyi niyetle bu fikri dillendirdiğini düşünüyorum. Lakin, bugüne dek benim hatırladığım kadarıyla Eminönü- Fatih belediyelerine seçilen başkanların tamamı zaten mevcut iktidar çizgisindeydiler. 12 Eylülden hemen sonra yerel belediyeler yasasının çıkışı ile birlikte ilk seçilen belediye başkanı ANAP çizgisindeydi. O dönemin meşhur "işbitirici" belediye başkanlarından Tahir Aktaş'ı, Ahmet Çetinsaya'yı, sonrasında iktidara gelen Refah Partisi ve AKP çizgisini tek tek sıralamaya gerek yok.
Tarihi Yarımada'da Eminönü- Fatih belediye başkanları her zaman merkezi iktidarın çizgisinde yer alan politikalar üretmişlerdir. Dolayısı ile merkezden atanmış bir yönetici fikri, o idarecinin mevcut iktidarın politikalarından bağımsız hareket edeceğini garantilemez. Aksine atanmışlar sırtlarında seçilmişlerden daha fazla yumurta küfesiyle geleceklerdir. Beşir Ayvazoğlu haklı olarak bu öneriye şöyle karşı çıkıyor: "Tarih şuuru yoksa ister atanmış, ister seçilmiş hiç farketmez. Önemli olan kenti yönetenlerin şehri bilmesi, tanıması, tarih şuuru ile yönetmesidir" diyor.
Burada yerel yönetimler kanunu çıktıktan sonra ilk kez Eminönü belediye başkanlığına seçilen Tahir Aktaş'a yeniden dönme ihtiyacı hissediyorum. Tahir Aktaş yolsuzluklarıyla ünlü ANAP'tan yine yolsuzluk nedeniyle ihraç edilmiş ilk belediye başkanıdır. Özellikle Milliyet gazetesinin ısrarla bu yolsuzlukları haber yapması üzerine görevinden alınan Aktaş, geçtiğimiz günlerde yeniden gündeme geldi. Meğer Tahir Aktaş Sultanahmet Kutlugün sokakta bulunan bir çorap fabrikasını 1992'de satın almış ve fabrikanın altından Bizans Büyük Sarayının (Magnum Palatium) en önemli parçalarından biri olan Magnarua Sarayı çıkmış! 1992'de çorap fabrikasını kaç paraya satın aldığını bilmiyoruz ama 2010 yılında Hürriyet Emlak'ta çıkan haberlere göre 12 milyon Euro'ya satışa çıkmış. Hürriyet'in "Sahibinden Satılık Bizans Sarayı" başlığıyla verdiği bu haberden sonra alıcılar arasında Vatikan'ın ve bazı düğün sarayı işletmecilerinin bulunduğunu öğreniyoruz, satışın gerçekleşip gerçekleşmediğini ise öğrenemiyoruz.
Bu arada tarihi yapının satışa çıkarılması Avrupa Parlementosunun gündemine taşınıyor ve Türk Hükümetine soru önergesi ile "bu anıtla ilgili ne yapacaksınız" diye soruluyor. Sarayı satışa çıkaran Amerika merkezli emlak şirketinin yetkilisinden de çok şey öğreniyoruz. Hazret durumu şöyle özetliyor:
"Kanunen bir bina alındıktan sonra binanın altında eski bir yapı bulursanız bu eski yapının mülkü de size geçiyor" Bu hatırlatmayı vicdanları rahatlatmak için mi yapıyor, yoksa minarenin kılıfını gözümüze mi sokuşturuyor bilemiyoruz. Bildiğimiz, örnek bir olay üzerinden, bu tür yapıların başına neler gelebileceği üzerinde duralım.
Bundan yaklaşık 2 ay önce Radikal Gazetesinden öğrendiğimize göre Sultanahmet'te Bizans Büyük Sarayına ait bir yapı güçlendirme izni alınarak çevresi tamamen tahta perde ile kapatılıyor ve iş makineleri ile yerle bir ediliyor. Gelen şikayetler üzerine bölgeye giden yetkililer 4 metre eninde ve 10 metre yüksekliğindeki tarihi duvarların yer ile yeksan olduğunu görüyorlar. Yaklaşık 1800 yıllık bina bir gecede yıkılıyor. Arkeologlar Derneği Başkanı Necmi Karul "Bu bir Vandalizm" derken bir Koruma Kurulu üyesi "birşeyler dönüyor ama ne?" diyerek bizim bazı şüphelere gark ediyor. Şimdilerde bu yıkımın üzerinde 5 yıldızlı bir otel inşaatı yükseliyor.
(Sıkı sıkıya örtülen inşaat alanı)
Özetle atanmış olsun, seçilmiş olsun bugünkü rant düzeninde yoksul halka Hasankeyf'te olduğu gibi sürekli sit'tir çekerek evine tuvalet bile yapmasına izin vermezken, gözünün önündeki 1700 yıllık anıtları koru(ya)mayan yöneticilerin hiçbirinin diğerinden farkı yoktur. Beşir Ayvazoğlu'nun dediği gibi Tarih Bilinci esastır. Yasa koyucuların da yöneticilerin de denetleyicilerin de tarih bilincinden nasiplenmiş insanlar olması tek çözüm yoludur. Yoksa her şey "yasal" olabilir, bir cinayet bile...
Magnarua Sarayına önümüzdeki yazılarımızda yeniden döneceğiz...
Konu ile ilgili haber linkleri: