İttihat ve Terakki Fırkası’nın Osmanlı adına Birinci Dünya Savaşı’nı kaybetmesi ardından 1919’da Hürriyet ve İtilaf Fırkası, Damat Ferit Paşa liderliğinde iktidara geldi. Hürriyet ve İtilaf Partisi, 1915 Ermeni Soykırımı’nda İttihat ve Terakki Fırkası ile Teşkilatı Mahsusa’nın rolünü açığa çıkarmak, ülkeyi savaşa ve kötü duruma sokmaktan dava açtı. Davanın açılmasında savaşın galip devletlerinin özellikle İngiltere’nin etkisi vardı.
Davanın savcısı Reşad Bey, hazırladığı iddianamede Ermeni “tehcirinde” İttihat ve Terakki Fırkası’nın sorumlu olduğunu, devlet içinde gizli örgüt oluşturduğunu iddia etti.
Resmi devlet söylemi Ermeni soykırımına “tehcir “ yani “zorunlu göç” dese de ortada büyük bir insanlık suçu, cürüm vardı. Dava 1919’da Mütareke döneminin Divan-ı Harb-ı Örfi’de görüldü. Talat ve Enver Paşalar başta olmak üzere Cemal ve Dr. Nazım Beyler gıyaplarında idam cezalarına çarptırıldılar. Sırasıyla Talat Paşa, Sait Halim Paşa, Bahattin Şakir, Cemal Azmi Bey ve Cemal Paşa firar ettikleri Almanya'da Ermeni militanlar tarafından öldürüldüler. Nazmi Bey ise, Mustafa Kemal’e karşı düzenlenmesi planlanan İzmir Suikastının ardından tutuklandı ve İstiklâl Mahkemesi'nde yargılandı. Üçüncü kez idama mahkûm edildi ve 26 Ağustos 1926'da idam edildi. Aralarında Ziya Gökalp’ın da bulunduğu bir kısım yöneticiler Malta’ya sürgüne, bir kısmı da kürek cezasına çarptırıldılar.
Ermeni militanlardan kurtulan İttihat ve Terakki Fırkası ile Teşkilatı Mahsusa’nın sürgündeki üyeleri iki yıl aradan sonra ülkeye geri döndüler. Cezaevinden çıkanlarla birlikte çoğunluk Mustafa Kemal hareketi içinde yer aldı ve bir şekilde iade-i itibarla siyasete devam ettiler.
Günümüze gelirsek, çok değil kısa bir dönem öncesine kadar Ergenekon davasıyla Türkiye'nin on sekiz yıl önce Susurluk’ta, dokuz yıl önce de Şemdinli’de kaçırdığı fırsatı yakaladığı tespiti yapılırdı. Bu sayede Türkiye’nin derin devlet, yakın geçmişi, Kürt sorunu ve anti demokratik sistemiyle yüzleşmesinin yolu açılıyor denirdi.
Derin devlet olarak adlandırılan militarist bürokratik iktidar sahiplerinin bir sabah vakti evlerinden alınarak sorgulanmaları, ardından tutuklanmaları Türkiye yakın siyasi tarihi açısından bir ilkti. AK Parti hükümeti yıllarca iktidarda olmasına karşın iktidara anacak Ergenekon, Balyoz ve İnternet Andıcı benzeri operasyonlar sonucu gelebildiği genel bir kanı idi.
Vesayetçi ulusal kesime karşı yapılan operasyonların ardından KCK operasyonları gerçekleşti. Operasyonlarda aralarında eski milletvekili, belediye başkanları, encümen üyeleri ve sivil toplum kuruluşlarına bağlı binlerce sivil Kürt siyasetçi gözaltına alınarak tutuklandı. Amaç Kürt sivil siyasetinin kolunu kanadını kırmak ve yapılan Ergenekon operasyonlarına karşı iç siyaset açısından dengeyi sağlamaktı.
AK Parti hükümetinin militarist bürokratik vesayete karşı tavrı, geniş toplum kesimlerinin desteğini aldı. Bunlar arasında Kürtler, Aleviler, Ermeniler, bir kısım CHP çevresi ve AK Parti’nin ittifakçısı liberaller ve Fetullah Gülen Cemaati vardı.
Daha sonra AK Parti’nin çekirdek gücünü oluşturan üçlü ittifaktan kopuşlar başladı. İlk kopuşu liberaller yaptı. Gerekçe, AK Parti kendisine lazım olduğu kadar vesayet sistemini gerilettiği, kendisine lazım olduğu kadar demokratik adımları attığı, devleti dönüştürmeye çalışırken bir yandan da kendisinin devletleşmeye, otoriterleşmeye başladığı idi.
Aynı dönem içinde Kürt kökenli olup, Kürt sorununun çözümüne ilişkin AK Parti siyasetinin bir adım önünde giden milletvekili ve kadrolar 2011 Genel Seçimlerinde milletvekili gösterilmeyerek partiden ya tasfiye edildiler ya da pasif pozisyonlara getirildiler.
İttifakın ikinci yaprak dökümü MİT Müsteşarı Hakan Fidan operasyonuyla başlayan, bakan çocuklarının da aralarında bulunduğu 17 Aralık operasyonuyla son bulan Gülen Cemaati’yle yaşandı. Kaba olarak ittifakın bozulma nedeni iktidar içinde iktidar kavgası idi. Fakat hala ideolojik ve operasyonel anlamda bu ittifakın neden bozulduğunun gerekçeleri net olarak su yüzüne çıkmış gözükmüyor.
Sonuç olarak AK Parti kendi öz damarına dönerek Milli Görüş kadrolarının oluşturduğu İslami-muhafazakar kadrolarıyla baş başa kaldı. AK Parti’nin şu an ulusalcı, vesayetçi kesime tavrı uzun tutukluluk sürelerinden dolayı “aşırı güç” kullanımına tekabül eden bir mahcubiyet ve geri adım söz konusu. İlker Başbuğ’un tahliyesi ardından, Tayyip Erdoğan’ın kendisini arayarak geçmiş olsun demesi, cemaati eleştirirken yargılananlarla ilgili kurduğu cümleler, açık olarak geri adım atıldığını göstermektedir.
1984-2012 yılları arasında 62 binden fazla insan PKK ile devletin çatışması sırasında hayatını kaybetti. Rakamları yarıştırma açısından değil, bunun yaklaşık on bini devlet güçlerinden olurken, geri kalan elli bin civarında gerilla ve sivil halktan Kürt insanı hayatını kaybetti. Binlerce faili meçhul cinayet işlendi. Kürdistan’da açılan her toplu mezarda onlarca insanın kemikleri çıktı, çıkıyor. 5 bine yakın köy boşaltılıp yakıldı.
Kimlerdi bu cürümleri işleyenler? Ergenekon, Balyoz ve İnternet Andıcı davalarında yargılananlar, Genel Kurmay Başkanı, birçok üst rütbeli komutan ve özel harekâtçının sıralanan eylemlerde rolleri yok muydu? Başbuğ, kırk sekiz yıl TSK’da görev yaptı ve 1 Eylül 2010 yılında emekli oldu. Kendi deyimiyle kırk sekiz yıllık hizmet süresinin son yirmi yılını “terör karşı mücadelede” geçirdi. Bu süre zarfında TSK’nın üst düzey bir sorumlusu olarak ulusal ve evrensel savaş hukukuna aykırı eylemlerinin hesabını bir şekilde vermesi gerekmiyor mu? Biliyoruz ki insanlığa karşı işlenen suçlar zaman aşımına girmez! Söz konusu davalar yapılan düzenlemelerle zaman aşımı gerekçe gösterilerek failleri bir bir serbest bırakılıyor.
Gelinen nokta itibariyle açılan soruşturma ve davalar bilinçli olarak sulandırıldı ve içi boşaltıldı. Cürüm işleyenler kamu vicdanında mağdur pozisyonuna sokulmaya çalışılıyorlar. Yarın derin devletin darbeci, muvazzaf, emekli asker, özel harekâtçı ve bürokratları TBMM’de ulusal kahramanlar olarak sıra tutacaklardır. Aynı Teşikaltı Mahsusa’nın, İttihat ve Terakki Fırkası’nın devrik üyeleri gibi.
Dünüyle hesaplaşamayanlar bugün ile hesaplaşmazlar. Kısaca Türkiye’nin kendi derin devletiyle, yakın geçmişiyle, Kürt sorunu ve anti demokratik sistemiyle yüzleşmesi başka bir bahara kaldı. Tipik bir Türkiye klasiği…