Türk devleti çok yakın bir zamana kadar Güney Kürdistan‘ın statüsünü, Türkiye’nin siyasi sınırlarının bütünlüğünü ve iç güvenliğini tehdit eden siyaset üzerine inşa etti. Bugün Türkiye’nin güvenlik koridorunun büyük bir bölümüne yakınını Kürdistan coğrafyası oluşturuyor. Yunanistan, Kıbrıs ve Ermenistan tehdit sıralamasında Kürdistan coğrafyasından sonra geliyorlar. Kuşkusuz bu durum Türk devletinin yüzyıllık kendi Kürt sorununun çözümsüzlüğünü sürdürmesinden kaynaklanıyor.
Güney Kürdistan’ın elde ettiği statü ve uluslararası toplumun desteği, AKP hükümetlerini Güney Kürdistan’a yaklaşımda kendinden önceki iktidarlardan daha farklı bir siyasete yönlendirdi. Özellikle enerji kaynakları ve bu kaynakların dünya pazarlarına transferi, AKP’nin yeni Güney Kürdistan siyasetinde belirleyici ögelerin başında geldi. Türkiye’nin kırmızı çizgilerinin petrol mavisine bulandığı bu dönem, 2010 yılına tekabül eder. Bu periyot ABD’nin askeri güçlerini Irak’tan çekmeye başladığı zamandır.
ABD, Türkiye’nin sınır ötesi kara ve hava operasyonlarıyla Güney Kürdistan ve Irak’ın güvenliğini tehdit ettiğini, zaten sürmekte olan güvenlik sorununu daha da içinden çıkılmaz hale soktuğunu savunmuştur. Bu bağlamda ABD, Irak’tan askeri güçlerini çekmeden önce, müttefiki Türkiye’nin Güney Kürdistan ile ilişkilerinin normalize olmasını, özellikle Türkiye’nin Güney Kürdistan’a yönelik tehdidini bertaraf etmek için sıkı bir ikna diplomasisi yürüttüğü bilinmektedir. İlk başta ABD’nin görücülüğünde başlayan Türkiye-Güney Kürdistan diyaloğu, daha sonra ABD ve uluslararası toplumun umduklarından fazla tarafların ekonomik ve siyasal ilişkisine dönüşmüştür.
Erbil’in Ankara’ya yüzünü dönmesinin en önemli nedeni, Bağdat’ın uyguladığı ekonomik, siyasi ve askeri ambargodur. Bu süreç Nuri El-Maliki’nin başbakanlık yaptığı 2008’de başlar. Siyasi ve askeri ambargonun mimarı Maliki ve mali ambargonun mimarı ise, dönemin ekonomi bakanı bugünün başbakanı Haydar El-Abadi’dir.
Ambargo, Kürdistan’ın payına düşen yüzde 17’lik bütçenin tam olarak ödenmemesi, “tartışmalı” bölgelerin çözümü için referanduma gidilmemesi başta olmak üzere, Bağdat’ın vermiş olduğu taahhütleri yerine getirmede ayak diretmesiyle doruğa ulaşmıştır. Siyasi kariyer ve terbiyesini İran’da alan Maliki, varılan anlaşmalara uymayarak, Kürdistan Bölgesel Hükümetini kıskaca alıp zayıflatmayı ve böylece Kürtlerin bağımsızlık yolunu engellemeyi hedeflemiştir. Maliki yönetiminin ekonomik, siyasi ve askeri ablukası, IŞİD faktörüne rağmen Haydar Abadi yönetimi tarafından aynı şiddette sürdürülmese de devam etmektedir.
Böylesi bir ortamda Ankara’nın Erbil’e, Erbil’in de Ankara’ya yanaşması Güney Kürdistan hükümetinin, -buna Kürdistan Demokrat Partisi'nin (KDP) demek daha doğru olur- Bağdat’a karşı elini kuvvetlendiren önemli bir koz ve ilişkiye dönüştü. Bağdat’ın İran etkisinde olması, AKP’nin mezhepsel Şii-Sünni çelişkisi açısından Güney Kürdistan’la geliştirdiği temasta, belirleyici olmasa da etkileyici faktörlerden biri olduğunu vurgulamak gerekir.
Ayrıca AKP hükümetinin “Kürt açılımı” başlığı altında, PKK’nin silahsızlandırılması ve sivil siyasete entegrasyonu iddiasıyla başlattığı müzakereler de bu döneme denk gelir. Tarafların müzakerelerinde Güney Kürdistan’ın arabuluculuğu, Türkiye ile siyasi münasebetin önemli ayaklarından birini oluşturmaktadır.
Güney Kürdistanlı güçler, Türkiye’nin kendilerine yönelik siyasetinin bir devlet politikasından ziyade, sadece AKP hükümetinin siyaseti olduğuna inançları daha fazladır. Bu konudaki AKP restorasyonunun kalıcı devlet siyasetine dönüşmesi için, Türkiye’nin en başta kendi Kürt meselesini, Kuzey Kürtlerinin de kabul ettiği bir çerçevede çözmesiyle olabileceğini gayet iyi biliyorlar. Bu açıdan KDP’nin neden AKP tercihli bir politika izlemeyi yeğlediği şuan için anlaşılır hale gelmektedir.
AKP ise, kendi Kürt sorununu güvenlikçi ve saldırgan anlayışla sürdürürken, Güney Kürdistan ilişkisini uluslararası topluma ve Kuzey Kürtlerine karşı “pozitif” bir kart olarak kullanmaya çalışmaktadır. Türkiye’nin Kuzey Kürtlerine ilişkin uygulama ve yaptırımlarına Güney Kürdistan’ın zaman zaman sesini ölçülü yükseltmesi veya sessiz kalması, eleştiri oklarının bu noktada fırlatılmasına neden olmaktadır. Bu Türkiye’nin Kürt meselesine ilişkin anti demokratik, güvenlikçi siyasetinin KDP tarafından onaylandığı ve desteklendiği anlamına gelmemektedir. Bir bütün olarak Güney Kürdistan yönetimi Kürt sorununun diyalog ile barışçıl yollardan çözülmesi gerektiğini, bu konuda üzerlerine düşen ne görev ve sorumluluk varsa yerine getirmeye hazır olduklarını her defasında dile getirmektedirler.
Bütün bunların yanında PKK faktörü önemli bir yer tutmaktadır. PKK’nin özellikle Güney Kürdistan ile Rojava Kürdistan’ına ilişkin konsensüs ve ortaklıktan uzak siyaseti başlı başına bir sorundur. Bu yüzden Kürdistan’ın genel çıkarları ve kazanımlarının korunup geliştirilmesinde, ele geçen tarihi fırsatın Kürtlerin kendilerinin heba edebilecekleri uyarısını haklı olarak her gün duymaktayız.
AKP, Güney Kürdistan'ın muhtemel bağımsızlığına ilişkin sessizliğini şu an için korumayı tercih etmektedir. Israrla Irak’ın toprak bütünlüğüne vurgu yapması, dolaylı yoldan bağımsızlığa karşı bir duruş olarak okunabilir.
Öte yandan şuan ki kaotik ve gürültülü ortamda yüksek sesle dilendirilmese de Güney Kürdistan’ın olası bağımsızlığına daha realist gözle bakan AKP hükümetine yakın çevrelerin var olduğunu belirtmemiz gerekir. Bu çevreler Güney Kürdistan’ın bağımsızlığının mutlak suretle Türkiye’nin parçalanmasına yol açmayacağını ve dünyanın da sonu olmayacağını dile getiriyorlar.
Söz konusu çevreler, “Azerbaycan-İran ile Güney Azerbaycan, İrlanda-İngiltere ile Kuzey İrlanda gibi dünyadaki akraba devletlerin varlığının mutlak surette sınır ötesindeki akraba toplulukların yaşadıkları bölgelerin devletleşmesini ya da akraba devletleriyle birleşmelerini beraberinde getirmediği” örneğini veriyorlar. Çok özel koşulların ortaya çıkması durumunda ise zaten bunu engellemenin de kolay olamayacağını ifade ediyorlar.
En önemlisi, AKP’nin kendi Kürt sorununu çözmeden, Kürt ve Kürdistan fobisinden kurtulmasının da mümkün olamayacağını belirtiyorlar. Kürtler de doğal olarak, akrabaları Güney Kürtlerinin sahip oldukları haklara, neden kendilerinin de sahip olmadıkları sorusunu egemen uluslara ve devletlere soruyorlar.
Bu açıdan AKP hükümetinin sakin ve soğukkanlı bir şekilde hem Güney Kürdistan’ın bağımsızlığına hem Rojava Kürdistanı’na hem de kendi Kürt sorununa bu perspektiften bakması telkininde bulunuyorlar.
Şuan ki reel ortamda AKP, söz konusu yaklaşımın oldukça ama oldukça uzağında seyretmektedir. Güvenlikçi ve saldırgan bir çizgide Kürt meselesini sürdürme gayreti içinde olan AKP, anti demokratik uygulamalarıyla da Türkiye iç siyasetinde totaliter bir çizgiye savrulmuş durumdadır. Türk-İslam sentezinin Türkçü yanı ayağına dolanan AKP’nin, bu abdestle Kürt sorununda daha çok namaz tazeleyeceği gözüküyor. Bu ise Güney Kürdistan bağlamında KDP’nin dengeleri tutturan çok hassas bir politika izlemesini zorunlu kılıyor.